Sep 18, 2014

Altıpatlar

İstanbul. Şişli dolaylarında bir ara sokak, yıllardan yakın geçmiş. Gece. Ve muhtemelen karanlık.

Klaus Eisen isimli, biraz Alman biraz Türk adam, az önce içerisinde bulunduğu yüksek binanın önünde beklemektedir. Telaşlı bakışlarla etrafı süzer. Üzerinde siyah takım elbisesi, kravatı biraz gevşetilmiş ve sakal tıraşı günlüktür. Az sonra karşısına çıkan ilk taksiyi durdurur ve hızlıca biner.

KLAUS EISEN: Bolivya'ya lütfen...
TAKSİCİ: (alaycı) Neresine?
KLAUS EISEN: Büyük Cami’nin oraya.
TAKSİCİ: (kahkahayla) Bolivya'da cami mi varmış?
KLAUS EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ: Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS EISEN: Yoksa yaptırırız. Hem lazım olur muhakkak ki! Bugün bir cami demek adeta bir peynir, sanki bir ekmek demek değil mi? İki adet hidrojene bir tane oksijen katmak gibi. Atmosferde ellini sallasan ellisi. Ne kadar gerekliyse salataya zeytinyağı veya bir pastaya krema; işte bir yerleşkeye de o kadar gerekli bir cami. Bolivya’da değil yalnızca, yanlış anlaşılmasın. Altınsahilleri’nde, Brengard’ta, Mozambik’te, Himalayalar’da. İnsan elinin değdiği her kara parçasında yani. Çıplak ayakla basılmış her toprakta. Her yerde işte kısaca. Dünya’da neye ihtiyaç var ki yüksek minareli yeşil bir camiden daha fazla?
TAKSİCİ: (biraz düşünür) Suya.
KLAUS EISEN: Lütfen ama; alay mı ediyorsunuz? Suymuş. Teyemmüm diye bir şey çıktı, yeni model. Duymadınız mı? Sizin gibi suyu hayatın olmazsa olmazlarından görenlere inat, sudan babası bile çıksa yiyecek olan ensestimtrak canilere rağmen. Oysa suya ne gerek var? Abdestsiz namaz olmaz, lakin susuz abdest olur gayet tabi. İki elini toprağa sürersin ve yüzünde gezdirirsin iğne ucu kadar değmemiş yer kalmaması kaydıyla ve kollarını ellerini bulaştırırsın toprağa filan işte. Bu bir temizlenme eylemidir esasında lakin mevzubahis toprağın ne kadar kanlı olduğu ve bilahare aslında bir o kadar da temiz olmadığı göz ardı edilmelidir, aksi halde teyemmüm kabul bulmaz. Ve en önemlisi niyet edilmelidir öncelikle, niyetsiz ibadet ibadetten sayılmaz.
TAKSİCİ: Susuz abdest olur ama susuz banyo olmaz ki. Teyemmüm banyosu diye bir şey duymadım hiç.
KLAUS EISEN: Mesela ben üç ayda bir banyo yaparım. O da tütün kolonyasıyla. Seksen derece esanslı hem de. Yani su olması çok da şart değil aslında. Lakin tütün kolonyasıyla abdest almak çok imkansız. Çünkü kolonyada alkol var. Alkol yasak. Alkollü bir şekilde camiye girilmez. Hatta alkollü bir şekilde namaz kılmak, ölüme yol açabilir veyahut bazı duyu organlarının işlevsizliğine sebep olabilir. Ve hatta alkollüyken ibadet etmek, hava kararınca birçok masum kuş türünün neslinin sona ermesine, emzirme dönemindeki kadınların memelerinden zift akmasına, dünyanın en büyük yanardağlarının alevler saçarak patlamasına ve Alibeyköy’ün en ufak bir yağmurda sular altında kalmasına sebep olabilir. Zaten bu yüzden yasaklanmıştır yüzyıllar öncesinden bu yana vücuda alkol enjekte etmek, vaat edilse de üzüm bağları ve şarap testileriyle dolu bir cennet. Bilindik bir mevzu, yabancılamamalı. Mesela siz, alkollüyken araç kullandınız mı hiç?
TAKSİCİ: (iç geçirerek) Çok.
