Jan 29, 2014

Preis: Birinci Nüsha, 'Büyük Patlama'

Birinci Nüsha: 'Büyük Patlama'

(Fertê.)

Sabah! Saat henüz dün gece… Uyan… Kendi kendine uyan. Tindâ  (Türk dilinde ‘kadın’ manasına gelir) uyuyor, sen biraz daha dayan. Yel değmemiş, betimsiz, e yüzü vesvese; radyo çalmıyor. Çünkü saat geçen mevsim, saat binsekizyüzseksen, yalancı horozlar neredesiniz, anlayın, vakit hayli erke yeksan. Odanın içinde bir şelale, kendini bilmez, sanki ıhlamurdan esansı, tavana kadar uzanmış sarmaşıklar, görmüş geçirmiş rönesansı, bir yeşildir almış başını, gitmiş, giderse geri gelmez bu yeşiller; oysa bu el dokuması halılar oldukça karmaşıklar. Yazmayı öğrendi karşı komşunun, beş yaşındaki oğlu -adı Elevahtiyar-, ekledi hafızasına yeni bir küfür; odanın içinde haziran mavisi, güneş evlere şenlik, esiyor püfür püfür… Sen bir tutsaksın, zindanmetrelerce uzayan bir tutsaklığa mahkum; oysa dışarıda bir günaymalar koşuşturması, kim nerede yer kaparsa kapsın, kim kiminle uyanırsa onunla günaysın. Sen içeridesin ve sen onu seveceksin zaruri, dışarı çıkma hakkın yok; o ne yaparsa yapsın, belki bir kurşun kalem bulacaksın, sonra kurşuna dizeceksin bütün kalemleri, o kime taparsa tapsın. Testilere doldurulmuş güneş, kilden yapılmış testilerden taşıyor, birdenbire dengesini kaybedip, kendi sınırını aşıyor, yine omuzlarda güneş, omuzlar yine yeknesak; eciş burunlu kadınlar, bücüş çeneli, cadı yine süpürgesiz, bilmukabele dinimiz amen, semi allahü limen vanilin, not edelim, belki ezberleriz. Tutankamon bizi dinliyor, yerin kulağı vardır, neyin kulağı vardır, ne söylediğime dikkat et, hay arı girsin ağzıma, kopacak şimdi kıyamet; devinimler yörüngesiz, anlaşıldı, mantar biçiminde elemantorlar patladı, ne olur ne olmaz dediler, padişah birden attan atladı; sen yine de kıyam et, gerçekleşecek büyük patlama, başladık artık bir yerden, derdimizi şimdi, beşe katlama. Sağına bak, ağına takılmış bir mevrideri, yağına atılmış bir balık. Saçları dağınık. Çıplak omuzları yorgandan firari, nasıl kayıtsız kalabilir bu manzaraya bir omuzperver, nasıl ki diyemezse öpüşmelere dudakperver, hayır; öyle engelleyemez sevişmeleri bir kadınperver. Gözleri mışıl mışıl, kumdan yapılmış bir sanat eseri, yıkılgan, tahtadan yapılmış bir heykel, maroken kaplı alev alev, alabildiğine yanılgan; kirpikleri yapışık, sonbahar yüklü vagonlar doğru göklere, kendi halinde bir sergüzeşt, titretiyor toprağı vagonların tıngırtısı, söylemeyin, kimse duymasın; yıkılmayacak hiçbir çekirdek, bundan sonra dozerle, bir kanun uydurduk uyanır, uyanmaz bir nazarla, duyan duymayana anlatır, herkes öğrenir elbet; kahretsin, insanoğlu tam da buna alışık, anlatmasak olmaz; duymayan duymasın, anlayan zaten anlamaz. Dur. Bekle biraz, şimdi öpmek olmaz kızı, bir gazozcu geçiyor sokaktan. Sokaktan bir gazozcu geçip gidiyor, yörüngenin hali pergelsiz, kimsenin haberi yok gazozcudan. Kızcağız uyuyor şimdi, böyle öpüşmek olmaz, hiç kimse utanmıyor bir ihtiyar gazozcudan. Ne yapmalı? Son derece fındıkkabuğu bir durum ve gayet Oblomovsal bir vaziyet. Bak, duvarda bir çatlak. Bak, boyası atmış bir karşı köşe. Parantezler içinde bir antiparantez düşüncelerin, ne bitmek bilir ve hiç tükenmez. Aç, tertemiz bir sayfa, gökyüzü kadar bembeyaz, ellerin re haş negatif kokuyor, kapa, santiparantez. Kirlendi, lekelendi, tarlalarda şekerkamışı, hangi kitapta yazmıyor ki, bırakın şu alışılmışı. O duvarlara kazınmış en afili kitapların altı çizik bütün cümleleri, çevir duvarları, oku oku bitmez kitapların bütün devrik cümleleri; oysa çizgisiz defterlere soldan sağa yazılmış, yamuk piyesler gibi ilkokullu, karanlıktan ışığa, cemilleri cümleleri, çık işin içinden çıkabilirsen, çıkamazsın pamuktan prenses, koşar gidersin peşinden. Kalk. Dişlerini fırçala. Git bir bardak su iç. Sonra? Sonrası malum, saat henüz saatsizmaarif, ulan bu ne biçim iş? İki meridyen arasında bir ülke. İki ülke arasında bir şehir. İki şehir arasında bir sokak. İki sokak arasında bir yatak ve ne kadar da günah iki kişi yatmak. Tıraş olmak bedava, fırında ekmek ikramiyelik, ev kirası yok; sevişmek pahalı işte ama sevişememenin telafisi yok. Bir şarkı söyle şimdi, karcığar makamından, dünya işi olsun, belki hatırlarsın, sabahımız minörle dolsun; neyse sen bir şarkı söyleme en iyisi, kimse durduk yere uyanmasın. Unutma sen bir tutsaksın, makroyıllarca bitmeyecek tutsaklığın, için için çürüyecek bütün iç - dış organların. Denizlerin ne kadar mavi olduğunu unutacaksın. Unutma denizler artık kurşun mavisi. Gökyüzü kadmiyum kırmızısı. Unutma, rüzgarlara tutunacaksın. Çocukların yüzü gülecek. Sen görmeyeceksin. Yüzü gülen çocuklar büyüyüp yaşlanacak, yaşlanıp ölecek; bir zaman sonra belki gülmeyecek, şimdi yüzü gülen çocuklar. Bu acı hiç dinmeyecek. Hani papatyalar açardı, hatırlar mısın? Hani ilkbahar erken gelirdi bizim çayırlara, unuttun mu? Unutmadıysan, unut. Nasılsa bir gün unutacaksın. Bir gemi yanaşacak, bilmediğimiz bir sahil kasabasından alıp götürecek bizi; geride bıraktıkların silinmeyecek içerinden, kalacak hepsi; sanki bir dikiş izi.

