Telefonun ahizesini yuvasına
yerleştirdi. Belli belirsiz yutkundu. Gece lambasının karanlığa meyilli aydınlığında
öylece tavana bakıyordu şimdi. Görebildikleri oldukça sınırlıydı. Mühim olan göremedikleriydi.
Göremedikleri, görebildiklerinden arta kalanlar değildi kesinlikle. Bu bir
yanılsama da değildi. Sarhoş sayılmazdı. Yalnızca ağzında ekşi bir tat,
kasıklarında ince bir sızı vardı. Her iki ayağının baş ve işaret parmaklarını
dövüştürmekten herhangi bir zevk alıyor muydu bilinmez, saatin gece yarısını
çoktan geçtiğinin farkında değildi. Ayak tırnaklarına kırmızı oje sürülüydü.
Ahmet aslında hiç sevmezdi. Onun sevmiyor olması, Ç.'nin bu eylemi uygulamaya
geçirmesine engel bir sebep değildi demek ki. Demek ki kurallar oyuna göre
biçimlendirilmemişti. Demek ki perdenin inişi tüketilmiş duyguların bir
yansımasıydı. Sırtı hala terli sayılırdı. Uyumamak için bir çaba sarf ediyor
muydu? Tam olarak değil. Ağlaması mı gerekiyordu? Beklemek, neyi olduğu fark
etmeksizin, şu durumda herhangi bir işe yarayabilir miydi? Yarın günlerden
neydi? Ne olacaktı? Yarın olunca, dünden farklı ne yaşayacaktı? Peki, şimdi, bu
durumda ne yapmalıydı? Telefonun hiç çalmamış olmasını tercih ederdi.
Yerinden kalktı, terliklerini giydi.
Pikaba, rafın tozlu bir bölmesinden çekip çıkardığı “Small Change”i özenle yerleştirdi. Yapması
gereken bu olmayabilirdi. Küçük elmas kesitini kırk beşlik diskle birleştirdi. Doğru
yeri bulması kaçınılmazdı. Biçimsiz bir cızırtının ardından çevrildi sol
anahtarı ve notalar birer birer dökülmeye başladı odanın orta yerine. Sonra
devam etti: ”But it's
just an invitation to the blues...” Gece lambasını kapatmayı düşündü. Vazgeçti.
Gözü, sehpanın üzerindeki şarap şişesine takıldı. Şişenin yere düşmüş mantarını
aldı, sehpanın üzerine koydu. Odanın girişine doğru yürüdü. Karanlık koridorun
diğer ucundaki banyonun kapısını gözetledi. Geri döndü. Yeniden girdi yatağa.
Telefon, komodinin üzerinde öylece duruyordu. Neredeyse tek odalı bu küçük evin
bütün işlevsel materyalleri aynı ortak paydada birleşiyordu ister istemez. Fakat
ne yazık ki telefon denilen cihaz, bir şekilde çalmaya müsait olarak
tasarlanmıştı bir zamanlar.
Banyodan duyulan suyun sesi kesildi ve
birkaç dakika sonra Ahmet, koridorun derinliklerinden sıyrılıp, odaya adım attı.
“Bryant’ı yine McKie’yle
savunmuşlar.”
“…”
McKie’nin nasıl bir savunmacı
olduğunu anlayacak kadar ilgili değildi aslında. Duyguları, küçük adam ve
arkadaşlarının işi bu noktaya kadar getirmişken, büyük hedefi vurabilmeleri
yönündeydi. Onu mutlu edecek olan buydu. Düz bir adamdı, basit. Fakat 76’ers’ın
işi şimdi hayli zordu. Mutombo’nun başı 'büyük' dertteydi, Bryant’ın eli ise
gayet sıcak.
İnce beyaz havlusu beline sarılıydı.