KLAUS EISEN: Günün birinde ölürseniz eğer, bunun bedelini ödemiş olarak öleceksiniz muhakkak, bunun bedelini ödemek için öleceksiniz ya da kutsal kitap diliyle. Tanrının canınızı alma sebebi bu olacak, hak peygamber yoluyla. Eğer ölümle karşılık bulması gereken daha korkunç günahlarınız yoksa tabi. Söylesenize, tanrının böyle bir şeyi affedebileceğini mi sanıyorsunuz?
TAKSİCİ: Ne kadar affedilmeyebilir ki? Adam mı öldürmüşüm, banka mı soymuşum? Elhamdülillah müslümanız neticede.
KLAUS EISEN: (önce kısa bir şekilde güler) Varsın bir banka soyabilirsiniz, yeri gelir kıyabilirsiniz canına bir insanın. Bunlar dert değil. Gazete okumuyorsunuz anlaşılan… Doğru ya, mesleğiniz icabı gazete okumaya elverişli bir gündelik işleyişiniz yok, siz de haklısınız. Hangi kutsal kitabı okumanızı bekleyebilirim ki bu şartlarda? Önce hangi kitabın kutsal olduğunda karar kılmalıyız, hesapta. Eğer gazete okusaydınız adam öldürmek veya insanları dolandırmak gibi bazı eylemlerin son derece sıradan bulunduğunu ve hatta gayet moda kabul edildiğini ve -tuhaftır ki sizin şu an kötü bir şey olduğunu zannederek altını çizdiğiniz bu eylemlerin- neredeyse hiçbir cezai yaptırıma maruz kalmadığını, hukuken yeterli bir şekilde karşılık bulmadığını görürdünüz. Kaldı ki krem tabakadaki birçok cemiyetin parçası haline gelmek için ön şart sayılır oldu artık bu tür neoillegal varyasyonlar. Fakat bir kadeh alkol kadar affedilmesi zor, bir yudum alkol kadar katlanılması güç bir konu ise söz konusu olan, ne bir af bekleyebilirsiniz sözde bağışlayıcı tanrınızdan, ne de en ufak bir anlayış göstergesi bulabilirsiniz aynı tanrının kulları olan insanoğullarından. Dediğim gibi, ölümünüz bu yüzden olacak sizi temin ederim ve bunun diyetini ödemiş olacaksınız öldüğünüz zaman, şimdilik daha büyük günahınızın olmadığını varsayıyorum mütemadiyen.
TAKSİCİ: İmam mısınız?
KLAUS EISEN: Hayır inanmam. Siz inanır mısınız?
TAKSİCİ: Bazen.
KLAUS EISEN: Ne kötü. İnanmak zayıflıktır. Bazen inanmak, bazen zayıflıktır.
TAKSİCİ: Ne iş ile meşgulsünüz öyleyse? Yazar mısınız?
KLAUS EISEN: Hayır yazmam. Siz?
TAKSİCİ: Öyleyse necisiniz?
KLAUS EISEN: Katilci. Hem de gayet seri bir katil-çizgi-ci. Dedim ya; artık son derece meşru bir eylem adam öldürmek ve gayet popüler. Herkes bu sektörden ekmek yiyor son zamanlarda. Bu arada, adam öldürmek derken, kadın öldürmek de bu ifadenin antiparantezidir, ötekileştirmeye maruz kalınmaksızın. Rüzgar gibi sert, gece gibi karanlık bir katilim ben. Adeta eli silahlı bir Flash Gordon’um, aynı zamanda gözü pek, dili çok. Altıpatlar belimde, altı kere patlatırım ki adı üzerindedir, yedi kere patlamaz. Limitsiz miktarda mermi alabileni icat edilmedi henüz, edildi de belimize takabilecek durumumuz mevcut değil biraz. O yüzden seçici olmak zorunda hissederim çoğu zaman. Şimdi silahımda üç atımlık mermi var, bunlardan birisini ve haliyle sıradakini; siyah-beyaz saçlı, muhtemelen çoluk çocuk babası ihtiyar bir taksiciye harcarsam ne kadar ziyan etmiş olurum diye düşünmekteyim veya günün geriye kalan saatlerinde bu gevşek ağızlı, gereksiz komik ve yersiz alkolik ve hatta sonsuz çirkin bir taksiciden daha öldürülebilir birisini bulabilir miyim emin değilim. Her mesleğin zor yanları vardır, bilirsiniz. Bizimkisinin de yok değil anlayacağınız.
TAKSİCİ: (biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS EISEN: Hayır. Divaneyim.

Bu esnada elini beline götürür ve belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye devam eder.