***

(Tindâ.)

Şimdi titre, biraz. Kirpiklerin zor ayrılacak birbirinden. Ayrılsınlar. Saat olmuş seneidevriye, uykuları uykulardan çaldık, saat olmuş Büyük Patlama ('Big Bang', İngilizce. 'Anedara Perrineya', Vanilyanca.), belki biraz haddimizi aştık. Soluna bak, gözleri fal taşı. Gözleri taşıyor, fallara sığmıyor gözbebekleri. Seni seyrediyor Fertê (Türk dilinde ‘erkek’ anlamına gelir), seyirmeleri vakitsiz, bütün dikkati üzerinde. Biraz gülümse işte; aydınlansın günü, bir küçük ‘Günaydın’la. Öper belki seni, bırak öpsün; kimse gitmez cehenneme.

***

Kadın, kollarını iki yana açarak esnedi. Sol tarafına doğru baktı, adamla göz göze geldi. Sesi çatallıydı ve uykudan yeni uyandığını belli eder şekilde rahatsız ediciydi. Konuşmasa daha iyiydi doğrusu: “Uyanmış mıydın?”

Artık herkes uyanmıştı.

***

Rahman ve rahim olanın adıyla, bilerek ve bilmeyerek; oku, dedi Manitu. Milattan sonra, ikibinonküsür yılında keşfedildi Vanilya Gezegeni, dahil oldu galaksiye. 'Ol' dedi Ulu Manitu, oluverdi bir çırpıda. Önemlidir, bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, ilk nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

Jan 6, 2014

Bunun Otomatiği Yok Mu?

