Dec 12, 2015

Bütün Maçlar Golsüz Başlar

Amatör lig takımlarından Calais’nin, Fransa Kupası’nda finale yükseldiği 2000 senesindeki unutulmaz macerası, sonunda kupayı kazanamamış olsalar bile en güzel peri masalı hikayelerinden birine dönüşmüştür, bilenler bilir. Özellikle bizim gibi bir ucundan sokak kültürünü tatmış, hayatının en büyük sınavlarını bir üst mahalleyle çıktığı maçlarda vermiş çocuklar ve öbür ucundan da sanal menajerlik oyunlarıyla hep o hayalini kurduğu masalsı kariyerin mücadelesini üçüncü liglerden başlayıp şampiyonlar ligine kadar sürdürmüş adamlar için, böylesi gerçekçi başarıların ve sürprizlerin bambaşka bir tadı, tarifsiz bir büyüsü vardır. Film olsa gözyaşlarıyla izleyeceğimiz, kitap olsa döne döne okuyacağımız bir senaryonun gerçeğe dönüşmüş hali, muhakkak ki unutulmaz olur her zaman. Bu yüzden o yıl kupayı kazanan Nantes’dan dana önce hatırlanır ve anlatılır Calais’nin hikayesi.

Elbette çok değildir bu gibi hatıralar, nadiren gerçekleşir doğası gereği, kolay olmadığı tartışılmaz bile. Belki on yıllarda birkaç kez yaşanır, belki de böylesine unutulmaz oluşları bu seyrekliğinden ve zorluğundan kaynaklanır. Teşbihte hata olmaz elbet; denir ya, umut fakirin ekmeğidir diye, futbolu kalbinin iyi tarafıyla seyreden güzel insanlar için, umudun gerçeğe dönüşmesidir küçük olanın büyüğü, zayıf olanın güçlüyü ve hatta güçlüleri alt etmesi, edebilmesi, beklenmedik bir başarı kazanması. Genelde tam tersi olur çünkü, heyecanı ve güzelliği bu yüzdendir. Hep en iyiler kazanırsa hayatta, ne keyfi kalır ki yaşamanın?

Lig gibi uzun maratona yayılan mücadelelerde, rakiplerine göre küçük olanın, bütçesi kısıtlı ve imkanları az olanın yani, sürdürülebilir bir başarı kazanması zordur. Sistemli bir organizasyona ihtiyaç vardır kalıcı ve esaslı başarılar elde edebilmek için. Küçük takımlar işte bu yüzden anlık heyecana, kısa vadeli başarıya, oyun içi günlük değişkenlere ihtiyaç duyarlar; haliyle 34 veya 38 haftalık bir yarıştan galip çıkmak çok mümkün değildir onlar için; az kazanırlar, isimleri daha az duyulur ama işler yolunda gittiği zaman da unutulmazlar. Üç sezon önce FA Cup’ı kaldıran takım, aynı zamanda uzun lig maratonunun üstesinden gelemeyip bir alt lige düşen Wigan Athletic değil de Manchester City olsa, ertesi gün unutulur gider, olağan bir spor haberi olarak kalırdı hafızalarda en fazla, şimdi lafı açıldığında anlatılan bir hikayeye dönüştü işte, fena mı? Ya da ligin köklü kulüplerinden biri olmasına rağmen Bursaspor'un şampiyon olması gibi; hakkında çekilmiş belgesellerle, yazılmış öykülerle resmedildi defalarca, hala kahramanları bulundu mu anlattırılan bir hikaye olarak kaldı takvim yapraklarında, ezbere biliyoruz. Masada güçlü olanlar, istisnalar dışında kazanan tarafta olur hep; yahut kazananlar hep masada güçlü olanlardan çıkar, diyelim. Çünkü masada güçlü olanlar sahada da güçlüdür, modern oyunun doğası gereği.

Calais ve Wigan örneklerinde olduğu gibi, tek maçlı eleminasyon usulü kupa organizasyonları, hem büyük küçük gözetmeksizin tüm takımları aynı havuzda toplaması ve olası bir sürprize müsait olması bakımından, uzun soluklu lig yarışlarından farklı bir tada sahiptir kısaca. Kazananı yalnızca doksan dakikada, yani tek bir maçta neticelenecek bir mücadele, futbol gibi anlık şartlara ve değişkenlere bağlı bir sporda her türlü sonucu olası kılmaya müsaittir. Formül basittir, bütün maçlar golsüz başlar ve top yuvarlaktır; devamı sonra gelir. Başlangıçta kim olduğunuzun, gücünüzün ne olduğunun önemi yoktur.

Biz ise, kupa müsabakalarını geride kalan on yıldır lig usulü oynuyoruz ülkemizde. Hem de ilk birkaç turda küçük takımları birbirine çarptırıp temizleyerek, sonra işin içine babaları katıp gruplara ayırarak. Zaten kazanma şansı düşük olan takımların önünü kapatmaktan başka bir işe yaramayan tuhaf bir sistem, güçlüyü daha güçlü, zayıfı daha umutsuz kılan amaçsız bir fikstür sıkışıklığı. Hani, Kahraman Bakkal Abla’nın çırağı Şeref “Önemli insanların kavgasının arasında ezilen çok fena önemsiz insanlarız biz” diyor ya, biraz onun gibi. Kabul, belki tek maç üzerinden oynandığı zaman sürpriz kupa şampiyonları, beklenmedik performansla üst turlara yükselmiş küçük bütçeli ilçe takımları çıkmadı yakın zamanda; yine büyükler kazandı, yine zenginler galip geldi ama hiç olmazsa bunun olabileceği umudu, acaba kazanabilir miyiz düşüncesi canlı kalabilmeliydi akıllarda. Zayıf olduğu aşikar bir takım, zaten bir maçı kazanmaya yetecek kapasitesi ortadayken, gruplara kalmayı başarmış olsa bile altı maçlık bir periyot sonunda üst tura çıkamayacağını biliyor olacak, henüz başlarken daha. Üçüncü lig takımı Kastamonuspor, günlük değişkenleri ve mevcut şartları fırsata çevirip tek maç sonunda Kasımpaşa’yı eleyebiliyor bugün, ancak en kötü iki tanesi Kasımpaşa kalibresinde ve tamamı kendinden üst liglerde oynayan rakiplere karşı altı maçlık bir mücadele içerisinde olmanın telaşıyla eriyip gidecek muhtemelen. Oysa Kastamonuspor her maçın sonucunun kendini bağladığı bir sistemde yarışıyor olsa, dün Kasımpaşa’yı yendiği gibi yarın neden Trabzonspor’u, Antalyaspor’u veya bir başka takımı da yenemeyeceğini düşünebilir, maçlara yansıtacağı adaptasyon ve heyecan farklı bir ivme kazanabilir bu sayede ve üstelik kaybedecek bir şeyi olmadığını bilmek bir yana, kazanacağının ne olduğunun bilincinde olarak sürpriz sonuçların doğma ihtimalini mevcut sistemden daha yukarıya taşıyabilir. Muhakkak mevcut düzende de kaybedecek bir şeyi yoktur, en nihayetinde bir yarıştır, ama yapacağı ve güzel hatıralara dönüşecek birkaç maç dışında kazanacak bir şeyi olmadığı da gayet açıktır. Sonunda kazanacağı bir şey olmadığını bilmek, mücadelenin en acıklısıdır kuşkusuz.

Ceketini assa yarı finale çıkabilecek büyüklükte ve muhtemelen her koşulda yine büyük oranda kazananı kendilerinden biri olacak olan takımlar için zaten uzun zamandır angarya haline gelmiş ve ikinci kalecileri oynatma fırsatı olmaktan öteye gitmeyen bu organizasyonda küçük takımların şansını ortadan kaldıracak kadar zorlaştırmak, futbolun güzelliği adına, mucizesini yaşanabilir kılmak adına olumsuz bir uygulamadır, açıkça. Derdim illa küçük bazı takımların başarılı olmasının yolunun açılması değil, ki bu yalnızca statünün değişmesiyle mümkün olacak bir durum da değil zaten (dediğim gibi böylesine unutulmaz hikayeler nadiren olur ve hatta genelde hiç olmaz), sadece futbolun bir oyun olduğunun unutulmamasının ve oyunu güzel kılan en önemli faktörün, anlatılan hikayelerden, yaşanan heyecanlardan ibaret olduğu gerçeğini dile getirmenin ve en azından bunun yaşanılabilir olma ihtimaline dair umudun canlı kalmasının peşindeyim yalnızca. İhtimal ne kadar düşerse, mucizenin gerçekleşmesi o kadar zorlaşır. Yani zaten ülkenin o sezonki en başarılı takımı ve takımları oynanan lig maratonu sonunda belli oluyorken ve elinde böylesine çeşitlendirmeye müsait geniş bir imkan ve organizasyon geleneği varken, şartların neden sonuna kadar zorlandığı, benim cevabını bulamadığım, merak ettiğim bir soru.

Sokakta tek kale maç yaparken kendini Dünya Kupası’nda, Şampiyonlar Ligi’nde hayal etmiş, topa kafa atarken “Batistuta” diye haykırmış çocukların, gerçekleşecek mucizelerde kendinden bir parça bulmasıdır Calais’ninki gibi hikayeler. Mahallenin esnaflarından oluşan o amatör takımın ülkenin en iyilerine kafa tutup, final maçında o sahaya çıkması yalnızca bir futbol müsabakasından çok daha fazlasıdır çünkü. 

Bunun güzelliğini görmezden gelmeyin. Var olma ihtimalini ortadan kaldırmayın, azaltmayın. Kimse için değil, ne taraftarlar ne futbolcular ne yöneticiler, hepsi bir kenara; sadece futbolun güzelliği için.

Belki ülkemizde -özellikle son yıllarda şekil değiştirmiş- taraftarlık anlayışı ve kültürü, Calais'ninki gibi bir durumu sahiplenme açısından başarısız kalacaktır, belki olası bir üçüncü lig takımının final oynaması bir stadı dolduracak kadar taraftar toplamaya bile yetmeyecektir -ki bırakın üçüncü lig takımını, Süper Lig'de mücadele eden Anadolu takımları için de geçerlidir aynı durum- lakin benim açtığım pencere, olayın tek taraflı gözlemlenmesine yöneliktir, belki biraz bencilce. Ki zaten ülkedeki taraftarlık olgusu, bambaşka bir yazının ana başlığı olmalıdır, şöyle dursun bir kenarda.