KLAUS EISEN: Şimdi gözlerinde karanlığın yansıması,
Gecenin içinde bir ülkeden başka bir ülkeye düşecek yolun.
Omzunda ağırlığı ve kalbinde taşıyorsun her saniye,
Fakat gökyüzünden çalıyorsun yaşam gayesini,
Yine de ağaçların yeşerd…
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (Klaus Eisen’in sözünü keserek) “gökyüzünden” değil, “yıldızlardan” olacak.
TAKSİCİ: (partisyon bozulmuşçasına) Ne oluyor ya?
KLAUS EISEN: (kızarak) İstersen ben bırakayım sen yap Johann. (silahı Johann Wolfgang von Goethe’ye vermeye yeltenerek, serzenişli bir ifade ile) Al sen öldür adamı, kafasına tut, tetiği çek bitir işi. Iskalamamak kaydıyla ama. En iyi becerdiğin şeydir çünkü ıskalamak.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: İyi de tetiği çekmek benim işim değil ki, senin işin.
KLAUS EISEN: Niye burnunu sokuyorsun öyleyse, madem benim işim?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Sözü yanlış söylüyorsun çünkü.
KLAUS EISEN: Varsayalım ki ben bunu söylediğim şekilde doğru olarak kabul ediyorum. Bir mahsuru var mı? Söz konusu yaşam gayesinin yıldızlardan değil de gökyüzünden çalındığına inanıyorum, ifadeyi bu haliyle doğru kabul ediyorum; ki terimsel olarak farklılık gösterse de anlamsal olarak çok da alakasız değiller benim nazarımda. Bilmem farkında mısın Johann ama bu sahne benim sahnem, bu replik benim repliğim. Söz sahibi benim, spotlar bana çevrili ve tam burada afili bir nutuk çekiyorum, görmüyor musun? Kral da padişah da soytarı da hepsi benim işte. Hiç duydun mu tanrının bir ressamın yanına gidip de çizmekte olduğu tablodaki bir ağacı kastederek “Bu ağacın dalları o şekilde değil!” diye uyardığını?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Demek ki adam ağacı tanrının yarattığı gibi çizmiş, niye uyarsın ki?
TAKSİCİ: (araya girerek) Tanrıya inanmam demiştiniz.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: İnanmıyor zaten.
TAKSİCİ: Hayır; cami, teyemmüm filan deyince ben de akıllı bir adam sanmıştım başlarda. Rahmetli annem bilfiil altmış yıl boyunca beş vakit namaz kıldı, bir kez bile ‘teyemmüm’ demedi. Demek ki bu teyemmüm denilen meret pek de akıllı işi sayılmazmış.
CARL EDWARD SAGAN: Yüz dokuz bin beş yüz yetmiş beş vakit namaz eder.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Küçükken de böyleydi bu. On iki yaşına kadar altını ıslattı hep.
TAKSİCİ: Hiç evlendi mi?
KLAUS EISEN: Hayır, evlenmedim; de konumuzla ne alakası var?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Hayır, evlenmedi.
TAKSİCİ: Şaşırmadım.
KLAUS EISEN: (yüksek sesle) Yahu ne diyorsunuz?
TAKSİCİ: (Johann Wolfgang von Goethe’ye) Peki madem tanrıya inanmıyor, inanmadığı tanrının bir ressamı uyaracağını nasıl düşünebiliyor o halde? Eğer tanrı yoksa ve ağacı yaratan o değilse, o ağacın tanrısı onu yaratan kişi olan ressamdır. Böylelikle beyefendinin söylediği gibi ağacın yanlış çizilmesi halinde uyarıyı yapması gereken de ressamın kendisi olmak zorundadır ki bu da fizik kurallarınca pek mümkün değildir. Bu durumda ya tanrı vardır, ya da ağaç yanlış şekilde çizilmiş değildir. Yani her koşulda yanılıyorsunuz bayım.
KLAUS EISEN: (serzenişle) Bahsettiğim şey bu değil ki arkadaşlar.
TAKSİCİ: Yok yok, ifadeleriniz, henüz şimdiden gayet çelişik.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (taksiciye) Benim anlatmak istediğim de bu zaten. Senin kafana silahı dayadığında gösterişli ve şairane bir şekilde söylemeye başladığı sözlerin yaratıcısı veya yazarı kendisi değil, ki bu durum 'yazılı olmayan yazılı eserler ve edebi metinler kanunu hükümleri'nce aslına uygun söylemek zorunda olduğu anlamına gelir. Hal böyleyken yanlış ifade edilen kısımda, sözlerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan kişi olarak, müdahil olmak durumunda kaldım. Yaptığım davranış bundan fazlasına tekabül etmez.
KLAUS EISEN: Lanet olsun, her şeyi mahvettiniz. Baştan alıyorum.
TAKSİCİ: Zaten başında değil miyiz?
KLAUS EISEN: Değiliz. Burası sonuydu. Neyse, hazır mısınız?
TAKSİCİ: Hazırız. Ense tıraşımda bir problem var mı?
KLAUS EISEN: Yok. Başlayınız öyleyse.
TAKSİCİ: Tamam. (biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS EISEN: Hayır. Divaneyim.