Bu coğrafyadaki takım tutma (veya daha yerinde bir tabir kullanmak gerekirse, bir spor kulübünün taraftarı olma) ritüeli çoğu zaman Nick Hornby’nin Arsenal taraftarı olması hikayesinden biraz farklıdır (diğer coğrafyalarda bulunduğum ve konuyla ilgili bir çıkarım yapacak tecrübeye sahip olduğum tam olarak söylenemez). Özünde taşıdığı anlam ve sonrasında ortaya çıkardığı durumlar açısından benzer sonuçlar gösterip aynı amaçlara hizmet ediyor olsa da başlangıç noktası ele alındığında konunun aslında tam olarak öyle olmadığı anlaşılır. Çünkü bizler ve bizim gibilerde, bugün taraftarı olduğumuz takımların sevdasına düşmemizin düne ait bir hatırası, bir ‘an’ı yoktur. “Beşiktaşlı olduğum günü hatırlıyorum da…” diye başlayan bir hikaye çoğu zaman dinleyemezsiniz. Çünkü bizim taraftar olma refleksimiz, hatırlanmaya müsait bir atmosferde ve ortamda gerçekleşmez (Tam tersi olsa bile, gerçek olanı kendimize saklamayı tercih ederiz çoğunlukla. ‘Ezelden beri’nin çekiciliğine saygımız sonsuzdur çünkü.) Bu yüzden babasının (dedesinin veya sevdiği bir başka yakınının) etkisine maruz kalmış çocuklar olarak, aklımızda herhangi bir soru işareti kalmadan, bir yandan da işimize gelmediğinden ötürü taşıdığı samimiyet adına herhangi bir sorgulama yapma gereksinimi de duymadan; dünyaya farklı şartlar altında tekrar gelecek olsak, babamızın (veya diğerlerinin) hangi takıma gönül verdiğini gözetmeksizin yine, şu an taraftarı olduğumuz takımın sevdalısı olacağımıza inanırız. Bu, doğruluğu kanıtlanamaz olsa da samimiyetten oldukça uzak bir düşüncedir (Konuyla alakasız olsa da; bu durum, islamiyeti kabul etmiş bir aile ve dahası böyle bir toplumda dünyaya gelmiş ve yalnızca bu etkenlerle müslüman olmuş bir bireyin, başka bir dini benimsemiş farklı bir dünya ülkesinde hayata gelse yine müslümanlığı tercih edeceği ihtimalini savunması kadar acıklı değildir ve bu örneğe kıyasla son derece masum kalır. Her neyse, bu farklı bir konu.) Bu satırları okurken bir yandan da kendinize ilgili soruyu yönelttiğinizi varsayıyorum. Doğru cevabı lütfen içinizden söyleyin ve kalabalık ortamlarda rolünüzü oynamaya çekinmeden devam edin.

Bizler mensubu olduğumuz düşüncelerin, somut materyallerle yapılandırılmadığını bazen unuturuz. Bazı maddi çıkarımları dolayısıyla taraftarı olduğumuz takımlardan ayrılan oyuncuları hiç düşünmeden “Üç kuruş para için sattı be şu takımı!” diye yerebilir, sözleşmesi biten ve iki takım arasında tercih yapmak zorunda kalan bir oyuncunun neden bizim taraftarı olduğumuz takımı tercih etmediğine bir türlü anlam veremeyebiliriz. Belki bu tepkimizin altında gerçekten mensubu olduğumuz camiaya olan tartışmasız bağlılığımız yatar, belki de söz konusu üç kuruşun bizlerin algısında tam olarak şekillenemeyen bir değere tekabül etmesi gerçeği. Aslında durumun sebebi açıktır: Düşüncelerimizi meydana getiren olguların altında soyut gerçekler barındığından dolayı profesyonel anlamda algılama ve karar verme yeteneğimiz büyük ölçüde körelir. Konuya açılan iki farklı düşünce penceresinin amatör olan tarafında saf tutarız ister istemez. Babasının omuzlarında maç izlemiş çocuklarız çünkü biz. Çünkü biz, taş üstünden giden topa direk, bel hizasından yukarı gidene aut kararı veririz.