"Kupa maçları neden tek maçlı eleme usulü değil de deplasmanlı lig usulü oynanıyor?" Soru basit, cevap karışık; konu aslında uzun... Mevcut statünün uygulanma nedenleri yalnızca sponsorlar, yayıncı kuruluş, bahis şirketleri, reklam gelirleri, havuz gibi aslında temelde oyunun bir parçası olmayan kelimeler kullanılarak açıklanıyorsa, bütün maçlar golsüz başlamıyor demektir düşündüğümüzün aksine. Televizyon kanalı para ödeyerek maç yayınlarını satın alacak, büyük takımlar ne kadar çok maç yaparsa o kadar çok reklam geliri elde edilecek vs... Midem bulandı... Bizim gibi, oyunu oyun olduğu için seven, topun adaletine inanan romantikler adına, futbolun en gerçekçi yüzünü mahalle maçlarında bırakmış çocuklar adına, her hafta doğduğu ilçenin üçüncü ligde mücadele eden takımının maç sonuçlarını takip eden insanlar adına, taraftarı olduğu takımın atkısını boynuna sardığı çocuğunu omzuna atıp tribünlere götüren babalar adına pek iç açıcı bir manzara değil. Hani, bir türlü tarif edemediğimiz soğukluk var ya tribünlerde filan ne zamandır, böyle keyifsiz bir kabulleniş, işte onlar biraz da buradan, gerçekte sistemin kime çalıştığının çıplaklığından. Taraftara değil, futbolculara değil, küçük kulüplere belki çok az, ama diğerlerine... Zorla içimizden sökülen umutlar yüzünden, suratımızın asıklığı. Sahip olduğumuz en değerli hazine umudumuzdu hayata dair, her anlamda. Hepsini yavaş yavaş körelttiniz, kurduğunuz şark sarayında. Bu, belki küçük bir yansıması sadece, düşününce önemli bile olmayan; alt tarafı bir oyun, evet. Biz küçüklüğümüzün farkındayız, büyüklüğümüz bundan gelir. Alın, sizin olsun hepsi. En çok siz kazanın, en büyük sizsiniz çünkü.

Nov 21, 2015

Gio Ödülleri


Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) tarafından Giovanni Scognamillo onuruna düzenlenen GİO Ödülleri'nin bu yılki "Yayımlanmamış Öykü" kategorisinde, "Bugün Biraz Peygamberim" isimli öyküm ikincilik ödülüne değer görüldü. Katılan, ödül alan/almayan, organizasyonda emeği bulunan herkese çok teşekkürler.

http://www.fabisad.com/haber/2015-gio-odulleri-sahiplerini-buldu/

Jun 11, 2015

Boş Kaleye Atılamayan Gol

Zaman zaman video endeksli sosyal medya ortamlarında, bazen de spor kanallarının eğlence programlarında rastladığımız bilindik bir görüntü vardır: Bir futbolcu, kaleci dahil tüm rakip takımı ekarte edip üç direkle çevrilmiş bomboş kaleyle karşı karşıya kalır ve buna rağmen imkansızı başarıp o golü yapamaz…

Tanıdık geldi değil mi? İşte seçim sonrasındaki MHP, o videodaki golü atamayan futbolcu…

Seçim öncesi propaganda zamanında kullandığı dil, sözünü ettiği vaatler ve soracağını taahhüt ettiği hesaplar baz alındığında, -ki belki de topladığı oyların hatırı sayılır bir bölümünün dayanak noktası bu propaganda sürecidir- MHP’nin karşısındaki rakibin AKP olduğu, kalesine golü atmak istediği ‘karşı taraf’ın AKP iktidarı olduğu oldukça anlaşılabilir. Ki doğal olan da zaten budur. Belki ideolojik ve kendi varlığına temel oluşturan başka ‘karşı taraf’lar muhakkak ki vardır ancak mevcut siyasi konumu itibarı ile esas rakip AKP’dir. Çünkü uzun süredir altının eşilmesi beklenen yolsuzluk davaları başta olmak üzere, açılacak olan hayli kabarık bir hesap defteri var ortada ve on üç yıldır devleti tekeline almış dışa kapalı bir siyasi parti teşkilatı. Zaten seçim sürecinde MHP’nin vatandaştan oy isteme kanallarından biriydi zaten bu konu. Belki de insanlar AKP’den hesap soracağı için oy verdiler MHP’ye…

Fakat seçimlerin üzerinden geçen birkaç günde MHP kendini o kadar dışarı kapadı ki, takındıkları tavır ve kullandıkları dil siyasi bir çıkmazın odak noktası haline geldi… HDP ile asla bir araya gelmeyeceklerine dair söylemleri ve özellikle bu söylemi dile getirirkenki onarılması güç hasarlar açabilecek tarzdaki sert çıkışları, AKP ile koalisyon yapmayacaklarını açıklamaları… Koalisyon yapabilecekleri tek parti CHP, fakat bu koalisyon da dışarıdan destek almadan zayıf bir tablo yaratacaktır; ama MHP, HDP’nin dışarıdan desteğine zaten kapalı… Olası bir CHP-HDP koalisyonuna dışarıdan destek vermeye de kapalı… Peki, neye açık?

Eğer AKP ve CHP koalisyonunu saymazsak MHP’nin takındığı bu tavrın siyasi ortamı götürebileceği tek nokta erken seçim. Peki olası bir erken seçim MHP’ye veya diğer partilere ne katacak? Kısa vadede gidilecek bir erken seçim ve bu doğrultuda partilerin izleyeceği kampanyalar seçmenin bakış açısını büyük ölçüde değiştirmeyecek. AKP’nin üç dönem kuralından dolayı yeniden oyuna dahil olacak eski yüzleri, muhafazakar Kürt oylarının yeniden AKP’ye dönmesini mi sağlayacak? Muhtemelen hayır. Veya AKP’nin oylarının bir bölümü MHP’nin oyu olarak geri mi dönecek? Kesinlikle hayır. Peki MHP tabanı bu kördüğüme nasıl bakacak? Ya da CHP’liler verdikleri oydan vazgeçip AKP’yi tek başına iktidar mı yapacak? Yoksa HDP seçmeni baraj altında kalmayı göze alıp CHP’ye mi oy verecek? Tabi ki hayır. "Kısa vadeli" erken seçim, olağanüstü bir durum olmadığı müddetçe küsuratlar dışında oy oranlarının değişmeyeceği ve kasetin tekrar başa sarılmasına kadar uzanan bir ortamı doğuracak. Başladığımız yere geri döneceğiz yani. Belki tünelin sonunda yine dönüp dolaşıp AKP'nin yanına kar kalacak... Aslında MHP’nin bu uzlaşmaz tavrı neticesinde bir an da olsa  hayli kuvvet kazanan erken seçim ihtimali, cumhurbaşkanının da bugünkü yumuşayan dili ve buna sıcak bakmadığını belli eder yaklaşımı bu ihtimali giderek zayıflattı zaten kağıt üzerinde. Kağıt üzerinde diyorum; çünkü hepimiz biliyoruz ki, bizim tanıdığımız cumhurbaşkanı bir günde beyaz bayrak çekecek, kabuğunu kıracak tarzda bir insan değil. Ulan şimdi düşündüm de, annemden babamdan çok bu adamla iç içeyim, neredeyse onlardan daha iyi tanıyorum Erdoğan'ı. Lanet olsun. Her neyse, bugünkü uzlaşmacı tavrı, daha doğrusu ayrıştırıcı olmayan tavrı diyelim; gizli bir erken seçim projesi, kendisine oy toplama malzemesi doğuracak ortamın sağlanmasını hedefleyen bir yol haritası olabilir. Muhtemel bir AKP-XPARTİ koalisyonunun ülkenin başına getireceği ekonomik ve sosyolojik zararların faturası, tabi ki on üç yıldır ülkeyi yöneten AKP'ye kesilmeyecek, buna eminiz. E haliyle krizi çözme yöntemi olarak başvurulacak erken seçim de bu basit argümanlarla AKP'yi tek başına iktidar yapacak. Sonra belki yeniden başkanlık geyikleri döner filan... Yine de dediğim gibi, bu şekilde planlanmış bir senaryo yoksa eğer, olabilecek erken seçim, bugünkü şartlarda farklı bir sonuç doğurmayacak.

Yine de bu durumda MHP şöyle bir savunma mekanizması geliştirebilir kendince: Seçim öncesi AKP’ye karşı olan tavrının, AKP’den hesap soracağı temelli vaatlerinin tek başına iktidar oldukları zaman geçerli olduğunu, bunu düşünerek hareket ettiklerini, başka bir koalisyonda yer alarak AKP’ye karşı bir mücadele sergilemeyeceğini söyleyebilir. Bu da bir kısım seçmeninin gözünde büyük hayal kırıklığı olur. Ki bu durum seçimler öncesi MHP’nin tek başına iktidar olacağına dair bir inancı olduğunu ortaya çıkarır ki, bu en az Vatan Parti'sinin %10'un üzerinde oy beklemesi kadar komiktir... Ya da AKP koalisyonuna bazı şartları kabul ederek dahil olur ve tamamen olmasa da bir nevi AKP ile mücadele içeren koşullar için kapı açılabilir. Ama AKP’nin bir şekilde söz sahibi olmaya devam edeceği bir konumda kalması, iktidarda yer alması yani, hiçbir zaman istenen şeffaflığın sağlanamaması demektir ve maç en fazla berabere bitebilir bu durumda. Tabi toplum buna ne kadar eyvallah der, nasıl tepki verir o tartışılır. Muhakkak ki MHP’nin de bu durumda, nasıl yol değiştirdiğine dair geçerli bir açıklama bulması gerekecektir.