Yarı çıplak ve tam ıslak bir şekilde yatağa doğru yöneldi. Ahşap parke kaplı
zemine çıplak ayakla basmaktan hoşlanmazdı. Parmak uçlarında yürümeyi tercih
etti bu yüzden. Yeniden Ç.’ye sokuldu, omzundan öpmeye niyetlendi. “Islaksın”
dedi Ç., Ahmet ıslaktı. Üstelik bazı durumlardan haberdar değildi henüz.
Kafasını kaldırdı, yataktan çıktı.
Waits’i pek sevmezdi. Yüzüne küçük bir memnuniyetsizlik ifadesi yerleştirdi. Ç.
bunu fark etmedi bile. Beline sarılı havluyu çıkardı, bütün vücudunu kuruladı.
Kurulanırken Ç.’nin, kıçını dikizlediğini zannediyordu. Eski donlarından birini
giydi ve yeniden yatağa girdi.
“Ratko bir şey dedi mi?”
Talihsizce sarf etmişti bunu Ahmet. Değişik
bir hikayeydi.
Ratko, hayatına girdiğinde Ahmet Ankara’dan
dönüyordu. Otobüs gecenin karanlığını yararak ilerlerken, omzuna dokunan bir el
uyandırmıştı aniden Ahmet’i. Yan koltukta, ocak ayının dondurucu soğuğuna
meydan okurcasına belinden yukarısı çıplak bir şekilde Ahmet’in gözlerinin
içine bakan dev adamın adıydı Ratko. “Daha sessiz uyuyamaz mısınız?” dedi.
“Uyumuyorum gibiydi sanki.” dedi Ahmet. Oysa uyuyordu. Hatta hala tam olarak
uyandığı söylenemezdi. Ratko, Ahmet’in kulağına doğru yanaştırdı dudaklarını ve
kendisinin bile dışarıdan duyulduğuna emin olamayacağı kadar kısık bir sesle
konuştu: “Şimdi gözlerini bir kez daha kapa ve sakın açma!” Ahmet gözlerini
kapadı, sanki bu eylemle ilişkili olarak yapmak zorundaymış gibi düşünerek
sesini de çıkarmadı. Gözünü her kapayışında gördüğü manzara bir diğerinden
farklıydı. Farklı olduğu kadar da anlamsız. Oysa hiç ayrılmamıştı kirpikleri
birbirinden. Ratko bu kez duyulurluğuna emin olarak konuştu: “En son ne zaman
sarhoş oldun?” Cevaplanması gayet basit bir soruydu bu: “Bu sabah!” Ahmet
göremese de Ratko, hayır dercesine başını salladı. “Yaklaş bana.” Ahmet
tedirgin olmaya başlamıştı. Ratko oldukça uzun boylu, kirli sakallı, kabarık
saçlı, çirkin; üstelik kıllarla kaplı çıplak bedeni ortada, değişik bir adamdı.
Bir erkeğe bu denli yaklaştığı en son anı hatırlamaya çalıştı. Filmi, dört
yaşındaki doğum günü partisine kadar geriye sardıysa da bir cevap bulamadı.
Çaresiz, yaklaştı.
“Gözlerimin içine bak.”
“Sakın açma demiştin.”
“Açma zaten. Sadece bak.”
Kafası karışmaya başlamıştı. Tüm
bunların dışında, aklına; İstanbul’a yaklaşmış olma temennisi hakimdi. Oysa
aracın en son hangi şehirde mola verdiğini bile hatırlayamıyordu.
"Kimsin sen?"
Gittikçe daralan bir çemberin dibine
çekiliyor gibiydi. Birbirinin içine geçmiş değişik kalınlıklardaki parlak
halkaların karmaşıklığı, düşüncelerini takip edilemez kılıyordu. Farklı
noktalardan kuvvetli flaşlar patlıyordu sanki. Sürekli bir şeyler yanıp
sönüyordu. Geri planda yanan fakat sönmeyen birçok şey de vardı. İçinde
bulunduğu durumdan kurtulmanın bir yolunu ararken, zihninde; yaşayacağı bir
sonraki olayı düşünerek çıkış kapısını bulabileceği fikri canlanmıştı ancak
sırası geldiğinde onu uygulamaya koymanın olanaksızlığı tüm ihtimalleri henüz
düşünce aşamasında buharlaştırarak yok ediyordu. Gözünün içinden geçip
ciğerlerine kadar uzanan parlak ışıklar, sık sık renk değiştiriyordu. Hayatına
giren bütün kadınlar bir rengin geri planında Ahmet'e el sallıyordu. Berrin
neden yeşildi? Saçları sarı olduğu için mi sarı rengin içerisindeydi Esra? Hepsi.