Bizler takımımızın sevdasına ne zaman ve ne şekilde düştüysek düşelim yalnızca taraftarızdır ve bu durumdan herhangi bir kazancımız olduğu söylenemez. Bizim için aslolan duygulardır çünkü. Yeri gelir çamura batarız, yeri gelir fiyatının ucuzluğundan dolayı hangi hayvanın etinden yapıldığına dair şüpheye düştüğümüz ekmek arası köftelerle doyururuz karnımızı. Rakip takımın attığından bir adet fazla gol atmamız yeter bize bütün sıkıntıları unutturmaya. Tam tersi durumda, kötü sonuçlanmış bir maçın sonrasında okula/işe gitmenin verdiği sıkıntıyı da bizden daha gerçekçi yaşayana rastlayamazsınız. Bu yüzden bazı zamanlar, oyunun profesyonel parametreleri dikkate alındığında doğru olarak kabul edilmesi gereken davranışların, midemizde garip bir ekşime yarattığı durumlara engel olamayız. Çünkü böyle durumlarda beklentilerimiz ile karşılaştıklarımız örtüşmez. Bu da doğal olarak belli bir hayal kırıklığını meydana getirir. Aslında bu şekilde düşünmememiz gerektiği ortadadır, biz yine de kendimize engel olamaz, böyle düşünürüz. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz dünyada futbol başta olmak üzere hemen hemen her spor dalı (Squash de mi?) büyük bir pazara dönüşmüş durumda ve senin ve benim gibilerin mutlu olmasını sağlayacak olan sonuçların meydana gelebilmesi için, bu sonuçları yaratabilecek parçaların kendi açılarından parasal anlamda mutlu olması gereği oyunun ilk kanunu haline gelmiş vaziyette.

Belirtmeliyim ki, bahsi geçen durumun, aşağıda değineceğimden çok daha belirgin başka örnekleri de söz konusudur. Yine de, konunun içeriğine girmeden evvel bir iki kelam ederek, olayları; aslında insanların birbirinden farklı bakış açılarına sahip olmasının, olduğundan daha karmaşık ve zor hale getirdiğine parmak basma ihtiyacı hissettim.

Manuel Fernandes… Bir futbolcunun sezon ortasında transfer olduğu bir takımın çizgisini değiştirebileceğine olan inancım oldukça sınırlıdır (Theofanis Gekas abimizi tenzih ederim.) Elbette futbol dünyasında bunu gerçekleştirebilecek kalite ve yetenekte isimler mevcuttur fakat bu seviyedeki oyuncular zamanlama itibariyle takım değiştirmeye pek elverişli durumda bulunmazlar genellikle. Bu yüzden belli bir seviyenin altında olup, sezonun devre arası diye tabir ettiğimiz yarısında transfer olmuş bir oyuncunun o sezon sonuna kadar gösterdiği kısmen kötü performansı bir nebze göz ardı edebilirim. Bu, şahsi kanaatimdir. Spor camialarının aktif yöneticilerinin birtakım çıkarları doğrultusunda benimle farklı düşüncelerde olmalarını üzülerek de olsa anlayabiliyorum. Durumu iki ayrı pencereden izleyen taraflar olarak beklentilerimiz birbirinden farklı olduğundan, sonuçlara olan tepkilerimiz de aynı olmuyor haliyle.

Günümüze dönmeden önce kısa bir geri dönüş yapıp hafıza tazelemekte fayda var. Fernandes, 2010-2011 sezonunun ortasında Valencia’dan satın alma opsiyonuyla birlikte 6 aylığına kiralık olarak (Hugo Almeida ve Simao Sabrosa ile birlikte) Beşiktaş’a geldiğinde, taraftarın genel olarak beklentisi, hafif çalkantılı ve hedeflenen noktanın gerisinde seyreden sezonun şampiyon olarak bitirilmesiydi. Fakat hatırlayacağınız üzere durum bu şekilde gelişmedi. Devre arasında yaptığı üç önemli transfer ile birlikte sezonun ikinci yarısına 17’de 17 parolasıyla giren Beşiktaş yönetimi, takımın bu periyotta yalnızca 26 puan toplaması sonucu beşincilikte yetinmek zorunda kaldı. Fernandes de sözleşmesindeki satın alma opsiyonu kullanılarak 2.300.000 Euro bonservis bedeliyle, 3 yıllık yeni bir sözleşmeye imza attı. Tabi ki bu durumda bu oyuncuları günah keçisi olarak işaret etmek tamamıyla aptallık, hatta üzerinden hayli zaman geçmiş bir sezon olduğundan dolayı herhangi bir günah keçisi aramak ise an itibariyle oldukça lüzumsuz olur. Zaten maksadım da bu değil. Neyi; kimden ve ne şekilde istediğimizi tam olarak kestiremiyoruz. Ne yazık ki anlık ve hızlı beklentileri olan bir toplumuz. Konuya profesyonel anlamda yaklaşabilsek, aslında temeli kurulmuş ve yarım sezon boyunca bir arada çalışmış bir takıma yapılan ve hemen hemen hepsi kafadan takımın çekirdek kadrosuna yerleşebilecek düzeyde olan isimlerin, herhangi bir hazırlık döneminden (devre arası kampı mı?) geçmeden takıma yapabileceği katkının aslında çok da büyük beklentiler doğurmaması gerektiğini öngörebilmemiz gerekirdi. Neyse, bu hayli eski bir konu zaten.