Aslında tam da bu noktada atılması gereken en gerçekçi adım, yani ortak düşman AKP’nin sonunu hazırlayacak en akılcı yöntem; CHP ve MHP koalisyonuna HDP’nin dışarıdan destek vermesi ya da en kötü durumda MHP ve HDP’nin dışarıdan desteklediği CHP azınlık hükümeti olacaktır. İşte MHP’nin aslında herhangi bir temele dayanmayan, yalnızca salt milliyetçi reflekslerle tetiklenen, alternatif herhangi bir çözümü de bulunmayan ‘kırmızı çizgiler’i, bu fırsatı ortadan kaldırmaya yol açacak gibi duruyor. On üç yıldır devletin başına çökmüş bir AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan saltanatı söz konusu… O kadar çok ki... Ama o kadar çok; şimdi bir çırpıda hepsini alt alta yazabilmem mümkün değil… Yolsuzluklar, kadrolaşmalar, yandaş kayırmalar, havuz medyası, Soma, Gezi Parkı vs. uzar gider… Hepsini biliyorsunuz… İşte AKP’ye karşı 292 milletvekiline sahip olacak olan diğer üç muhalefet partisinin tam karşısında bunların hepsi. Kale boş… Top yuvarlak… Hepsinin hesabını sorma, suçlunun cezasını verme fırsatı… Sandıktan sonra, kaleciyi de çalımladı işte... Top beyaz çizgiyi geçerse gol... Ama hayır. MHP, teröristle aynı fotoğrafta yer almaz… AKP ülkeyi sömürmeye devam eder, ama MHP toplumsal uzlaşıya, dilleri yumuşatarak akılcı bir çözüm fikrine dahi yanaşmaz… Aferin.

O zaman tam da bu noktada MHP’nin siyasetteki varlığına dair ciddi bir soru çıkıyor ortaya: Bu partinin amacı ne?

Diyelim ki iktidar olmak. Öyle ya; siyasi partiler ve siyasiler, yönetmek ve söz sahibi olmak için mücadele ederler. Ve yine diyelim ki ve biraz da hayal kuralım; bu seçimlerde CHP ile AKP koalisyonu oluşmadı ve MHP hiçbir oluşuma sıcak bakmadı, ister istemez erken seçim oldu ve bu seçimde MHP müthiş bir kampanya yürüttü ve muazzam oy toplayarak tek başına iktidara geldi (Belki başka bir gün Vatan Partisi'nin barajı geçtiği bir hayal kurarız). Peki bu koşullarda, bugün etrafını beton duvarla ördüğü Kürt meselesine dair ne gibi bir hareketi olacak? Bu insanları ne yapacak, nasıl bir yöntem izleyecek Kürt toplumunun düşüncelerine karşı?

İlgili bölgeye bomba atıp insanları yok mu edecek? Soykırım mı yapacak? Siyasi partilerini mi kapatacak? Görmezden mi gelecek? Dışlamaya devam mı edecek? Teröre mi zorlayacak?

Sonra ne olacak? Belki bu tavır, karşı tarafın (partisel bağlamda) bugün barış dilini kullanmasına ve buna yönelik adımlar atmasına rağmen bir savaş başlatacak. Belki ülkenin bölünmesine neden olacak. Binlerce, on binlerce insan ölecek, kim bilir… Belki Kürt halkının da bir nebze kendini sorgulaması, süzgeçten geçirmesi, oluşturulmaya çalışılan barış ortamında uygun bir tavır takınması yahut takındığı bu olumlu tavrı koruması gerekmektedir. Çünkü nasıl bir diyaloğun içinde ne şekilde acılar yaşadıklarını burada kuracağım iki vasıfsız cümle içinde anlatabilmeye sınırlı bilgim yeterli olmaz; keza memleketin dört bir tarafına yayılmış, şehit ailelerinin acılarını ifade etmeye de. İşte bu tavır, bu yıkıcı tavır; ülkeyi bu yöne sürüklemekten başka hiçbir şeye yaramaz, yaramayacak. Oldukça derin ve anlamlı bir analiz gerektiren sosyolojik bir konunun kenarından geçmiş olabilirim ancak bu, neticede barış dili kullanmanın, farklı toplumsal eğilimlerden bambaşka insanların da bir arada yaşayabileceğine inanmanın ve bu yönde olumlu ve yapıcı adımlar atmanın, savaşmaktan çok daha güzel olduğu gerçeğini değiştirmez.

Tüm bu verileri toplayınca; yani MHP vizyonunun kendi milletinden olmayan insanları ateşe verip yakmak, toplu katliamlarla belli bir kesim insanı yok etmek gibi eğilimlere dönüşmeyeceğini bildiğimiz için ya da öyle olduğunu varsayarak, aslında MHP'nin iktidar olmak gibi, ülke yönetiminde söz sahibi olmak gibi bir hedefinin olmadığını, böyle bir durumla karşı karşıya kalırsa ne yapacağını bilmediğini açıkça anlayabiliyoruz. Sonuçta MHP mevcudiyetini yani milliyetçi savunumlarını, karşısında dayanak bulduğu takdirde yaşatabilir. Kürt toplumuyla sağlanacak bir barış yahut tam tersi, Kürt toplumunun dünya üzerinden silinip gitmesi, MHP'nin varlığını anlamsız bir hale getirecek ve tarihte örneği çoktur; bu düşünce yapısının azalarak yok olmasına neden olacaktır. İşte MHP bunun için vardır: Siyasi gündemin içinde kalmak, herhangi bir geliştirici ve düzeltici fikirler üretmemek, toplumun mevcut düzeninin işlemesi için anlık hamlelere ayak uydurmak. Bugün de yapacağı, bundan başka bir şey olmayacak. AKP ile koalisyona girse de, siyasi krize neden olup erken seçime sebep olsa da; kullanılan diller yumuşamadığı ve olaylara karşı yaklaşımlar değişmediği sürece ileri taşıyabileceği bir dünya görüşü olmayacak.

Yalnızca, AKP düzeninden ve Tayyip Erdoğan diktatörlüğünden kurtulma fırsatını ıskalamış olacağız. Hepsi bu. Küçük bir detay işte.

May 13, 2015

Game Over


Korkmuyorsun değil mi? Ne alnından boşalıyor terler, ne de söz konusu bile olmuyor ellerinin titremesi. Sen hiç zifirden karanlık bir odada duvarların inceliklerine ve büründüğü yüzlere de saygı duymadın, biliyorum ve görüyorum sanki deprem oluyormuş duygusu yaratan korkutucu sessizliğin ve yalnızlığın içinde kaybolmadığını da. Çünkü belki betondan, belki çamurdan, bir şekilde neticede siyahtan ve karanlıktan; kısacası ölümün soğuk tutmuş o vertikal yüzünden, bir kuple de belirsiz nakaratından taşımadın ceplerinde. Sınırları cetvelle belirginleştirilmiş ülkelerin en büyük, en uzun ve en gaddar şeytanı, kalemle üzerinden defalarca geçilmiş şehirlerin sınırları; siz buradan çekilin, parası neyse alalım ne varsa gerisinde kalanı. Yeter ki püsküllü rahatınız bozulmasın. İpek kumaştan üretilsin diyagonal çizgili kravatı. Bir kalbin içinde kaç tane kapakçık olduğunu düşündün mü hiç veya kaç kapakçığın içine sığabileceğini bir kalbin? Olmayan yaşam odalarında yok olan odasız yaşamları? Yağmurlu günde çorabı ıslak, çamaşırı yırtık. Bir kuru ekmeğe katık edebilmek için bir beyaz domatesi, nasıl bir oyun oynamak zorunda kalabiliyor insan; gördük. Bir de çeyrek kalıp eskimiş peyniri. Çünkü bu bir oyun olmalıydı. Ateşlerin içinde, otoban korkuluklarında, inşaat çukurlarında veya kömür madenlerinde ölebiliyorsa birileri, insan yapımı aptalca bir oyun olmalıydı bu yalnızca. Tuşa bas; koşsun, ateş et ölsün. Game over. Tekrar başla. Dıkşın! “Oğlum yeter, biraz da ders çalışsana.” “Tamam anne!” “Baban sen okuyasın diye çalışıyor sabah akşam demeden.” “Tamam anne!” Baban sana defter alabilmek için ölüyor. O deftere geleceğini yazabilesin ve hangi 'level'da öleceğini seçebilesin diye: pi re kare! Ve kimse uyarmıyor en başta: BU BİR OYUN DEĞİLDİR VE YALNIZCA BİR CANINIZ VARDIR.

Apr 14, 2015

Sözgelimsel: (Dokuz) Soyut

işte tam o sırada
cılız bir virgülün kömür bir noktayla sınandığı
ve
ayın karanlık yüzünden
delik deşik eskimiş yüreğinden
çaresizce utandığı
gecenin ne gece
gündüzün ne gündüz
ne de kelimenin
kelime
sayılamadığı bir sırada
döndü köşeden
sireni cırtlak ışığı parlak bir
metal polis arabası
ve bütün
soyut kavramlarımızı
götürdü bileklerinden kelepçeleyip
geçmeden yüzümüzün yarası
ne yalnız kalma telaşı
ne yalnız kalma merakı
ne tükürüklü bir hapşırık
ve sahi sen de çok yaşa
ne de çiçek koklama
becerileri
hatta durma kalk
dönüyoruz en başa
henüz boyanmış evlerin
yağlı boya kokuları
ve ağrılı bir baş döngüsü
bir savaş meydanından ödünç kaldı
kurutulmuş toprakların
oyunbozan süngüsü
merhaba hazreti isa
tanışalım mı ben çok güzel bir kadınım
yeniden doğmak için
bir kez öldük ve son kez değildi ilk kez ölümümüz
uyan isa geliyorum çok güzel bir kadınım
ben didaktik dilinim ve en doyumsuz tadınım
meryem ananın çıplak sırtı
meryem ananın çıplak sırtına doğru
süzülen saçları
-çarşamba akşamlarında terli ve ıslak-
-perşembe akşamlarında adeta bir kısrak-
galiba utanıyorum ve tanrı olmaya
kalmadı cesaretim
biliyorum ki doyuramayacağım açları
yuvarlak bir masada
ölü balıkların sonsuz açık gözleri
göz kararı limon ve bir parça yeşillik ile
okyanustan borç isteyip
dibi tuzsuz denizlerden sakınarak yüzümüzü
keman çalıyoruz
düz bir çizgide ilerletemiyoruz çünkü
dünyayı kurtaracak olan
o büyülü sözümüzü
dilimizde eskitilmiş bir şarkı
tükeniyor muhakkak tükenecek
önce kemandan özür diliyoruz
sonra
okyanuslara mektup yazıyoruz
okyanusun okuma yazması yok
bütün maviliğim senin olsun
bütün maviliğim bütün kara parçalarına inat
bütün oksijen ve hidrojen
evliliklerine
benim bütün maviliğim
küçük bir su birikintisinin
nisan güneşinde
gökyüzüyle cilveleşmesinde
saklı
bu bir tarih yanılsamasıdır
kim anlatıyor bizlere bu dersi
gerçek olmayan ölümlerin
hayli gerçek olan doğumları
bazı gerçek tanrıların
aslında hiç tanrı sayılmaması
-bilhassa mümkündür tam tersi-
gibi
uzun hasan efendi
demir yumruk piyale paşa
kadehkıran yusuf hoca
kırmızı ışıkta önce sağa bakın ve
atlayın sonra yola
belki ölürsünüz
belki gazetede haber olur
ölümünüz
ve işe yaradığını görürsünüz
çünkü uçak diye bir aletin
icat olduğundan haberdar değilsiniz
televizyonda komedi programı
seyretmek gibi bir alışkanlığınız
zaten olmadı
kağıt üzerine yazı yazmanın
büyü olup olmadığından bile
emin değilsiniz
bu yüzden kapatamazsınız
ışıkları çıkarken
tesla henüz doğmadı
ve mum ışığında büyütemez sizi odalar
unutmak diye bir spor geliştirdik
ve unutuyoruz sabah öğle akşam
günde üç öğün
çağımıza ayak uyduruyoruz
soyut bir gerçeklikle
kapanırken
enteresan sesler çıkaran kapılar