Bu esnada elini beline götürür ve belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye devam eder.

KLAUS EISEN: Şavk eder kıyam ile men-ul bozma karanlık,
Bitap düşer kıs-mî min'el mağfirun selamlık.
Sanma ki eydir, nüfuzun dolar ten'in dehile,
Bitecek yolun afv bulacak rabbin bataklık...
TAKSİCİ: (direksiyonu bırakır, iki elinin avuç içiyle yüzünü sıvazlar) Amin.
KLAUS EISEN: Bu bir dua değil, manifesto.
TAKSİCİ: Biz olmayacak dualara amin demeye alışığızdır da. Kusura bakmayın. Boş bulundum bir an.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Bilmukabele.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (kızarak) Kestik. Şimdi de yanlış yeri okuyorsun Klaus.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Bence gayet doğru yeri okudu.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Madem benden söylemeyecek, beni niye çağırıyor ki buraya. Kaç kilometre mesafe kat ettim, kaç kere aktarma yaptım haberiniz var mı? Köprü kuyruğu zaten beş kilometre olmuş. Hem de çiçek gibi ortamı bırakıp geliyorum. Arkadaşlarla içiyorduk ne güzel, kızlar filan.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: İçiyor muydunuz?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Yah. Wir tranken.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Dinle ey kâfir:
Hakk-ı cinas eyledi makus gönlüm
Vakt-i rahman saymadı günah
Sabrederek geçti düstûru ömrüm
Şarab-ı kadehten geçerse olmaz.
Madübû bilir ebî saf ile değil
Hakîkat kef varsa eler kaf ile değil
Itrî söyler êda nun rabbin bulur
İman aşk ile olur laf ile değil.
TAKSİCİ: Amin.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Ne dedi?
KLAUS EISEN: Yapmayın beyler. Konunun özünü kaybediyoruz.
TAKSİCİ: İçki içerseniz allah taş yapar dedi.
DIŞ SES: Yapar mı?
KLAUS EISEN: (sinirli) Elbette yapmaz. Dalga mı geçiyorsunuz? Tabi ki yapmaz... Yahu siz neyden bahsediyorsunuz beyler? Ufuk çizgisinin uzaklığı mı kör ediyor gözlerinizi yoksa ağaçların dalında yetişen meyvelerin cazibesi mi? Bulutlardan dökülen yağmurların bir adı mı var zannediyorsunuz ha? Bütün o kutsal denilen kitaplar ne anlatıyor, hiç düşündünüz mü peki? Elbette düşünmediniz. Sizin adınıza düşünenlere ayak uydurdunuz işte. Ne dayatıldıysa ona inandınız, önünüze ne konulduysa onu yediniz. Daha fazla ne yapabilirdiniz ki? ‘Aman keyfimiz kaçmasın’lar, ‘Neyse şimdi sırası değil’ler, ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’lar, altın günleri, futbol müsabakaları, seçim propagandaları, taht oyunları… Doğru ya, ne kadar da büyük bir dünyanın ne kadar da büyük bir parçasıydınız. Mutlak bir yaratıcı kesinlikle olmalıydı doğrusu! Aksini düşünemezdiniz. (Buhurizade Mustafa Itrî gözden kaybolur)
TAKSİCİ: Kısaca; tanrıya inanmadığınız anlamına mı geliyor bu?
KLAUS EISEN: Tanrıya, en fazla bir kadına inandığım kadar inanırım.
TAKSİCİ: Bazen inanmak bazen zayıflıktır, demiştiniz.
KLAUS EISEN: Öyleyse kadınlara bazen de inanmam.
TAKSİCİ: Güzel. Ben cumaları kaçırmam mesela.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Ben de cumartesileri.

Yol koşulları elverdikçe taksici vitesi yükseltmeye devam eder.