Bir sonraki sezon, Schuster’den görevi devralan Tayfur’dan görevi devralan Carvalhal (öeh) ile beş haftalık bir kriz yaşasa da; bireysel yeteneklerini bu periyotta son derece güzel sergiledi. Top hakimiyeti, serbest vuruşlardaki teknik becerisi, son derece göze hoş gelen futbolu ve zaman zaman ortaya koyduğu –ve bir sonraki sezon daha da belirginleşecek olan- mücadele yeteneği, kötü sonuçlanmış bir sezonun ardından kendisine prim sağlayabilecek özellikler olarak bir kenara not alındı. Ertesi sezon “Feda” diyen Beşiktaş kulübü, Samet Aybaba’ya teslim etti takımı. Pahalı transferlerden kaçınan, bazı oyuncuların ücretlerinde indirime giden ve oldukça mütevazı bir kadroyla lige başlayan Beşiktaş’ın sahadaki lideri Fernandes oldu. Bu aslında zannedildiğinin aksine Fernandes’in özellikle sorumluluk üstlenmesiyle değil, bir şekilde mevcut kadroda sorumluluğun kendisinde kalmasıyla meydana geldi. Hakkını vermek gerekirse, kısıtlı imkanlarla ve oldukça dar bir rotasyonla mücadele etmek zorunda kalan takımın –bazı maçlardaki komik hatalarını saymazsak- başarılı isimlerinden biriydi Fernandes.


Gerçekten öyle mi yoksa öyle gözükmesini isteyen güçler tarafından bir oyunun içerisine mi çekildi tam olarak bilemesem de basında futbol dışı aktiviteleriyle de sık sık yer alan bir isim oldu Fernandes. Bir kimsenin eğlenmeye ve kendine vakit ayırmaya ne kadar hakkı varsa onun da var elbette. Yalnızca bir sporcu olarak muntazaman bunun dozunu ve şiddetini bizlerden bir adım daha özenle ayarlamalı. Sahada gösterdiği performansı sekteye uğratmadığı sürece –ki kendisinin profesyonellik anlayışının böyle bir olaya izin vereceğini düşünmüyorum- elbette dilediği gibi yaşayabilir. Bunu, burada belirtme gereği duymak bile utanç verici bir durum aslında. Aksine, bunun karamsar bir tablo olarak sergilenmesi ve yaptığı şeylerin bir ayıpmış gibi lanse edilmesi son derece düşündürücü. Ne yazık ki sayı olarak oldukça yüksek bir taraftar kitlesinin ilgi odağında olan bir isim olarak, bu beklentileri yüksek kitlenin büyük bir bölümünün algısında “sorumsuz futbolcu” imajı yaratılma politikası izlenmiş vaziyette. Zihnimizin çarkları da olayları bu şekilde algılamaya müsait bir yönde döndüğünden dolayı, bunu hedefleyenlerin kısmen de olsa amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Yaratılan bu algının ucu kim bilir; belki de, üst üste ortaya koyulan başarısız performansların süregeldiği bir periyot sonrası kötü oynanmış bir maç esnasında, sahaya atlayan bir taraftardan tekme/yumruk yeme raddesine kadar gelebiliyor.