Mar 15, 2015

İstasyon

(Şarkı: Athena - Kayıp)

İstasyonun kulak tırmalayan keskin sireniyle açtım gözlerimi. Daha inmeme var gibi duruyordu. Oturmaya devam ettim. Uyuduğumu düşünmüyordum aslında ki uzun zamandır uyuyabildiğime olan inancım da yok denecek kadar azdı. Tam olarak doğru ifadesini bilmesem de uyurgezerlik diye tanımlayabilirdim en fazla bu durumu, uyurgezerliğin böyle bir şey olmadığının farkındaydım yine de; ancak yanımda, buraya ne zaman veya hangi durakta geldiğini bilmediğim yaşlıca bir adamın oturduğunu gördüm gözlerimi açtığımda, belki biraz içim geçmişti. Bindiğimde kimse yoktu. Adamın eski model şapkası, kalın çerçeveli gözlükleri ve sinekkaydı tıraş edilmiş kırışık yüzü ilk dikkat çeken özellikleriydi. Gözlerimi açınca ister istemez toparlandım elbette ve hareketlendiğimi fark edince okuduğu gazeteden başını kaldırıp yüzüme doğru baktı. Birkaç saniye göz göze geldik. Şapkasına sığmayan saçları daha önce oksijen suyuyla sarartılmış olmasına rağmen çoğunlukla beyazdı ve kahverengi keten ceketi dizlerine kadar uzanıyordu. “Rahatsız etmedim ya!” dedi. Olumsuz bir durumu ifade etmeyen küçük bir mimikle gülümsedim. Görüntüsü uzun yıllar önce emekli olmuş bir albayınkine benziyordu. Uzun boyu, temiz pantolonu ve boyalı ayakkabıları bunun bir göstergesi olabilirdi. Ellerinde kabaran damarların moru, yılların biriktirdiği yaşanmışlıkların izdüşümüydü. Fakat emekli albaylar tanımadığı kişilerle konuşmaya gelişigüzel karar vermezlerdi. Muhtemelen apartman yöneticisi olurlardı emekli albaylar ve davranışlarını sevmedikleri bazı komşularını hiç tanımadığı başka insanlara şikayet etmenin görünmez hayaletlere ateş etmek gibi anlamsız olduğunu bilirlerdi. Konuşacak başka da bir konuları olmazdı genellikle. Kahramanlık hikayeleri anlatacak albayların sayısı da nesli tükenen kutup hayvanları gibi git gide azalıyordu zaten. Yaşlı adam yine de konuştu benimle. Adam ya istisnaların kaideyi bozmayacağının bir örneğiydi ya da değil albay, çürük raporu alıp askere gitmeyecek kadar nizamiyeden uzak sivil bir vatandaştı. “Yolculuk ne tarafa?” diye sordu gözünü gazeten kaldırmadan. Trenin gittiği taraf gayet açık değil miydi yoksa? Durdum. Bakışlarımı anlamsız bir noktada sabitledim. Düşündüm… Bilmiyordum! Nasıl olur? Nereye gittiğimi nasıl bilmezdim? Etrafıma baktım. Söylesenize, neredeydim? Birbirine kavuşturduğum ellerimi ayırdım. Kamburlaşan sırtımı doğrulttum. Kaçamak cevaplar vermekten başka bir şansım yoktu. Adam belki emekli albaydı ve eğer benim hırsız, katil veya başka bir şey olduğumu düşünürse askeri kimlik kartını gösterip rahatça emniyete şikayet edebilecek özgüvene sahipti. Polisler de bana değil ona inanırlardı doğal olarak. Küçük bir öksürükle boğazımı temizledim. “Güneye” dedim. Der demez başımı camın dışından yavaşça akan şehrin yansımasına çevirdim. Eğer ben güneye gidiyorsam şehir kuzeye doğru akıyordu. Oysa güneyin ne tarafta, batının hangi yönde olduğunu bırakın bilmeyi, tahmin edecek durumda bile değildim. Adamın güldüğünü duydum bu esnada. “Hiçbir yere gitmediğini biliyorum” dedi, “Nerede olduğunu da.” Anlamsızca duraksadım. Hayır, duraksamam anlamsızca değildi, anlamsız olan duraksama biçimimdi. “Tuvaletin ışığını açık unuttun” dedi. Tuvalete gitmemiş olmam bir yana, henüz trende tuvalet olduğunu bile bilmiyordum. İtiraz etmeliydim. “Hayır, tuvaleti kullanmadım.” Kendinden emin bir şekilde gülmeye devam etti. Gazeteyi her seferinde ortadan olmak üzere iki kez katladı, dizlerinin üzerine koydu. “Çok mu özlüyorsun?” diye sordu. İş giderek karmaşıklaşmaya başlamıştı. Deli olabilirdi, muhtemelen ne dediğinin farkında değildi. Cebinden bıçak çıkarıp bana saplama ihtimali küçümsenmeyecek kadar çoktu. Etraftaki diğer insanlara baktım. Kimisi uyuyor kimisi bakışlarını cama dikmiş dışarısını seyrediyordu. Henüz çığlık atıp yardım istemek için çok erken olduğuna kanaat getirdim. “Bir süre sonra ne varsa duvarların arasında sıkışıp kalır zaten” dedi. Dudaklarımı ısırarak dinlemeye koyuldum. “Herhangi bir kaçış noktası kalmaz kaybolanın. Ne aydınlığı karanlıktan ayırabilir, ne de sesi sessizlikten. Çünkü kaybolanlar için sessizlik bir tür konuşma biçimidir. Duvarların içinden yayılan veri akışı durmaksızın devam eder. Yeri gelir kitabın içinden çıkar birisi konuşur, yeri gelir çamaşır makinesinden, bazen tıraş makinesinden, kalem açacağından... Fark etmez. Bu normaldir. Deli olmanın olağan bir sonucudur. İnsan kayboldukça delirir çünkü.” İstemsizce yutkundum. “Ben delirdim mi?” diye sordum. Yaşlı adam gözlüğünü çıkardı. Belli belirsiz tısladı. Kaşlarının yersiz uzunluğu beni tedirgin etmişti… Ki… “Ding dong.” Kapının zamansız çalışıyla açtım gözlerimi. Uyumuyordum aslında. Ben zaten uzun zamandır hiç uyumamıştım. Polisler gelmiş olabilir miydi? Kalktım. Kapıya yönelmeden önce tuvaletin açık olan ışığına takıldı gözüm. Saatin kaç olduğunu idrak etmem şu durumda mümkün değildi. Kapıyı açtım. Kısa boylu, otuzlu yaşlarının ortasında olduğu belli olan az saçlı bir adam vardı karşımda. “Merhaba” dedi, “Ben alt komşunuzum.” “Buyurun” dedim. Devam etti: “Bazen fazla gürültü oluyor da, küçük çocuğumuz var, daha dikkatli olmanız mümkün mü?” Bir yanlışlık olduğuna emindim. Gürültüden kastı neydi, bilemedim. Muhtemelen ikimizin algısında farklı ifadeleri temsil ediyordu gürültü başlığı. O esnada albayın sorduğu soruya gitti aklım: “Çok mu özlüyorsun?” Buna cevap vermek çok kolaydı. “Evet. Çok özlüyorum.” Yumruklarımı sıktım. “Bir sakıncası mı var acaba?” Nefesimi tuttum. Duvarın sert olduğunu biliyordum. “Peki bundan kime ne?” Ancak duvarları kırabildiğim zaman kurtulabilirdim bu kafesten. Yumrukla bir duvarı yıkmak o kadar da kolay değildi ama. Aldığım nefesi bıraktım. Acaba fazla balyozu olan var mıydı? “Doğru yere geldiğinizden emin misiniz?” diye sordum adama karşı somurtarak. Oysa tamam der geçerdim normalde. Benden beklenmeyecek bir hareketti. “Kardeş, delirdin mi? Alt katta oturuyorum işte, üç numarada! Ne doğrusu?” Haklıydı. Alt katımda üç numaralı daire vardı. Fakat yanlış bir soru sormuştu: “Delirdin mi?” Ciğerlerimi bir süreliğine balkona çıkardım. “Evet” diye haykırdım, “Evet. Delirdim.” Sesim, apartman boşluğunda yankılandı. Demek ki duyduğum sesler gerçekti. Demek ki gördüklerim rüya değildi. Yoksa gerçekten uyumuyor muydum? Peki, duvarların içinde çalan şarkılar nerden geliyordu? Işıklar neden kendi kendine açılıyordu? Bu konuşanlar kimdi? Kapının önünde bir takla attım. Gözlerimi kapatıp kaleye mum diktim. Adama döndüm sonra. Kusura bakmayın dercesine elimi kaldırdım, sanki oyunun kazananı oymuş gibi oldu; daha fazla konuşamadan gitti. Daha dikkatli olacağımı düşündü muhtemelen. Belki olacaktım. Kapıyı kapadım. Ne yapmalıydım? Hiç uykum yoktu, bugün günlerden neydi? En iyisi bildiğim şarkılardan birini söyleyeyim, dedim ve buzdolabına yöneldim. Buzdolabım aylardır çalışmıyordu. Hatırladım.

