Amatör
lig takımlarından Calais’nin, Fransa Kupası’nda finale yükseldiği 2000
senesindeki unutulmaz macerası, sonunda kupayı kazanamamış olsalar bile en
güzel peri masalı hikayelerinden birine dönüşmüştür, bilenler bilir. Özellikle bizim gibi
bir ucundan sokak kültürünü tatmış, hayatının en büyük sınavlarını bir üst
mahalleyle çıktığı maçlarda vermiş çocuklar ve öbür ucundan da sanal menajerlik
oyunlarıyla hep o hayalini kurduğu masalsı kariyerin mücadelesini üçüncü
liglerden başlayıp şampiyonlar ligine kadar sürdürmüş adamlar için, böylesi
gerçekçi başarıların ve sürprizlerin bambaşka bir tadı, tarifsiz bir büyüsü
vardır. Film olsa gözyaşlarıyla izleyeceğimiz, kitap olsa döne döne
okuyacağımız bir senaryonun gerçeğe dönüşmüş hali, muhakkak ki unutulmaz olur
her zaman. Bu yüzden o yıl kupayı kazanan Nantes’dan dana önce hatırlanır ve
anlatılır Calais’nin hikayesi.
Elbette
çok değildir bu gibi hatıralar, nadiren gerçekleşir doğası gereği, kolay
olmadığı tartışılmaz bile. Belki on yıllarda birkaç kez yaşanır, belki de
böylesine unutulmaz oluşları bu seyrekliğinden ve zorluğundan kaynaklanır.
Teşbihte hata olmaz elbet; denir ya, umut fakirin ekmeğidir diye, futbolu
kalbinin iyi tarafıyla seyreden güzel insanlar için, umudun gerçeğe
dönüşmesidir küçük olanın büyüğü, zayıf olanın güçlüyü ve hatta güçlüleri alt etmesi,
edebilmesi, beklenmedik bir başarı kazanması. Genelde tam tersi olur çünkü,
heyecanı ve güzelliği bu yüzdendir. Hep en iyiler kazanırsa hayatta, ne keyfi
kalır ki yaşamanın?
Lig
gibi uzun maratona yayılan mücadelelerde, rakiplerine göre küçük olanın,
bütçesi kısıtlı ve imkanları az olanın yani, sürdürülebilir bir başarı
kazanması zordur. Sistemli bir organizasyona ihtiyaç vardır kalıcı ve esaslı
başarılar elde edebilmek için. Küçük takımlar işte bu yüzden anlık heyecana,
kısa vadeli başarıya, oyun içi günlük değişkenlere ihtiyaç duyarlar; haliyle 34
veya 38 haftalık bir yarıştan galip çıkmak çok mümkün değildir onlar için; az
kazanırlar, isimleri daha az duyulur ama işler yolunda gittiği zaman da
unutulmazlar. Üç sezon önce FA Cup’ı kaldıran takım, aynı zamanda uzun lig
maratonunun üstesinden gelemeyip bir alt lige düşen Wigan Athletic değil de
Manchester City olsa, ertesi gün unutulur gider, olağan bir spor haberi olarak
kalırdı hafızalarda en fazla, şimdi lafı açıldığında anlatılan bir hikayeye dönüştü
işte, fena mı? Ya da ligin köklü kulüplerinden biri olmasına rağmen Bursaspor'un şampiyon olması gibi; hakkında çekilmiş belgesellerle, yazılmış öykülerle resmedildi defalarca, hala kahramanları bulundu mu anlattırılan bir hikaye olarak kaldı takvim yapraklarında, ezbere biliyoruz. Masada güçlü olanlar, istisnalar dışında kazanan tarafta olur hep; yahut
kazananlar hep masada güçlü olanlardan çıkar, diyelim. Çünkü masada güçlü
olanlar sahada da güçlüdür, modern oyunun doğası gereği.
Calais
ve Wigan örneklerinde olduğu gibi, tek maçlı eleminasyon usulü kupa
organizasyonları, hem büyük küçük gözetmeksizin tüm takımları aynı havuzda
toplaması ve olası bir sürprize müsait olması bakımından, uzun soluklu lig
yarışlarından farklı bir tada sahiptir kısaca. Kazananı yalnızca doksan
dakikada, yani tek bir maçta neticelenecek bir mücadele, futbol gibi anlık
şartlara ve değişkenlere bağlı bir sporda her türlü sonucu olası kılmaya
müsaittir. Formül basittir, bütün maçlar golsüz başlar ve top yuvarlaktır;
devamı sonra gelir. Başlangıçta kim olduğunuzun, gücünüzün ne olduğunun önemi
yoktur.