Benim adım Manuel Fernandes. Portkezliyim. Son üç yıldır Türkiye’de, Beşiktaş JK’nün futbol takımında oynuyorum. Sözleşmemin son senesindeyim. Şu an ortasında bulunduğumuz sezonun başında kazandığımdan daha iyi şartları sağlayabilecek bir anlaşmayla sözleşmemi uzatabilirdim. Bu takımda ve bu ülkede olmaktan mutluyum. Buna rağmen kulübüm benimle pazarlık yapmayı tercih etti. Nedense kulüp yönetiminin, takımı taşımamı beklediği nokta ve sahada sergilememi gerekli gördüğü performans olabildiğince yukarıda ve Avrupa standartlarında olmasına rağmen, talep ettiğim ücreti ve imkanları bana sağlamaları konusunda beklentilerinin tam tersine biraz kararsızlar. Futbolculuk benim mesleğim ve hayatımı şekillendirmek için kazanacağım paranın kaynağı. Yaz dönemini bu belirsizliklerle ve daha sonraya ertelenmiş konularla geçirdik. Sezon başladı. Takımımıza katılan ve takımı koordine etmesi için görevlendirilen Futbol Direktörümüz Önder Özen ve Teknik Direktörümüz Slaven Bilic ve ekibi son derece başarılı ve güzel insanlar. Takımımız da genç ve yetenekli. Bu enerjiyle ilk dört haftayı dört galibiyetle noktaladık ve ligin en iyi performansını gösteren ekibi olduk. Daha sonra takım olarak bu performansımız geriledi. Talihsiz maçlar oynadık. 17 hafta sonunda geldiğimiz nokta başladığımız gibi kalmadı ne yazık ki. Bu periyotta kendi performansımdan da memnun olduğum söylenemez. Takımıma bir önceki sezon yaptığım katkıyı yapamadım. Çalıştım fakat bir formsuzluk dönemi yaşadım. Bu dönemde teknik direktörümüz bana forma şansı vermeye devam etti yine de. Sözleşme konusunda herhangi bir adım maalesef atamadık. 15. haftada oynadığımız Kasımpaşa maçında, o an tarafını bilmediğim, daha sonra Beşiktaşlı olduğunu ve benden özür dilediğini açıklayan bir şahıs tarafından saldırıya uğradım. Aynı taciz kendisine yapılsa muhtemelen maçı tatil edecek olan karşılaşmanın hakemi bu olaya kayıtsız kaldı ve oyunu devam ettirdi. Ben böylesine tramvatik bir durum sonrasında sahayı terk etmek istedim, tribündeki bazı kişilerle tartıştım, teknik ekibimizin telkinleriyle kalan 15 dakika boyunca sahada kaldım. Bu olay kendimi sorgulamama sebep verdi. Atlatmam son derece zordu. Diğer iki maçta forma giyemedim. 16. haftada oynanan Elazığspor maçı sonrası Futbol Direktörümüz Önder Özen bana yönelik eleştirilerde bulunarak amatör ruhla mücadele eden takım arkadaşlarımı övdü. Daha sonrasında taraftarla aramda bir sorun olmadığını, burada kalmak istediğimi belirten röportajlar verdim. Eğer ısrarımdan vazgeçip kulübün vereceği herhangi bir ücrete razı olmazsam muhtemelen sezon sonunda başka bir takıma gideceğim. Sezonun ilk yarısındaki kötü performansımın sebebini istediğim parayı alamadığıma yoran bazı taraftarlar ikinci yarıda gösterebileceğim muhtemel iyi performansı kendime yüksek ücretli bir kontrat imzalayabileceğim bir takım bulacağıma olan inancıma bağlayacaklar. Sonuçta ben futbolcuyum, bu benim işim. Henüz iki yaşında babamın omuzlarında Dolmabahçe’de “Metin Ali Feyyaz koysun…” diye tezahürat yapmadım. Öyle olsaydı paranın lafı elbette olmazdı.


Ben Ahmet veya Mehmet veya Hasan, Hüseyin… Beşiktaşlıyım. Kendimi bildim bileli. Aşırı fanatizm seviyesinde olmasa da güzel bir taraftarlığı olan ve futbol maçlarını hem keyifli bir hafta sonu aktivitesi hem de içgüdüsel olarak tuttuğu takımın yanında olma duygusuyla örtüştüren babamla birlikte kendimi bilmezden beri maçlara gider, takımımı yakından takip ederim. Üzülürüm, sevinirim. Feyyaz Fenerbahçe’ye gittiğinde tam olarak idrak edememiştim belki durumu ama Tümer’in Fenerbahçe’ye gittikten sonra İnönü’ye geldiği ilk maçta sahaya çıktığı anda “Nerde tezkere…” diye avazı çıktığı kadar bağıranlardan birisi bendim. Tıpkı gitmeden önceki son Fenerbahçe maçında kapalının önünde karşılıklı tezahürat yaptığı ve kendisine “Adamsın adam” övgülerinde bulunan taraftarlardan biri olduğum gibi.