Mar 14, 2015

Hikmet'in Durumu


Daha fazla değil. Mecburen kapadı bu kez gözlerini. Gecenin karanlığına, şarabın dumanına ve yalnızlığın sessizliğine bir kez de gözleri kapalı şahit oldu pencerenin pervazında. Hiç açmadı. Korktuğu için mi? Elbette değil. Lanet olsun ki korkulması gereken hiçbir şeyden korkmuyordu. Tanrıdan, köpeklerden, karanlıktan… En korkulmayacakları seçiyordu duvarın arkasına saklanmak için, iki eliyle başını siper ediyordu: Siz gidin, ben burada beklerim. Beklerdi tabi. Beklemekten başka ne biliyordu ki zaten? Hayır, ağlamıyordu. Belki gözüne sürpriz yumurta kaçmıştı. Ellerinin biçimsiz titremesi ansiklopedinin hangi cildinde, kalbinin düzensiz ritmi anayasanın kaçıncı maddesindeydi? Yüksekte sayılmazdı. Aşağı düşse en fazla ayakları kırılırdı. Sağlık Bakanlığı için gereksiz bir mesai harcamasından başka bir şey değil. Soğuğun acı tarafıyla yüzleşti dakikalarca. Gözlerini hiç açmadı. Uzaklaştı… Gökyüzü mavisinin içine serpiştirilmiş bir tutam ilkbahar yeşilinin içinde kayboldu. Çimenlerde yuvarlandı, avucunun içine toprak alıp kokladı. Gövdesi eğri çam ağaçlarıyla dans etti. Belki aylar önce ölen bir kuş gömülmüştü buraya. Gökyüzü tanrısı Zeus şahit olmuştu buna muhtemelen. Sonra unutup gitmişti tabi. Kuşlarla ilgili bir tanrılık departmanı olsa unutulmazdı oysa. Lütfen kuşlar ölmesin soğukta donarak. Dilekçe gönderildi. Yüreği bir kuşun kanadı kadar hassastı, gerekirse cebinde sapan taşıyan bütün çocukların diline acı biber sürebilirdi. Sonra üzülürdü. Bir traktör yoldan geçerken yeri titretti. Güneş, bazı gözlerin rengini biraz daha açığa yordu. Büyükanneler daha fazla yaşayamadı… Üşüdü. Gözlerini açtı. Bir süre bulanıklaştı bakışları. Pencereyi kapatıp içeri girdi. Boşa dönen taş plağı yerinden kaldırdı. Boş duvarın önünde dikildi. Karşısında sanki biri varmışçasına konuşmaya başladı. “Oğuz Atay okur musun?” Cevap gelmedi. “Öyle mi?” Sessizlik… “Zaten en güzel hikaye de o içlerindeki.” Duvar yalnızca duruyordu. “Muhakkak öyle ama Hikmet’in durumuna da kayıtsız kalamıyorum ben.” Kimse konuşmuyordu. “Birkaç kez okudum evet.” Her yer karanlıktı. “Tabi. Orası öyle.” Bir an dengesini yitirip düşecek gibi oldu. Sonra duvara tutundu: “Teşekkürler.” Bir insanın delirmesi yavaş yavaş mı olurdu yoksa birdenbire mi? Durdu. Evde başka şarap olup olmadığını düşündü. Hatırlayamadı. Lanet olsun kalanı niye dökmüştü ki? Sinirlendi. Kaşlarını çattığı zaman gayet çirkin oluyordu. Duvara baktı. Cebinden silah çıkarıp kendi gölgesine sıkabilirdi her an. Silahı yoktu.

Mar 13, 2015

Enstrümanların Mucidi Tanrıdır

Sahne karanlıkken başlar klarnet solosu. Sonra ışıklar açılır, bütün enstrümanlar duyulur… Koro hep bir ağızdan orkestraya eşlik ederken, Bay Felton ve İnsanoğlu resitatif bir şekilde uyarlar müziğe.

KORO:
Tanrının elinde bir sihirli değnek
Madem ki yarattık izini sürmek gerek
İnsanlar aç şimdilik ve kavunları kelek
Gayet toz ki pembesi sanki bir melek!

BAY FELTON:
Üzerinde yürüdüğüm
Kaygan bir keman yayı
Sağımda güney kutbu
Solumda ekvator çizgisi
Kulağımda akortsuz bir gitar teli
Nereye denk gelirse parmağım ucu
Bakışlarım asimetrik ve şaşı
Elbet buluruz bir kuru ekmek
Ve birkaç tabak aşı
Sırası değil şimdi
Geçim derdi ve yaşamak telaşı
Kürkümü getirin gardırobumdan
Biraz tadacağım hayatın ben de
Krem tabakasından
Ve suyundan
Takdir edersiniz ki bu benim de hakkım
İnsan olmak zor
Peki tanrı olmak kolay mı?
Bu öylece aklın alacağı basit bir olay mı?
Verin kılıcımı şimdi
Boydan boya kuşanacağım
Yağmurlar yağdıracağım önce
Şimşekler göndereceğim sonra
Hayır hayır vazgeçtim
Bir porsiyon tatlı söyleyeceğim kendime
Canım çekti

KORO:
Ayna ayna söyle bana
Bir tanrı var mı dünyada?
Kendi yüzümdeki çizgilerden
Gözlerimdeki tuzlu yaşlardan
Saçlarıma düşen aklardan
Başka hiç kimse
Görünmüyor aynada

İNSANOĞLU:
Demiyoruz ki Fenelon haksızdır
Hatta demiyoruz ki Fenelon haklıdır da
Bilinçsizce doğuyoruz
Gayet bilinçli bir şekilde ölüyoruz
Gözümüze sokulan filmleri görüyoruz
Biz yalnızca
Fenelon’u tanımıyoruz hatta yeri geliyor
Bir de türkü tutturuyoruz
Sazın telinde can buluyor
İnsan olma arzumuz
Tanrıya hesap sormak bize göre değil
Bazen çiçek gibi açıyor benzimiz

Tüfek icat olunca
Mertlik bozulacaktı illa ki
Bir incir yaprağından
Toplum sözleşmesine
Üst üste koysak çekilen acıları
Uzanır buradan
Karasevdalılar çeşmesine
Belki bir yol olurdu
Belki renksiz bir dönme dolap
Herkes son nefesinde gülebilseydi
Söylesene; ne olurdu?

Dünyanın az biraz dışına
Birkaç buçuk merkür öteye alalım sizi
Tanrıtanımaz haçlılar
Sınırları kalemle çizilen
Hatta denizlerde yüz üstü yüzülen
Saykodelik mohaçlılar
Gecesine kan bulaşmış
Toprağında gezilen
Burası bizim
Burası sizin
Güzelce el sıkışıp helalleşelim
Sırtımızdan vuracak birileri
Şüphemiz yok
Dizlerimiz yere doğru kırılınca
Belli etmeden haberleşelim

KORO:
Samanlık seyran olunca
İnsanoğlu heyran olur bu duruma
Durumun Godot’yla bir ilgisi yok
Godot tamamen bir muamma
Ama bir beklemesi var ki
Tadından yenmez
Ağzını sıkı sıkı kapa
Yasaktır
Tanrı yok denmez

BAY FELTON:
Dört nala koşuyorum üzerinde
Başlıyorum birden
Seksen sekiz tuşu var piyanonun
Çalınan şarkılar bana ait
Üzerinde hakkım var senaryonun
Birinci kemandan
İkinci kemana
Sözünden güftesine
Masasından sehpasına
Hepsi benim biliyorum
Siz lafımdan şaşmayın
-Yeter ki biraz da sınırı aşmayın-
İstemiyorum ne telif hatta ne de melif
Ezberinizden okuyunuz
Elinizi açınız
Duyuyorum vav he hatta lamelif

KORO:
Dünya bir şarkıdır
İnsanoğlu sözleri
Bir gün zamanı dolunca
İster istemez
Kapanıyor gözleri
Üzülerek söylemeliyiz ki
Hikayemiz kanlıdır
Fakat bir gerçek var ki
Enstrümanların mucidi tanrıdır

Savaşların
Ve
Ölen çocukların da

Mar 12, 2015

Vişneçürüğü

(Şarkı: Tom Waits - Broken Bicycle)

Bu kadarı yeterliydi. Başının içinde işgal kuvvetleri taarruza geçmeye başlamıştı çoktan. Ağrı kesicilerden nefret ederdi. Alışkanlık edindiği üzere okuduğu partisyonu sonuna kadar getiremedi bu kez. Kaç sayfa kaldığına baktı, gözüne çok gözükünce vazgeçti. Kitabı kapattı, yerinden doğruldu. Daha sonra devam ederdi. Hatta daha sonra aynı bölüme baştan başlardı. Koltuğun başucunda bulunan sehpanın üzerine koydu kitabı ve yine aynı sehpanın üzerinden aldı içinde birkaç yudum kalmış şarap bardağını. Gözlerinden kan akıyordu sanki. Damağında tuhafça, ekşi bir tat vardı. Muhtemelen dili de peltelenmişti şimdi. Bardağın kalanını klozetin içine boşalttı. Birkaç kez tükürdü vişneçürüğü renginde. Ne yapabilirdi ki? Ölse bile, zahmetten başka bir halta yaramazdı bu. Geri geldi. En üstte duran taş plağı aldı ve özenle yerleştirdi, çalıştırdı. Boşa dönerken duyulan cızırtılar odanın nemli duvarlarında yankılandı. Sonra döküldü notalar galaksinin en karanlık boşluğundan. Meğer odanın ışığı açıkmış, gidip kapadı. Utangaçtı çünkü. Tam ortadaki halının üzerinde anlamsızca dikildi. Belli belirsiz dans eder gibi bir hali vardı. Gözlerini hiç açmadı. Belki gülümser gibi oluyordu bazen, bir süreliğine. Sarhoş sayılmazdı. Halının desenlerine rastgele basıyor ve şarkının hareketine göre değiştiriyordu adımlarının ritmini. Midesi bulanır gibi oldu. Vazgeçti. Sese doğru yöneldi, özür dilercesine selam verdi. Pencereye doğru yürüdü aksak adımlarla. Camı açtı. Mevsim rüzgarının çivi gibi soğuğu yüzünü yaladı. Aşağıya doğru baktı. Şarkılar neden düşmandı insanlara? Hayır, ağlamıyordu. Belki gözüne sulu boya kaçmıştı.