Birçok kadın. Aralarında ismini hatırlayamadıkları bile vardı. Şu kırmızı kız
bankadan mıydı? Konuşmayı denedi. Etraf siyaha boyandı. Beyazdan griye, griden
siyaha doğru bir yolculuk gibi oldu bu durum. Feray'ı da gördü. Gözlerinin
yeşilindeki parlaklığı hiçbir zaman söndüremeyen memnuniyetsiz suratı ve sert
elmacık kemikleri siyah duvarların arasında net bir şekilde seçilebiliyordu.
Etli dudakları da. Feray aynıydı. Ahmet aynı değildi. "Şimdi gitmem
lazım." dedi Feray. Ahmet'in de diyecek bir sözü vardı muhakkak fakat ses
tellerine komut gönderemiyordu şimdilik. Yavaşça eridi ve yok oldu siyah
elbiseli, yeşil bakışlı Feray. Titreşimsiz ince bir boru sesi bütün
bilinçaltını çınlatıyordu durmaksızın. Esaretin marşı. Birkaç saniye içerisinde
siyah perde ortadan kalktı. Gittikçe daralan bir yolun ucunda dev bir bina
gözüktü. Ahmet oraya doğru yürüdü. İnce uğultu aslında artık duyulmuyordu ama
kulağının içinde kaynağından bağımsız olarak çınlamaya devam ettiği bir
gerçekti. Binanın önüne kadar geldi. Kapının girişinde iri yarı, sert görünüşlü
bir güvenlik görevlisi dikiliyordu. Ahmet bir kez daha konuşmayı deneyecekti:
"İçeri girecektim." Görevli "Parolayı biliyor musun?" diye
sorduğuna göre bu kez başarmıştı. Fakat kurması gereken sıradaki cümle son
derece belirsizdi. Bu durumu bir şekilde çözmesi gerekiyordu. Parola neydi? Ratko
olaya müdahale etti. Görünmeyen bir yerden, kulağına fısıldadı Ahmet'in,
imdadına yetişti adeta: "Fidelio." Doğru ya, başka ne olabilirdi?
"Fidelio."
"Gelecek başka bir arkadaşın var
mı?"
"Yok."
"Tamam. İçeride gördüklerini
kimseye anlatma."
"..."
Ani bir frenle gözlerini açtı Ahmet. Başka
bir gün anlatacaktı içeride gördüklerini. Çünkü içerisini başka bir gün
görecekti. Yarım şişe tekila içtiği bir Prag gecesinin bulantılı sabahında. Bütün
otobüs gecenin karanlığına uyandı çığlıklarla. Ratko’ya çevirdi başını. Otobüse
bindiğinde selamlaştığı kasketli yaşlı adamla göz göze geldi. Ratko yoktu.
İsminin Ratko olduğunu bile bilmiyordu henüz. Başka bir gün öğrenecekti. Midesindeki
alkolün temizlenmesi için yatırıldığı bir hastanenin acil servis kliniğinde. “Eşhedü
en la ilahe illallah.” dedi adam. “Evet amca, ilahe illallah.” Ucuz atlatılmış
bir kazaydı. Otobüsün şoförü, uykusu kaçmış yolcuların serzenişleri arasında
yeniden hareket ettirdi aracı ve yaklaşık iki saat sonra Kadıköy'e vardı Ahmet.
Ratko o günden sonra neredeyse hiç yalnız bırakmadı Ahmet’i.
“Yine mi şu mesele?”