Bu konuda muhtemelen en büyük hata yaratılan sistemin uygun göreceği kararlılıkta davranamamak oldu. Yani Fernandes konusu sezon başında çoktan çözülmüş olmalıydı. “Takımımızda sana ihtiyacımız var ve ödeyebileceğimiz para bu, bu şartlarda bizimle daha uzun yıllar çalışır mısın?” sorusuna Fernandes cephesinden gelecek olumsuz yanıt sonrası, ya sezon başlamadan başka bir kulübe satılacaktı ya da mevcut sözleşmesi bitene kadar herhangi bir pazarlık veya anlaşma girişimleri yapılmayacaktı. Bu belirsiz durum, Önder Özen ile birlikte yaratılmaya çalışılan yapılanmanın tam olarak kapsamadığı bir vaziyette vuku buldu. Bugün Fernandes hala sözleşmesi sezon sonunda bitecek bir oyuncu konumunda ve bu satırlarda kendisiyle aynı konumda olan Almeida’dan bahsetmiyorsak bunun sebebi, Fernandes’in sahada ortaya koyduğu/koyamadığı performansıdır. Sezonun ilk yarısında geçtiğimiz sezonki performansını devam ettirebilmiş olsaydı belki dilediği parayı çoktan alacaktı, belki de sezon sonunda dilediği paraları kazanabileceği başka bir kulübe gidecekti. En azından sözleşmesini kapsayan bu sezonun sonuna kadar Beşiktaş kulübü kendisine ödemek zorunda olduğu paranın karşılığını almış olacaktı. Fakat durum tam tersi olunca, yani oynadığı oyun neredeyse vasat bile değilken, ne kulüp kendisine tam olarak güvenebiliyor, ne taraftar, ne de kendisi bu performansı sonrası yüksek bedelli kontratlar imzalayabileceği bir kulüp bulacağına inanıyor. Üstelik Kasımpaşa maçında yaşanan üzücü olayın (ki olayın münferit bir olay olduğuna inancım neredeyse sıfırdır ve benim için İstanbul’a şehir dışından gelirkenki ‘Neredeyse geldik’ noktası Gebze’dir) kafaları daha fazla karıştırdığı da ortadadır.

Farklı bakış açılarına sahip kişilerin beklentileri de birbirinden farklı oluyor işte. Her futbolcudan bir Pascal Nouma olmasını bekleyemezsiniz. Eğer oluyorsa bu, profesyonel yapılanmanın dışında kendisini etkileyen olağan dışı amatör bir dürtünün sonucu gerçekleşmiştir. Gelecek sezon Westfalen’de Lewandowski’yi ıslıklamayacak bir Borussia Dortmund taraftarı görülemeyecek olmasının sebebi de budur. Çünkü o tribünde oturan adamın çözümleyebileceği kavramlar içerisinde, bir oyuncunun Borussia Dortmund’tan vazgeçmesine sebep olabilecek şartların ne olduğu bulunmayacak. Günümüz futbol dünyasının sahip olduğu gerçekler neticesinde nasıl ki Fernandes, olayı bir taraftar profiliyle düşünemeyecek ve bu pencereden bir karar veremeyecekse, çoğu taraftar da alınacak profesyonel kararların taşıdığı samimiyeti bir türlü çözemeyecek ve tepkileri bu doğrultuda olacak (Örneğin başka bir Süper Lig takımına gitse, gelecek sezon Beşiktaş taraftarı tarafından ıslıklanacak.) Bunun aksini başaranlar, yani olayı profesyonel olgularıyla özümseyebilmiş olanlar, gerçeğin çıplaklığı karşısında sessizliğini koruyacak ve çaresizliğini elbette yaşayacaktır ama küçük bir burukluk her daim kendine bir şekilde yer bulacaktır. Bu sezon Mario Götze, Westfalen’de Dortmund’a karşı Bayern Münih formasıyla gol attığında ihanete uğramış gibi hissetmeyen bir tane Dortmund’lu sizce var mıydı? Götze istediği kadar ellerini kaldırıp, attığı gole sevinmesin. Bence yoktu.