AVA LAVINIA GARDNER: Burası ne kadar da sıcak böyle?
KLAUS EISEN: (yumuşar) Merhaba güzel bayan.
AVA LAVINIA GARDNER: Sana da merhaba güzel çocuk. (Johann Wolfgang von Goethe'ye) Johann daha ne kadar bekleteceksin bizi? Sonuncuya geçmek üzereyiz. Sensiz düşünemedik doğrusu. Bu yüzden almaya geldim seni. Hadi.
KLAUS EISEN: Nereye?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Öyleyse gidelim tatlım. (Klaus Eisen’e) Ücretimi alayım Klaus, daha fazla bekletmeyeyim arkadaşlarımı, gidiyorum. Zaten gayet lüzumsuzca bulundum burada. Bilmediğim dilden konuşuldu filan, tadım kalmadı. (bu esnada Ava Lavinia Gardner, Johann Wolfgang von Goethe’nin boynuna ateşli bir öpücük kondurur)
KLAUS EISEN: Ne ücreti?
TAKSİCİ: Peki benim ücretim ne olacak?
KLAUS EISEN: Seninle daha yolumuz var. Bolivya zannettiğinden oldukça uzakta.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Telif ücreti. Sözlerimi bedavaya kullanmayı düşündüğünü söyleme sakın. Ben onları yazarken neler yaşadım, ne kadar uğraştım biliyor musun? Sense öylece söyleyeceksin ve arkana bakmadan dönüp gideceksin öyle mi? Yapma ama gerçekten böyle olabileceğini düşünmüş olamazsın Klaus. Seni eskiden tanırım. Aptal değilsindir.
KLAUS EISEN: Dalga mı geçiyorsun Johann? Sen öleli iki yüz yıl geçti neredeyse, neyin telifi bu?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: 'Femme Fatale' diyorum. Birer içki fazla içeriz belki. (elini Ava Lavinia Gardner’ın beline dolar) Belli mi olur, beş dakikada değişir bütün işler.
KLAUS EISEN: Bir tane yaşayan mirasçın bile yok Johann, kime kazandıracağım ben bu parayı. Aç gözlü yayınevlerine mi, karnı doymaz reklam ajanslarına mı?
AVA LAVINIA GARDNER: Öyle deme Klosie. Onların emeğini ne yapsan ödeyemezsin. Kimse onlar kadar çalışamaz. Eser yaratmak işin kolay ve zevkli kısmı, peki ya sunmak?
KLAUS EISEN: Hepsinin canı cehenneme.
TAKSİCİ: Bir Amerikalı gibi ünlüyor gördüğünüz üzere.
KLAUS EISEN: Ayrıca metnin tamamını okumadım ki. Hatta yarısına kadar bile söylemedim, en fazla dörtte biri fiyatını öderim haberin olsun. O da eski hukukumuzun hatırına.
TAKSİCİ: Ben tam alırım.

Klaus Eisen cüzdanından çıkardığı yüz liralık banknotu Johann Wolfgang von Goethe’ye uzatır.

KLAUS EISEN: Bunu Itrî Efendi’ye versek daha doğru olurdu sanki.
TAKSİCİ: Yanlış anlayabilirdi.
KLAUS EISEN: Hayır o bakımdan söylemedim.

Bu esnada seyir halindeki taksi, bir polis memuru tarafından durdurulur yol kenarında. Polis, camı açmasını ister Klaus Eisen'den. Açar.