“Her neyse…”
“…”
“Canın mı sıkkın senin?”
Ç.’nin bu soruya verebileceği birçok
cevabı vardı. İçlerinden en kötü olanını tercih etti:
“Hayır”
Normal şartlarda bu cevap “Evet, fena
halde canım sıkkın.” dememin Ç.’cesiydi. Ne yazık ki Ahmet bu dili bilmiyordu.
Bilmek, işine gelmiyordu belki de. Kendi bildiğini okumaya devam etti. Düz bir
adamdı, basit. Ratko’nun tüm çabalarına rağmen, dünyayı değiştirecek herhangi
bir adım atması beklenemezdi. Bu da Ratko’nun şanssızlığıydı. Kuponunu yanlış
ata oynamıştı.
“Müziği kapatsam olur mu?”
“Elbette.”
Üşenmedi, bir kez daha kalktı. Pikabı
susturdu. Sırtı yatağın baş tarafına dayalı bir şekilde oturuyordu Ç. İnce
örtüyü üzerine çekerek yatağın diğer tarafına doğru uzaklaştı Ahmet.
“Uyuyacak mısın?”
“Evet.”
“Ben biraz daha içmek istiyorum.”
“Nereden çıktı şimdi?”
“…”
“Afiyet olsun.”
Ahmet, olanlardan habersizdi henüz.
Yaklaşık on dakika geçti. Yarısından
fazlası içilmiş kadeh, üçüncüsüydü. Ç. derin bir nefes aldı. Söyleyecek bir
şeyleri vardı. Ahmet fark etti bunu, umarım dinlemeye değerdir, diye geçirdi
içinden. Çünkü uykuya çok yakındı. Yine başlıyoruz, bu alışık olduğu bir
durumdu. “Dinleyecek misin?” Ahmet, sadece ünledi onaylamak için. Anlamlı bir
kelime bile kurmadı. Ç. için bu kadarı yeterliydi. Tane tane konuştu neyse ki: “Bazen
nesnelerin ve duyguların, zihnimdeki soyut ve somut değerlerini kaybettiği
anlar oluyor. Normalde benim için önemli olması gereken durum ve olaylar, tam
aksi vaziyetlere dönüşüp hiçbir şey ifade etmez ve herhangi bir değer taşımaz
hale geliyor. Böyle olunca kendimi birtakım şeylere haksızlık ediyormuşum gibi
hissediyorum. İşin kötü tarafı bu anlık bir yanılgı mı yoksa kalıcı bir özellik
mi ayırt edemiyorum. Doğrusu, kendimin hangi durumun bir parçası olduğunu
çözemiyorum.” Ahmet uyumak üzereydi. Kapanan gözlerini açık tutmaya çalışırken,
bir yandan da kendisini konuya dahil edebileceği bir çıkış noktası bekliyordu. Gelmeyince
dayanamadı. “Hepimize olur öyle. Her şarkı aynı duyguyu her zaman vermez
nasılsa. Doğru anda doğru şarkıyı dinleyebilmek önemlidir.” Konuşmayı
sonlandırma telaşı, kendisinden beklenmeyecek türde cümleler sarf etmesine
sebep oluyordu. Oysa söylediklerinin ne manaya geldiğinin kendisi bile farkında
değildi. Ç. istifini bozmadı. “Bu gibi durumlar bazı olağan dışı olaylara doğru
tepki vermemi engelliyor. Öyle olunca ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. Gol
olunca sevinmem mi gerekiyor? Deprem olunca dua etmem şart mı? Dondurmayı
sevmeme hakkım yok mu? Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veren kim? Ben
bir şeye karar verdiğim zaman neden toplum kesiminde aldığım kararın ve buna
verdiğim tepkinin doğruluğu ve yanlışlığını süzgeçten geçirmek zorundayım?