Mar 10, 2015

Yazsa Ne Güzel

“Güneş’i özledim” dedi. “Peki ya çiçekleri?” diye sordu. “Tabi” dedi, “Çiçekleri kim özlemez?” Yaz ile kışın anlamsız savaşının ortasında kalmak üzereydiler. Ateş çıkabilirdi. Gözleri doldu. Tatlıya bağlamak çok kolaydı yine de. Konuştu: “Hangisine daha uzaktaysa, en çok onu özler insan” dedi. “Rüzgarı bile mi?” diye sordu. “Gerekirse en çok rüzgarı hem de” dedi. Rüzgarın ne zaman, nereden eseceği belli olmaz. “Piyango biletlerinden gökkuşağı ikramiyesi çıksın artık” dedi dudaklarını bükerek. “Gökkuşağını da mı özledin?” diye sordu. “Gökkuşağı benden çok uzakta” dedi. Bir sürü rengi var. Durmadı. “Gökkuşağını kim özlemez ki?” Özlemek, bir çeşit uzaklık birimi gibiydi. “Seni kaç metre özledim biliyor musun?” Güldü. “Söyle bakalım kaç santimetre?” diye sordu. Öyle söyleyince daha çokmuş gibi gelebilirdi kulağa. Biliyordu. Çocukluğunun bayramlarında topladığı paranın ederiyle değil, eline tutuşturulan kağıt adedinin fazlalığıyla mutlu olurdu. Deste ne kadar kalınsa, o kadar zengindi… Önce sırıtarak başını yere eğdi. Sonra güldü tabi. “Çok” dedi sadece. Kelimeleri harcamak gereksizdi. “Belki yıldızlar kadar” Gökyüzüne baktı. “Öyle değil aslında” dedi, “Yanlış anladın” Yanlış anlamamıştı. Sadece eğleniyordu. Güldüler. Önce gözlerinin içiyle güler insan. Bazen kalbinin içiyle konuşur. “En sevdiğin meyve elma mı?” Kaşlarını olabildiğince kaldırdı. “Hayır” dedi, “Elmayı sevmem” Şaşırdı. “Elmayı herkes sever” Bir bakıma haklıydı. “Hayır, aslında muzu sever herkes” dedi. Buna itiraz edecekti hemen. Önce düşündü. “Muzu sadece fakirler sever” dedi ve devam etti: “Ama zenginler yer” Termometreye gitti gözü. Birçok duruma faydalı olduğu kesindi. “Isınacak değil mi havalar?” diye sordu marşmelov bakışlarla. “Merak etme ısınacak. Isınınca gideceğiz” Biraz durdu. “Keşke hiç gelmesek” dedi. Belki de demedi. İçinden geçirmiş olabilirdi yalnızca. “Belki bir gün hiç gelmeyeceğiz” dedi. Bu kez içinden söyledi. Emindi. “Suyu sürahiden mi içersin?” diye sordu. “Hayır, bardaktan içerim” dedi, “Ya sen?” Tereddüt etmedi. “Ben sürahiden içerim. Bardakla doymaz insan” dedi, “Özellikle yaz günlerinde” Güldü. Yahut gülerek geçiştirdi. Aslında bardaktan içerdi. Sustu. Biraz da susadı. Dudaklarını ısırdı. “Ben çocukken toprak yerdim” dedi. Her an yerden bir avuç toprak alıp yiyebilirmiş gibi bir hali vardı. Neyse ki toprak yoktu yerde. Halıyı da yiyemezdi ya! Tozlu halıyı. Pencerenin dışında griye doğru kırılan soğuğu hissetti. “Şimdi sıcakları özlemenin zamanı” dedi. “Güney yarımküreye gidip gelsek olmaz mı?” Henüz ağaçlar gölge vermiyordu: “Yazsa ne güzel” dedi. “Fark etmez kışsa da güney yarımküreyi görmüş oluruz en azından” diyerek güldü. Gülmek güzeldi. Coğrafya derslerinde sıranın altında şiir yazardı. “Uçaktan korkar mısın?” diye sordu yeri gelmişken. “Bilmiyorum” dedi. Şaşırdı önce. “İnsan neyden korktuğunu bilmez mi?” Biraz durdu. “Bilmiyorum” dedi bir kez daha, “Hiç uçağa binmedim ki!” Anladı. Gökyüzünde her uçak görüşünde kafasını çevirip bakması bundan kaynaklanıyordu demek ki. “Ben de binmedim biliyor musun?” dedi. Bilmediğinden emin olsa bile, bir şekilde biliyordu işte. Tuhaf bir durumdu. Başka birçok şeyleri öğrenmemesine rağmen biliyor olduğu gibi. Çekinerek söyledi yine de: “Biliyorum” Bulutlu gecelerde gözle görülmüyordu yıldızlar. Yine de oralarda bir yerdelerdi. “Artık Bukowski okumuyorum” dedi. Sebebi belliydi. Gözleri omuzbaşlarında duraksadı. “Yeni bir şey yazmıyor çünkü“ Güldü. Bukowski’yi kullanarak şaka yapan ilk insan değildi. “Yazsa ne güzel” dedi. Daha çok güldüler. Viskiyi de gençliğindeki gibi sevmiyordu artık. Yorucuydu. Belki iyice yaşlanınca. “Bir gün Bukowski’nin yerine de yazacağız” dedi. Ölmek insan olmanın gereği. Hepimiz öleceğiz. “Uyumak çok zor” dedi. “Neden, siyahı sevmez misin?” diye sordu ister istemez. “Hayır. Tam aksine siyah en sevdiğim renktir” diye cevapladı. “Yatağın” dedi, “Yatağın mı rahatsız?” Buna verecek bazı cevaplar bulabilirdi. Zorlamadı. “Galiba” dedi. Bir de “Eksik bir şeyler var” diye mırıldandı ağzının yarımıyla. Duyulmamıştı. “Bir masal olsa iyi giderdi aslında” Bir vardı. Bir yoktu. Uyanmadı. Yine de sabah oldu. Televizyonu açtı. Kendine göre bir çizgi film bulamadı. “Topyekûn eskidik” diyerek iç geçirdi: “Bilinçli bir şekilde çürüyoruz!” Televizyonu kapattı.

Mar 6, 2015

Uçmayı Öğreteceğim Kuşlara

Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru
Yahut herhangi bir coğrafi yerleşkeye
Yanlış veya doğru
Uçun yeter ki siz
Mühim değil fark etmez
Hiç önem arz etmez
Batı veya eli kanlı doğu
Koşun atlar koşun
Yerde kalmasın tek bir toz bile
Dört nala olsun ölümünüz diye
Koşun atlar koşun
Sırtınızda insanoğlu
Ne kadar yüce ve bir o kadar da zahmetli bir iş
Koşun atlar koşun ilk hedefiniz
Deklanşör ve foto finiş
İleri!

Uç demekle uçmuyor kuşlar
Uçmak büyük mesele insanoğlu için
Bulutların üzerinde yürümek
Gökkuşağından bir salıncakta sallanmak
Hep masal
Toz pembe hayaller
Gerçekleşse bile insanın uçması
Muhakkak ki unutulur giderler
Sıradan ve gelişigüzel
Bir başka uçuşlara kadar
Ayın delikli yüzeyine ayak basmışlığımız var
Uçmak büyük mesele insanoğlu için
Uç demekle uçmuyor kuşlar
Koş demekle koşmadığı gibi
Atların
Koşun atlar koşun İzmir’e doğru
Sırtınızda insanlar var

Bir çocuk ağlayacak karanlıklarda
Kimsenin haberi olmayacak
Ağladığından bir çocuğun
Sen kahve içeceksin bir akşamüzeri
Bir fotoğraf çekeceksin belki
Yoldan geçen kediyi sevebileceksin
Bir vapur Kabataş’tan hareket edecek
Bir oyun daha sahnelenecek üstelik
Yüksek tepelerdeki karlar bile eriyecek
Çocuklar kararacak aydınlıklarda
Ağlayacaklar
Evlerine kapanıp oyuncaklara sarılıp
Artık ağlamaktan utanır olacak herkes
Suyun yeşilimsi maviliğine darılıp
Ağlayın çocuklar ağlayın
Bu dünya sizin için fazla büyük
Nedamet etmez hiçbiri
Geçmiş zaman olur unutulur gider
Bu sizin için ağır bir yük
Ağlayın çocuklar ağlayın
Bütün unutulan hatıralara
Alacağınız olsun bu dünyadan
Kirlenmemiş elinize şekerden boyadan
Ağlayın çocuklar İzmir’e doğru
Çocuk olamayanlar utansın

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri yıldızlara
Uçabilsinler diye

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri dünyada
Ölebilsinler diye

Dünyanın etrafında
Devinimsiz bir tur atacak diye
İnsanların önüne
Beyaz bir örtü serecek diye
Öldü Macellan
Ölmeyi kimseden öğrenmedi Macellan
Aferin Macellan tırnakların uzamış
Cesedin tabutuna sığmamış
Duydum
Dünya yuvarlak biliyoruz artık
Uzaya giderken kulağını çınlattık
Dünya acılarla dolu
İçler acılarla
Beşbenzemez türlü farklı acılarla
Öl Macellan öl Sabrosa’ya doğru
Kuşlar dönecek mezarından
Uyu Macellan uyu
Ölmen bir işe yaradı en azından

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Uçmayı öğreteceğim kuşlara

Bir mendil
İçerisinde acı barındırıyorsa kanar yalnızca
Kılıçtan keskin
Gökyüzünden daha ağır
Hatıraların gözleri kör ve
Kulakları sağır
Pardon beni hatırladınız mı
Karşıdan karşıya geçerken
Bir arabanın altında kalıp ölmüştüm
Hani bütün öğlen güneşini
Kayıtsız şartız ortadan ikiye bölmüştüm
Çantanızı diğer omzunuza alıp gitmiştiniz
Köşedeki marketten
Soğuk bir su alıp içmiştiniz
Artık uçabiliyorum
Dilimden kurtulmuyor canlılar
Hatırladınız mı
İş işten geçmiştiniz

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri yıldızlara
Uçabilsinler diye

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremediğim yıldızlara
Uçabileyim diye
Uçmayı öğreneceğim kuşlardan

Feb 25, 2015

Adham Und Mela

(Şarkı: Kurban - Güneş)