POLİS MEMURU: Beyefendi, emniyet kemeriniz takılı değil.
KLAUS EISEN: Evet memur bey. Görüyorum ki, sizin de takılı değil.
TAKSİCİ: Ben uyarmıştım kendisini memur bey. İnatla takmadı.
POLİS MEMURU: Benim görev tanımımda kemer takma zorunluluğu yok. Yalnızca şapka takma zorunluluğumuz var, gördüğünüz gibi o da başımda. Başka sorunuz?
KLAUS EISEN: Peki benim görev tanımımda var mı kemer takma zorunluluğu?
POLİS MEMURU: Tanıma gerek mi var? Bu alametifarikayı icat eden mühendis buraya kemeri hangi maksatla koymuş olabilir ki takılması icabından başka?
KLAUS EISEN: Tabi ki takılmaması maksadıyla.
POLİS MEMURU: Takmamak için kemer mi yapılırmış? Eğer kemer varsa takacaksınız demektir. Ayrıca bu uygulama devletimizin bir kanunudur. Ve her kanun gibi uyulması zorunludur. Aksi takdirde cezai işlem uygulanmaktadır.
KLAUS EISEN: Eğer kemer yapılmazsa, takılmayacak kemeri nereden bulabiliriz ki? Bu yüzden kemer takmamak için söz konusu kemerin yapılması ve yaratılması şarttır. Bu yüzden bir otomobile kemerin konulması, onun takılmak için icat edildiği anlamına gelmez tam olarak. Tamamıyla ve güpegündüz ve hatta göz göre göre takılmamak için icat edilmiş bile olabilir. Bu durum, kişinin algılama ve algıladığını yorumlama marifetiyle değişkenlik gösterir yine de.
POLİS MEMURU: Sen hiç çalınmamak üzere yapılmış bir keman gördün mü?
KLAUS EISEN: Tabi ki görmedim. Çünkü keman çalınabilir. Niteliği ve niceliği göz önündedir. Hiç emniyet kemeri ile Vivaldi çalındığına şahit oldunuz mu?
POLİS MEMURU: (düşünür) Hayır olmadım.
TAKSİCİ: Ama ben kemanla çalındığına da şahit olmadım Bivaldi’nin. Memur bey haklı bu yüzden.
KLAUS EISEN: Mühendis kemeri arabaya koyacak ki ben kemeri takmayabileyim ve ben kemeri takmayayım ki siz de bana ceza kesebilesiniz. Ve ben size para ödeyebileyim bana ceza kestiğiniz için. Ödeyebileyim ki polis teşkilatının her sene kuruluş yıl dönümlerinde düzenlediği balolarda ikram edilecek kuru pasta ve limonataların ücretleri de bu vesileyle ödenebilsin. Yani o kemer orada olmasa neyi takmayabileceğim ben, söyler misiniz?
TAKSİCİ: Afiyet olsun memur bey. Gurur duyuyoruz, nice yıllara. (eliyle, desteklercesine bir hareket yapar)
POLİS MEMURU: Pekala senin dediğin gibi olsun. (ceza makbuzunu uzatır) 80 boliviano.
KLAUS EISEN: Bugün gerçekten de hayli masraflı oldu.
TAKSİCİ: Görüyorsunuz değil mi? Devletimiz ne kadar da gözetiyor vatandaşını. Vatandaşın canını vatandaşın kendisinden daha çok önemsiyor. İnsanlar ölmesin diye kural koyuyor.
KLAUS EISEN: "Kurallar yalnızca kendi kararlarını veremeyen aptallar için bir kılavuzdur."
TAKSİCİ: (anlamaya çalışmayarak) Allah başımızdan eksik etmesin.
KLAUS EISEN: Kılavuz dediniz de aklıma geldi. Bir karga beslemişliğim olmuştu bundan uzun yıllar önce, belki bindokuzyüzix tarihinde, ki hiç sevmem kadından başka canlıyı, değil mevzubahis olsa bile pis kargalar. Kanlıca'da ikamet ettiğimiz zamanlardı ki hayatım boyunca Ankara’da bulunmadım antiparantez ve babam bazı akşamlar eve geç gelirdi bu zamanlarda. Gelirdi dedimse yetmiş iki saat kadar filan gecikirdi altı üstü, gelirdi ama, ennihayetinde gelirdi yani. Babam uzun yol şoförü veya nakliyatçısı sayılmazdı. Gece bekçisi asla değildi. Boyu uzundu elbette anneme nazaran ama bu şart-ı vaziyetler altında aynı yatağı paylaşmaları pek mümkün görünmüyordu annemin fikrince. Ki paylaştıkları da söylenemezdi nitekim. Belli ki babamın fikri de bu yöndeydi ki annemin bunu dile getirmesinin ertesi akşamı yine eve geç geldi kanımca. Tek celse sonbahar ayrılıkları neredeyse hiç ses getirmedi civarda. Sanki hiç birlikte değillermiş gibi oldu. Yakın akrabalarımız bile ertesi sene öğrendi annem ile babamın küs yapıp bozduğunu, bir başka ismieşittirboşluk