Biz
ise, kupa müsabakalarını geride kalan on yıldır lig usulü oynuyoruz ülkemizde.
Hem de ilk birkaç turda küçük takımları birbirine çarptırıp temizleyerek, sonra
işin içine babaları katıp gruplara ayırarak. Zaten kazanma şansı düşük olan
takımların önünü kapatmaktan başka bir işe yaramayan tuhaf bir sistem, güçlüyü
daha güçlü, zayıfı daha umutsuz kılan amaçsız bir fikstür sıkışıklığı. Hani,
Kahraman Bakkal Abla’nın çırağı Şeref “Önemli insanların kavgasının arasında
ezilen çok fena önemsiz insanlarız biz” diyor ya, biraz onun gibi. Kabul, belki
tek maç üzerinden oynandığı zaman sürpriz kupa şampiyonları, beklenmedik
performansla üst turlara yükselmiş küçük bütçeli ilçe takımları çıkmadı yakın
zamanda; yine büyükler kazandı, yine zenginler galip geldi ama hiç olmazsa
bunun olabileceği umudu, acaba kazanabilir miyiz düşüncesi canlı kalabilmeliydi
akıllarda. Zayıf olduğu aşikar bir takım, zaten bir maçı kazanmaya yetecek
kapasitesi ortadayken, gruplara kalmayı başarmış olsa bile altı maçlık bir
periyot sonunda üst tura çıkamayacağını biliyor olacak, henüz başlarken daha.
Üçüncü lig takımı Kastamonuspor, günlük değişkenleri ve mevcut şartları fırsata
çevirip tek maç sonunda Kasımpaşa’yı eleyebiliyor bugün, ancak en kötü iki
tanesi Kasımpaşa kalibresinde ve tamamı kendinden üst liglerde oynayan
rakiplere karşı altı maçlık bir mücadele içerisinde olmanın telaşıyla eriyip
gidecek muhtemelen. Oysa Kastamonuspor her maçın sonucunun kendini bağladığı
bir sistemde yarışıyor olsa, dün Kasımpaşa’yı yendiği gibi yarın neden
Trabzonspor’u, Antalyaspor’u veya bir başka takımı da yenemeyeceğini
düşünebilir, maçlara yansıtacağı adaptasyon ve heyecan farklı bir ivme
kazanabilir bu sayede ve üstelik kaybedecek bir şeyi olmadığını bilmek bir
yana, kazanacağının ne olduğunun bilincinde olarak sürpriz sonuçların doğma
ihtimalini mevcut sistemden daha yukarıya taşıyabilir. Muhakkak mevcut düzende
de kaybedecek bir şeyi yoktur, en nihayetinde bir yarıştır, ama yapacağı ve güzel hatıralara dönüşecek birkaç maç dışında kazanacak bir
şeyi olmadığı da gayet açıktır. Sonunda kazanacağı bir şey olmadığını bilmek, mücadelenin en
acıklısıdır kuşkusuz.
Ceketini
assa yarı finale çıkabilecek büyüklükte ve muhtemelen her koşulda yine büyük
oranda kazananı kendilerinden biri olacak olan takımlar için zaten uzun
zamandır angarya haline gelmiş ve ikinci kalecileri oynatma fırsatı olmaktan
öteye gitmeyen bu organizasyonda küçük takımların şansını ortadan kaldıracak
kadar zorlaştırmak, futbolun güzelliği adına, mucizesini yaşanabilir kılmak
adına olumsuz bir uygulamadır, açıkça. Derdim illa küçük bazı takımların başarılı
olmasının yolunun açılması değil, ki bu yalnızca statünün değişmesiyle mümkün
olacak bir durum da değil zaten (dediğim gibi böylesine unutulmaz hikayeler nadiren
olur ve hatta genelde hiç olmaz), sadece futbolun bir oyun olduğunun
unutulmamasının ve oyunu güzel kılan en önemli faktörün, anlatılan
hikayelerden, yaşanan heyecanlardan ibaret olduğu gerçeğini dile getirmenin ve
en azından bunun yaşanılabilir olma ihtimaline dair umudun canlı kalmasının
peşindeyim yalnızca. İhtimal ne kadar düşerse, mucizenin gerçekleşmesi o kadar
zorlaşır. Yani zaten ülkenin o sezonki en başarılı takımı ve takımları oynanan
lig maratonu sonunda belli oluyorken ve elinde böylesine çeşitlendirmeye müsait
geniş bir imkan ve organizasyon geleneği varken, şartların neden sonuna kadar
zorlandığı, benim cevabını bulamadığım, merak ettiğim bir soru.