Önemi yok, ellerin ıslak olmasının. Kuru da olabilir. Der ki tekvin; bir kural koyulmuştur: Kim uymaz ise ona, ceza mukabilindir. Alt tarafı bir meyve; sanki bir çay kaşığı protein, kulak memesi kıvamında sakkaroz; -bazı yörelerin bazı ağaçlarında- kim yemez ki şöyle destursuz bir karın ağrısıyla. Sen. Güneşlerin tanrısının diliyle. Yine de sanki bir şairin eliyle. Durma: Koy dizin üstüne, yaz kağıdın kalem; siyahlardan da koy ki ne yazdın bilmeye hayli cümle ne alem. Şimşekler mi çaktı; çakacak. Gerekirse yağmur bile yağacak. Arındıracağız. Şimdi git. Düşüyorsun sen de tuzağa. Alın etimden kemiğimden, götürmeyin beni uzağa. Alacağız. Ve bu bir tercih değil, götüreceğiz seni de. Mukaddes’ten bir mukadderat; diyorum. Böylesi görülmemiştir. Sonu gelecek ve gök kubbenin eli de. Yaprakları dökülmüş bir ağaç -sadece- altından geçmiştim yalnızca bir keresinde; meyvesi taze, parlak ve kıpkırmızı; bilmiyorum ki günah bunun nasıl neresinde? Saatlerimizi kurduk, bütün hazırlıklar sonlandırıldı: Her şeyin sonu işte böyle başladı. Düştü. Bembeyaz. Muhakkak ki kirlenecektir. Pardon! Annem ve babam yok; görüyorsunuz çırılçıplaklık söz konusu, mümkün olursa temizlenecektir. Lütfen yardım edin. Edelim. Hava burada çok soğuk, üzerine bir hırka al, diyelim. Sakallarını kes. Kırmızı değil biliyoruz ama; ayva var, ister misin: Bilelim...

Feb 5, 2015

Sözgelimsel: (Sekiz) Duvar

kelimeler
biçiminde konuşuyorum
ki kelimeler biçiminde konuşmak
tavşan humma hastalığına dair
bir semptom sayılır tıpta -bir bilgi-
ve
bütün paragrafları çöpe atıp da
konuşmakla kalmayıp yalnız
kelimeler biçiminde
yaşıyorum
bazı sesli harflerden geçen cümleler
içinde
oysa alfabe reyonu olan
-ve altın yaldızlarla süslenmiş
noktalama işaretleri
bulunan
belki şurada büyük bir virgül
diyelim ki ıssız bir soru işareti
duyulan-
bir süpermarket bilmiyorum
yalnızca sebze meyve ve temizlik malzemeleri
yalnızca domates elma ve tursil matik
lakin suratsız bir hesapadam yahut işlemkadın
ve
üzülerek söylemek zorundayım ki
yolumuzüstü bazı süper olmayan bu
marketlerin
çikolata şeker sakız
adı nedir bilmiyorum henüz
süt dişleri yerinde ve kız oğlan kız
yine süper olmayan
optik reyonlarında
bir parmak kadar toz bulunur
biliyorum
güneşten sararmış paketlerinde
buyurun ne istemiştiniz
bir paket tuz
diliyorum
köşebaşında bir bilet gişesi
-öyle bir köşe ki
denizlerle çevrili dört bir tarafı-
ve
şehrin en kalabalık
şehrin merkezi
ve şehrin en dışakapalı hipotenüsü
-pardon kadıköy dolmuşları ne taraftaydı-
-dolmuşu değil minibüsü-
burada para bozdurmak günah
burada veresiye verilmez kimseye
adres sormak da yasak üstelik
-biz bilmiyoruz arkadaşım şuraya sorun-
burada
acılar peşinen satılır çünkü
önce kanar yarası
sonra bıçaklanır insan
-pardon muhtarlık nerede biliyor musunuz-
önce ölür
sonra öldürülür insan
bir tanrının
parmak izine dair
herhangi bir bulguya
ya da
tanrının varlığına dair
herhangi bir parmak izine
-cepheye silah taşımış anaların dizine-
rastlanılamadığı gibi
perdeleri
kırmızıya boyanmış
koltuklarının
kolçakları maroken kaplanmış
lakin perdesi hiç açılmayan
bilakis
koltuğuna dahi oturulmayan
tiyatroların
veyahut
sayfaları tek tek özenle inşa edilmiş de
bir türlü mürekkebe bulaştırılamamış
kurgulu kurgusuz
hüzünlü hüzünsüz
mealli mealsiz
kitapların
bu tarif edilemez yükselişi
canımızı hayli
ve bir hayli
tornavidalamaktadır
-bir bilgi-
çünkü yarım kalan ne varsa hayatta
bir oyun
bir kitap
bir aşk
yahut yoksulluktan perdesi alınamamış
-kırmızı olmayan-
tek odalı evlerin
güneşle dansı gibi
dilimizde büyüyor kalbimizdeki acısı
oysa dinmek bilmiyor bu
kalbimizdeki
gayet şişhane sancısı
bazen yazılmış oluyor
sayfalarca
diyorum ya belki beş yüz
okuması fark etmez
zamanbilimsel çerçevede
ister karlı bir kış isterse kurak bir güz
yine de kalakalıyor insan
öyle bir duvarda
öylesine betonlaşmış kalın bir duvarda
dünya vazgeçiyor yuvarlak olmaktan
otomobiller havagazıyla başlıyor çalışmaya
kuşların ötüşleri bile yabancı dilden
ve her şey
bütün dinler diller devlet politikaları
kanun hükümleri siyasi güçler savaş uçakları
eşek arıları
yani kısaca evet her şey
öylece kalıyor
diyor ya
albayım
albayım
bütün hayatımı
en ince ayrıntılarına kadar düşünerek
hesapladığım
iyiliklerin hayaliyle
geçirdim albayım
çizmek gerekiyor altını
kalın parlak -yanmayan-
koyu bir kömürle
çünkü okuması çok kolay
çünkü okuması gayet güzel
uzak soğuk yarım
yakın sıcak tam
bir ömürle

Jan 28, 2015

The Spy

Kapıyı olabildiğince sessiz bir şekilde kapattım. Beni beklediğini biliyordum, beni beklediğinden emindim hatta. Yine de ellerim terliyordu, nefes alışlarım düzensizdi. İnsan bazen başına gelecek veya karşısına çıkacak olan durumun ne olduğunu bilse dahi bazı bedensel reflekslere engel olamaz ya; işte kalbim bunun doğruluğunu kanıtlamak istercesine göğüs kafesimi dürtüklüyordu. Nitekim beden ve zihin ikilisi; Tümer ve İlhan gibi ezbere, Nükhet Duru ve Cenk Eren gibi gönülden çalışmıyordu bende ne yazık ki. Daha ziyade Rocksteady ve Bebop tadındaydı vücudumun çalışma standartları. Hiçbir 23 Nisan’da şiir okuyamadım bu yüzden kürsüde, hep kalabalığın içinde alkışlayan oldum. Bedenim yüksek toplarla rakibin dengesini bozmaya çalışırken, zihnim orta sahadaki pas trafiğini arttırıp derinlemesine oynamayı hedefliyordu. Biri evlilik yıl dönümünü unutan adam, diğeri dünden kalan yemeği ısıtan kadındı. Bu duruma katlanmak zorundaydım. Galiba artık alışmaya da başlamıştım. Biliyordum, beni bekliyordu. Umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm.

Bu esnada çocukluk arkadaşım Kerem geldi aklıma. Kerem alıp başını yürümüştü çoktan, daha doğrusu uzaktan duyduğum kadarıyla. Yoksa bugün karşısına çıksam beni tanıyacağından emin değildim. Kerem iş adamı olmuştu. Kerem lüks bir araba almıştı. Kerem lüks bir araba daha almıştı. Kerem deniz gören geniş bir evde oturuyordu. Kerem’in bir çok deniz görmeyen geniş başka evleri de vardı. Benim deniz gören bir eve misafirliğe gitmişliğim bile yoktu. Araba kullanmayı da bilmiyordum, bilmeme de gerek yok gibi duruyordu üstelik. Aylık akbile zam gelince üç gece kederden içmiştim. Kerem’in iki tane çocuğu vardı. Kerem çocuklarının istediği ve dahi isteyebileceği hemen her şeyi karşılayabilecek nüfustaydı. Hayat Kerem için o kadar kusursuzdu ki, çocukları bile tam istediği gibi, bir kız ve bir erkek olarak doğmuştu. Tanrı bile Kerem’in tarafındaydı. İlkokulda aynı fayansa işemişliğimiz vardı Kerem’le, bir de sınıfın camından bahçeye tükürmüşlüğümüz. O günleri anımsatsam Kerem kahkahalar içerisinde anlatırdı eminim ki. Ben utanırdım kesinlikle.

Sonra vazgeçtim. Az sonra Jim ile yüz yüze bakacaktık ve umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm. Beni beklediğinden emindim. Belki bir iki şarkı mırıldanırdım, belki bir parça şiir gelirdi aklıma. Ya da susardım da Jim o büyülü sesiyle kulağımda yeni bir sayfa açardı: “This is the end… Beautiful friend…” Karanlık koridorun duvarlarından destek alarak doğru yeri bulmaya ve odaya yönelmeye çalışıyordum. Kerem’i unuttum çoktan. Çünkü Kerem, mevcut düzenin kölesi olmuş içi boş bir adamdı. Belki çok zengin ve mutluydu ancak hayata dair ne bilirdi ki? İyi ki Kerem gibi değilim, diye düşünerek ileride zar zor görebildiğim ışığa doğru yöneldim. Bu ışık, o ışık mıydı?

Önce kapıyı bir kez çalmayı düşündüm. Sonra bu düşünceme güldüm istemsizce. Parmak uçlarımla kapının metal tokmağını kavradım, küçük bir hamleyle içeriye doğru ittirdim. Açılmadı. Daha sert bir hamle uyguladım, yine açılmadı. Sonra kendime doğru çektim. İçerideki turuncumsu loş ışık açılan kapıyla birlikte yüzüme yansıdı. Derinlerden, daha önce hiç duymadığım bir müzik sesi geliyor gibi bir hal vardı ve içerisi son derece havasızdı. Birkaç adım attım, kirpiklerimi birbirine değdirmeden etrafı gözetledim. Gözlerim yandı. Duvara asılı renkli bir tablo vardı ve Jim, sırtı kapıya yüzü tabloya dönük bir şekilde ahşap koltukta öylece duruyordu. Saçlarından tanıdım onu. Çatallı ve titrek bir ses çıkartabildim ancak, heyecandan ölebilirdim: “Selamın aleyküm.”