akrabamızın düğününe yalnız gitmesi vesilesiyle annemin. Annem güzel bir kadındı, haliyle evlendi üç beş ay sonra. Babamın geç gidecek evi bile kalmamıştı nicht mehr, nicht langer. Kendi annem ile kendi babamın beraber yaptıkları ilk çocuk olduğuma ve boşandıkları esnada annem herhangi müstakbel kardeşimi taşımadığına göre karnında, haliyle son çocukları da oluverdim. Baktım bu işler kargayla filan olacak gibi değil, gittim bir tavşan çaldım ormanın en turkuaz köşesinden. Aslında çalmak değildi niyetim tavşanı, lakin orman bir insan hatta bir tavşan tüccarı değil ki para ödeyip alabileyim bu hayvanı. Hem bir tomar para versen ne fark eder, orman ormandır neticede. Ne bir ayakkabı alabilir kendine, ne de üç tekerlekli bir bisiklet. Her gün havuç yedirdim hem de üç öğün gündüz gece ve bir de isim koydum tavşana, adı Marilyn. Sonra öğrendim üst mahalledeki Ayla’dan, tavşan meğer erkekmiş. Bütün Marilynmatik duygularım kaybolup uçuverdi bir anda yüreğimden. İçimdeki bütün sarı saçlı kadınları rafa kaldırdım önce, sonra benzin döküp yaktım. Ertesi akşam altmışikisinden kestim tavşanı ve bir güzel yedim afiyetle. İnsan evladını yer mi, demeyin. Ben yedim işte.
POLİS MEMURU: (sert bir dille) Kimliğini alayım dostum.
TAKSİCİ: Bu da mı Amerikanca?
KLAUS EISEN: Sanırım en başa kadar gitmek gerekecek.
TAKSİCİ: Daha da mı eskiye?
KLAUS EISEN: Evet. Plasentaya kadar.
YÖNETMEN: Tamam öyleyse. Diğer sahneyi alalım. Hazır. Ve motor.
KLAUS EISEN: Ben Eisengiller’den üçüncü Klaus, yirminci yüzyılın en mütecaviz dönemlerinden birinde, dünya denen gezegende doğdum, sanki birinin ırzına geçiyormuşçasına ve en üstte hangi tabaka varsa işte. Batı Anadolu'yu ve haliyle Doğu Avrasya'yı evim saydım doğduğum yılın ertesi haziranında, ilk donuma işeyişim de vuku buldu benzer bir kara parçasında. Annem Alman, babam Alman gibi Türk. Her ne kadar her ikisi de hala benim annem ve babam olarak adlandırılıyor olsalar da tarafımdan, birbirilerinin karısı veya kocası değiller hali vaktiyle. Başka adamları koca, başka kadınları karı belleyip bellemediklerine dair bir fikrim de bulunmamaktadır ayrıca.
İBRAHİM REFET BELE: Ben, bin sekiz yüz seksen bir yılında, Selanik’te doğdum. Annem Emine Adviye Hanım, babam Mehmet Servet Bey'dir.
TAKSİCİ: Hiç yeri ve sırası değil paşam.
KLAUS EISEN: Gayet Terakkiperver bir Cumhuriyet Fırkası. Kaybolunuz.
İBRAHİM REFET BELE: Vatan kurtaracaktık.
POLİS MEMURU: Aman paşam. Lütfen.
KLAUS EISEN: Birçok adını hatırlayamadığım okula gittim sırasıyla. Hepsinde aynı harfleri öğrendim, sanki farklıymışçasına. Önce hıristiyan okuluna gittim, hayatımın hiçbir anında hıristiyan olmadığım halde. Sonra bir yaz tatilinde kuran kursuna gönderdi babaannem, istifa ettim müslümanlıktan kuran kursunda. Dizdim karşıma bütün peygamberleri, çektim vurdum gözümü kırpmadan. Ne taş eden oldu, ne ateş eden. Bir yaz akşamı aşık oldum, askerden geldiğim bir dönemde. Yine bir yaz akşamı vazgeçtim aşık olmaktan. Firuze, ilkokulda okulun en güzel kızıydı ama büyüdükçe şişmanlaştı diğer her okulun en güzel kızları gibi. Talihsiz bir başkalaşım oldu bu. Bir gün beş galon kadar sarhoştum, sarhoşluğun birimini icat ettim, çok salak bir patent, ayıptır söylemesi bir de dans ettim, ayaklarımı bir belediyenin sosyal tesislerinden kiralayarak. Sonra büyüdüm, büyüdükçe bir manası olmadığını fark ettim büyümenin. Büyüyünce adam öldürdüm, belki adını bile bilmediğim. Kıyafetleriyle gömdüm bazı insanları toprağa. Gittim elimi yıkadım, tütün kolonyasıyla. Geçti. Geçtiğimiz yıllarda, belki üç belki beş sene kadar önce, acaba bıyık bıraksam mı, diye düşündüm. Henüz karar vermiş değilim buna.
POLİS MEMURU: (Klaus Eisen’ın uzattığı parayı alır) Bence bırakma.