İnsanlar neden benim sergileyeceğim herhangi bir tutumun çıkarımını yapma
gereği hisseder?” Hangi insanlar? Ne güzel uyuyacaktık, diye düşündü Ahmet;
nereden çıktı şimdi bu? “Hatırla; ‘Greyfurt’un Anatomisi’nde evleri yandığında
Alice, kardeşini değil de önce kendisini kurtarıp kaçtığında neden filmin kötü
karakteri oluyor? Bu durumu yaratan ne?” Ahmet bu filmi ya hiç izlememişti ya
da izlerken uyuyakalmıştı. Hatırlayamadı. Yavaşça koptu konudan. En son
hatırladığı bir “baykuş” meselesi vardı sadece. Ne olduğunu bilmediği. Dinleyemedi
daha fazla. Kız konuştu. Aslında konunun en önemli yerine en sonda gelecekti.
Ahmet oyundan çıktı. Bilindik bir Leonard Cohen şarkısı mırıldanmaya başladı
içinden. Zihninde Feray’ı dansa kaldırdı. Dakikalar geçti. Ç.’nin ağzından
çıkan kelimelerin duraksadığı bir yerde araya girdi: “Yapabileceğim bir şey var
mı?” diye sordu. Bitirmek mi istiyordu? “Yok” dedi Ç. kızgın bir şekilde; “Yapabileceğin
hiçbir şey yok. Neyi yapabilirsin ki zaten? Dinlemeyi bile beceremiyorsun. Uyu.
Başka ne işe yararsın ki?” Muhtemelen ağlamaya başlamıştı. Bu Ahmet’in
beklemediği bir tepkiydi. İşin acı tarafı bir bakıma da haklıydı. Durumun bir
şekilde kendisinde noktalanacağı aslında tahmin edilebilir bir ihtimaldi ama
son söyledikleri biraz ağır olmuştu. Kriz anını iyi yönetmesi gerekiyordu. Vereceği
yanlış bir tepki, ters yöne girmiş bir kamyona çevirebilirdi kendisini. Feray’a
ateşli bir veda öpücüğü kondurup, yolcu etti. Oyuna dahil olması gerekiyordu
tekrardan. Ratko’nun sesini duydu. En doğrusunu o bilirdi. Haydi söyle.
Fısıldar gibi konuştu Ratko: “Ne duruyorsun? Yaklaşsana ona.”
Vazgeçti uyumaktan. Ç.’ye döndü
tekrar. Birkaç saniye izledi onu. Yanakları az da olsa ıslaktı. Hafifçe
doğruldu yerinden. Yaklaştı. Saçlarını kokladı. Hala terli sayılırdı. Öpmeye
koyuldu. Kendini serbest bıraktı Ç. Ahmet üşenmedi. Uzun uzun öptü kızı.
“Uyumayalım öyleyse.” dedi. Henüz bilmediği bir durum vardı. Ç. mekandan soyutlanmıştı.
Sorular birbirini kovalıyordu. Manasız bir karmaşıklık içerisindeydi. Ne
yapmalıydı? Ne demeliydi? Bu durumda, sevişmek daha mı günahtı? Eli kasıklarına
kadar uzandı. Parmakları hareket ediyordu. Dayanamadı: “Dur!” Ahmet durdu.
Kızın boynundaki dudaklarını geri çekti: “Ne var?”
“Annem ölmüş…”
Sertliğini kaybetti. Kafasındaki
kavramlar başka anlamlara dönüştü. Tamamen ne diyeceğini bilemez bir
durumdaydı. “Ne zaman?” diye sorabildi sadece, zamanının bir önemi varmışcasına. Zamanın önemi yoktu. Şimdi üzülmenin sırasıydı. Ya da üzülmüş gibi yapmanın. Elini kızın
kasıklarından çekmesi gerekiyor muydu peki?
11 Eylül tiyatrosunun sahnelenmesine daha üç ay vardı. 76’ers’ın nefesi yetmemişti sonuna kadar. Bu, küçük adamın kariyeri boyunca elde ettiği en büyük başarıydı. Dünyanın başka bir noktasında, bambaşka şeyler olabiliyordu. Daha başka birçok şey olacaktı.