Jim konuşmadan önce boğazını temizledi, sanırım uzun zamandır ağzından çıkacak ilk kelimelerdi bunlar: “Selam. Demek gelebildin.” Beni beklediğini biliyordum. Gelebilmiştim, haklıydı. “Evet. Annemler, Hacer ablalardaydı, Hacer ablanın annesi rahatsızlanmıştı geçenlerde de onu ziyarete gittiler, onları alıp eve bıraktım önce. Tabi minibüs kalmıyor bu saatte, taksiyle geldim. Market de kapanmış galiba, bir iki bira alırım diyordum.” Jim hafifçe doğrultu koltuktan ve ayağa kalktı. Üzeri çıplaktı, altında eski bir kot pantolon vardı. Dikkatlice suratına baktım, sakalları upuzundu. Oysa Jim’in hayatını anlattıkları filmde ölmeden önce sinekkaydı tıraş olduğu gözüküyordu ve gerçekten de son sahnede Val Kilmer’ın yüzü oldukça parlaktı. Filmler hep yalandı demek ki. Belki de kuşlar insanlara saldırmıyordu gerçekte. Bu da mı film icabıydı?

“Sorma” diyerek iç çekti Jim. “Zaten saat ondan sonra içki satmıyor. Ulan bana yapma bari! Biz yabancı mıyız? Sonra da kapatıyor gidiyor. Yahu zaten o saatten sonra içkiden başka ne satacak ki adam, mecbur tabi, kuruyemiş parasıyla elektriği bile karşılayamaz. Hiç olmazsa evde çocuğunu görür.” Oysa bizim evin karşısındaki bakkal çatır çatır satıyordu saat ondan sonra ve daha geçen ay sıfır kilometre bir araba aldı, işleri de oldukça iyi gidiyordu. Demek ki bazı standartlara erişebilmek için oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam bilemiyordum. Kerem de öyle yapmıştı demek ki. Ne zaman kaleye geçtiğinde gol yese, taş üstü diye itiraz ederdi istisnasız. Bazen kabul ederdik, bazen gol olurdu. Böyle böyle unuttuk sokakta top oynamayı. Sonra Kerem iş adamı oldu işte.

Jim bana doğru yaklaştı. Tanrı gibi bir adamdı doğrusu. Hoş, tanrının neye benzediğine dair bir fikrim yoktu ama yine de gözüme tanrı gibi gözüktüğü bir gerçekti. Karanlık duvarın dibinde duran, minderi işlemeli sandalyeyi göstererek oturmamı söyledi. Adam tanrının dilinden konuşuyordu, ister istemez oturdum. Lafa girmesi geç olmadı. “Okumazlar oğlum. Ne yaparsan yap okumak gelmez içlerinden. Yalnızca şöyle bir göz gezdirirler ve bir kenarda unutulur gidersin.” dedi. Ne dediğini bildiğine emindim. “Hiç mi okumazlar?” diyebildim, sesimdeki umutsuzluğa vurgu yapmaya özen göstererek. Yaşayacağım hayal kırıklığına aldırmadan “Hiç okumazlar.” dedi. Gözlerim dolu dolu oldu. Beni bazı gerçeklerle yüzleştirmeye can atıyor gibi bir hali vardı. Jim, çok acayip bir adamdı. “Vaz mı geçmeliyim?” diye sordum. Vereceği cevabı hem biliyordum, hem de çok korkuyordum. “Dünya çok değişti.” dedi,“İşler bizim zamanımızdaki gibi yürümüyor. İnsanlar parçası oldukları oyunun farkında değiller ve işin tuhaf kısmı, bulundukları durumun vahametinin derinliğini anlayamamaları bir yana, elde ettiklerinin daha doğrusu önlerine itildiklerinin bir nimet olduğunu düşünmeye alıştırıldılar. Bilgi yahut ufuk dediğimiz pencere, bugün eskisi gibi lüks ve değerli değil, sıradan alelade bir gerçek. Çünkü bilgi orada, ulaşılması son derece kolay. Elimizin altında ve insanoğlu bilgiye ne kadar yakınsa esasında bilgiden o kadar uzakta. Bu yüzden, okumazlar. Bu yüzden okumayacaklar. Dediğim gibi belki şöyle bir iki sayfasını kurcalarlar, ilk ve son cümleye göz gezdirirler ve karar verirler. Ve derler ki ‘İyiymiş, tebrikler…’ Sen de inanmak zorunda kalırsın, başka çaren yoktur çünkü.”

Konuyu değiştirsem iyi olacaktı. Yazmayı seviyordum. “Şarkı” dedim, “Şarkı söylemeyecek misin?” Şöyle bir düşündü. Pek söyleyecek gibi değildi. Eliyle odanın zeminini işaret ederek “Alt kattaki kadın yeni doğum yaptı. Şarkı söyleyince oklavayla vuruyor, rahatsız oluyorlar herhalde.” dedi. “Dinlemezler mi?” diye sordum gözlerimi parlatarak. Jim odanın diğer tarafına doğru uzaklaştı.“Dinlemezler.” dedi. “Çünkü dinlemek gelmez içlerinden. Bu onların dünyası. Bizim burada yapacak fazla bir şeyimiz kalmadı. Bizim için esas olan yolculuktur.”

Şarkı söylemeyi de seviyordum. “Ben söylesem olmaz mı?” diye ısrar ettim. “Tamam ama kısık sesle söyle. Başımıza iş almayalım akşam akşam” dedi. En iyi bildiğim The Doors şarkısı değildi ama yine de The Spy’ı söylemek geldi içimden nedense. Birkaç satır mırıldandım hatırladığım kadarıyla. Jim böldü ortadan ikiye şarkıyı, “Tamam tamam, ağzına sağlık” diyerek susturdu beni. “Dinlemezler.” dedim kendi kendime, dinmeyecekler. Galiba en doğrusunu Kerem yapmıştı. Hayallerimizin ve alışkanlıklarımızın peşinden gitmek öylesine bir Don Kişot hikayesinden başka bir şey değildi, altını gerçeklerle dolduramadığımız sürece. Oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam bilemiyordum.

Televizyonun gürültüsüyle uyandım. Ekranda ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’ isimli yarışma programı, dilimde ise Doors vardı. Hava henüz kararmamıştı. Jim’den özür dilemem gerekiyordu. Belki duyar dedim kendi kendime, “Kusura bakma Jim, gerçekten çok üzgünüm.” diye söylendim: “Ama vazgeçemem ki, ben buyum çünkü…” O esnada camda bir karartı gördüm. İki kez tıklattı. Perdeyi açtım ve Jim ile yüz yüze geldim. “Önemli değil.” dedi Jim, “Sen elinden geleni yaptın, canın sağ olsun. Ve asla vazgeçme, çünkü sen busun…” Yüzümü bir gülümseme kapladı.

Hemen telefona sarılıp Hakan’ı aradım. “Lan, Manzarek ölmüş müydü?” diye sordum açar açmaz. “O kim lan?” dedi Hakan. Doğrusu klavye denen enstrümanı pek sevmiyordum ve hatta bazı şarkılarda olduğundan daha fazla mı duyuluyordu ne? Sanki ölmüştü Manzarek. Geçen sene filan. Kapıcı aidatı almak için hala gelmedi. Bugün ayın dokuzu. Başına bir şey gelmemiştir umarım. Belki de gelmiştir. Bilmiyorum. Hakan gelecek yaz evlenecek. Bir çeyrek altın alsam ayıp olur, o kadar hukukumuz var. “Tamam Hakan” dedim,“Önemli değil.” Telefonu kapattım. Hatırlıyorum evet, Manzarek ölmüştü. Bir müzik haber sitesinde yazmışlardı. Facebook’tan paylaşmıştım. Tabi Jim’in ölmesi gibi değildi onunki. Yine de allah rahmet eylesin, dedim kendi kendime. Gidip birkaç sayfa bir şeyler yazabilirdim. Yazmayı seviyordum.

Jan 16, 2015

Tanklar Çiçek Açtı

Silahlar
Paslı ve biraz passız
Silahlar patlasın patlasın!
Topraklar
Eğri ve sanki büğrü
Fakat
Silahlar susmasın susmasın!

Cetvelle çizerken şuhbenâ
Weider drinken
Kolay geldi danışmadık çiz dedik
Çiz dedik gitsin icht mein der pritzen
Bir manitu kulu bozuk kimseye
Bir bilen var mı duymadık
Duyan varsa bile bilmedik
Pergelsansür sınırları kalın bir bariyer
Toprakaltı fosilleri
“Heil Hitler”
Diyorsan da eymülcemali
Kapkara
Dik dur eğilme
Cebimizde toplar tüfekler
Yolumuzda taşlar kemikler
Kalbimizde kaldı soluk bir yara
Diyorsan da eymülcemali
Kapkara

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Bize saz mı gelecek böyle

Çocuklar
Yüksek ateş öksürük
Çocuklar ölmesin ölmesin!
Fahrenayt
Dört yüz elli bir elli iki
Selsiyus bilmesin bilmesin!

Kristalleşmiş parsayı al
Arsa bende kalsın şimdilik
Şapkadan tavşan çıkar
Gölgeden bir karagöz yaptım
Mangal kömüründen bu dünya
Sanırım şimdi ters yöne saptım
Oynasın kızlar sazlar çalsın
Bir sömürge buldum yoldan
Sarılıyorum dört bir koldan
Ben istemem buyur sende kalsın
Oynasın kızlar sazlar çalsın

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Bize saz mı gelecek böyle

Savaşlar
Ölenler yaralı var
Savaşlar bitmedi bitmedi!
İnançlar
Bir tutam alatdin
Fakat
İnançlar bitmeli bitmeli!

Aldım sazı elime
Duydum size duyurdum
Daralan bir çemberin içinde
Padişahtan ferman buyurdum
Kazan dipli dünyanın
Bitmeyen sonsuz melodikal şarkısı
Ne ittifak dinler ozan olan
Terakkimornink çok komik
İnsan olmaktır önemli olan
Düşünebildiğimiz kadar bir başkası

Bu şarkı burada biter
Bu savaş nerede olsa bitmez
İlla ki
Muhakkak
Bitmeli bitmeli!

Sayın tanrı bir el atmalı!

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Oysa
Kanımız kırmızı