Sokakta
tek kale maç yaparken kendini Dünya Kupası’nda, Şampiyonlar Ligi’nde hayal etmiş,
topa kafa atarken “Batistuta” diye haykırmış çocukların, gerçekleşecek mucizelerde
kendinden bir parça bulmasıdır Calais’ninki gibi hikayeler. Mahallenin
esnaflarından oluşan o amatör takımın ülkenin en iyilerine kafa tutup, final
maçında o sahaya çıkması yalnızca bir futbol müsabakasından çok daha fazlasıdır
çünkü.
Bunun
güzelliğini görmezden gelmeyin. Var olma ihtimalini ortadan kaldırmayın, azaltmayın. Kimse için değil, ne taraftarlar ne futbolcular ne yöneticiler, hepsi bir kenara; sadece futbolun güzelliği için.
Belki ülkemizde -özellikle son yıllarda şekil değiştirmiş- taraftarlık anlayışı ve kültürü, Calais'ninki gibi bir durumu sahiplenme açısından başarısız kalacaktır, belki olası bir üçüncü lig takımının final oynaması bir stadı dolduracak kadar taraftar toplamaya bile yetmeyecektir -ki bırakın üçüncü lig takımını, Süper Lig'de mücadele eden Anadolu takımları için de geçerlidir aynı durum- lakin benim açtığım pencere, olayın tek taraflı gözlemlenmesine yöneliktir, belki biraz bencilce. Ki zaten ülkedeki taraftarlık olgusu, bambaşka bir yazının ana başlığı olmalıdır, şöyle dursun bir kenarda.
"Kupa maçları neden tek maçlı eleme usulü değil de deplasmanlı lig usulü oynanıyor?" Soru basit, cevap karışık; konu aslında uzun... Mevcut statünün uygulanma nedenleri yalnızca sponsorlar, yayıncı kuruluş, bahis şirketleri, reklam
gelirleri, havuz gibi aslında temelde oyunun bir parçası olmayan kelimeler
kullanılarak açıklanıyorsa, bütün maçlar golsüz başlamıyor demektir
düşündüğümüzün aksine. Televizyon kanalı para ödeyerek maç yayınlarını satın alacak, büyük takımlar ne kadar çok maç yaparsa o kadar çok reklam geliri elde edilecek vs... Midem bulandı... Bizim gibi, oyunu oyun olduğu için seven, topun
adaletine inanan romantikler adına, futbolun en gerçekçi yüzünü mahalle
maçlarında bırakmış çocuklar adına, her hafta doğduğu ilçenin üçüncü ligde
mücadele eden takımının maç sonuçlarını takip eden insanlar adına, taraftarı
olduğu takımın atkısını boynuna sardığı çocuğunu omzuna atıp tribünlere götüren
babalar adına pek iç açıcı bir manzara değil. Hani, bir türlü tarif edemediğimiz
soğukluk var ya tribünlerde filan ne zamandır, böyle keyifsiz bir kabulleniş,
işte onlar biraz da buradan, gerçekte sistemin kime çalıştığının çıplaklığından. Taraftara değil, futbolculara değil, küçük kulüplere belki çok az, ama diğerlerine... Zorla içimizden sökülen umutlar yüzünden, suratımızın asıklığı. Sahip olduğumuz en değerli hazine
umudumuzdu hayata dair, her anlamda. Hepsini yavaş yavaş körelttiniz,
kurduğunuz şark sarayında. Bu, belki küçük bir yansıması sadece, düşününce önemli bile olmayan; alt tarafı bir oyun, evet. Biz küçüklüğümüzün farkındayız, büyüklüğümüz bundan
gelir. Alın, sizin olsun hepsi. En çok siz kazanın, en büyük sizsiniz çünkü.