Taksi yeniden hareket eder yağlı ve kaygan asfaltta kaldığı yerden ve yavaşça vites büyüterek.

DIŞ SES: (radyodan) "...ekmeğe gelen zamlardan sonra mevcut hükümeti protesto etmek amacıyla Büyük Meydan Katedrali'nin önünde toplanan Bolivya halkına polis güçleriyle müdahale edildi. Olaylarda ölen ya da yaralanan olmadı. Hükümet kanadından yapılan açıklamada, halkın tepkisinin dikkate alınacağı, gerekli düzenlemelerin en kısa sürede gerçekleştirileceği duyuruldu."
TAKSİCİ: Radyo rahatsız ediyorsa kapatabilirim efendim.
KLAUS EISEN: Kapat.
TAKSİCİ: Bolivya’da katedral mi varmış?
KLAUS EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ: Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS EISEN: Benim de yok. Gerçi benim Ankara'da bulunmuşluğum da yok ama katedral olmadığını biliyorum.
TAKSİCİ: Ankara’da katedrale ihtiyaç yok zaten.
KLAUS EISEN: Neye ihtiyaç var Ankara’da?
TAKSİCİ: (biraz düşünür) Suya.

Taksi az sonra Barbaros Bulvarı yakınlarında durur.

TAKSİCİ: On bir lira efendim.

Klaus Eisen, cebinden on lira çıkartıp taksiciye uzatır. İnmeye yeltenir. Taksici uyarır.

TAKSİCİ: Bir lira yok muydu?

Klaus Eisen derin bir nefes alır. Göğüs kafesi büyür ve küçülür. Cebinden çıkardığı altıpatların mermi yuvasını açar ve kontrol eder. İçinde üç tane mermi olduğunu görür. Yüzde elli. Hazneyi kapatır ve rastgele çevirir. Silahı kafasına dayar sonra ve hiç tereddüt etmeden tetiği çeker.

Sep 11, 2014

Preis: Beşinci Nüsha, 'Körebe'

Beşinci Nüsha: 'Körebe'

Bir kırlangıcın havada kalabildiği mesafe kadar. Faust'un ilk cümlesi boyunca. Belki az. Belki çok. Dinimiz imanımız ve kasnaklı bebek arabalarımız; ipten yapılmış seçmeli hayatlar, çöpten yapılmış gövdesiz adamlar, asfalt kaplı ruhumuz ve bir uyanırız ister istemez bir de inanırız. Tek atımlık bir tabanca kabul edilir soyumuz, göz göre göre ve ıslak bir heyecanla gelecek, bu talihsiz sonumuz. Buyrulur ki; kurşun gibi ağır bir hava, oğlana Adem derler diğerine Havva, süzgeçten geçirilir her biri, sindirim sistemleri veya sebze meyve halleri. Amaçsız bir savaşın içinde zamansız bir sevişme; tek bir adet hücre, sezon sonu indirimleri, çift biletli vapur seferleri, kar kıyamet içinde bir futbol müsabakası ve bir ileri bir geri; kayboluruz. Hızlı bir metabolizma. Yer çekimsiz bir atmosfer ve ağaçtan düşen kuru bir elma. Çekirdeksiz. Altmış sekiz parça folik asit, bulunmaz be (B) on iki ve sonrası; bunun adı gayet bilindik; iki nokta üst üste, (bir) gürültü (iki) kirliliği ve kulaklara hayli tanıdık enstrümantal hileleri. Oysa bir çay kaşığı kadar kadın ve bir tutam erkek, fazla karmaşık sayılmaz bir formül bu, bulanık bakışlar ve meyilli dudaklar, benzinle çalışan kalbimizdir bu. Söylemesi ayıp sayılır; lakin kurşunsuz bir masaldır anlatılan. Penceresiz binalar, çimentodan yapılı ve eğilimli, kulak memesi kıvamında; eser miktarda demiroksit, inişli çıkışlı bir grafik ve ağaçlar kurur devamında. Aslında Havva başkasına aşık ve ne yol bilir ne yordam, aşifte (aşüfte) ruhu beğenmez ve seviyordur herkesi kime sorsan. Aarmis şehrinde doğdu adam, Aarmis şehrinde yazlar sıcak ve kurak; eğrelti otları içinde, milattan önce (milattan sonra), henüz icat edilmemişken çekiç, orak ve takvim; toprağa karışmış elleri, pislik içinde tırnakları, ben düşünüyorum halim sorulmamış ve gayet yerindeyken vaktim. Sanki bütün kavgalarımız sahne arkasında yapılıyor herkesten gizliymişçesine, sevişmeler ulu orta, edep yerleri incirden bir yaprak -yeteri kadar-; halbuki batan güneşi boyuyoruz sarıya sanki kuva-yi milliyeymişçesine. Üç kere öpüp alnına götürmeden, kaldırmak yasaktır yüksek bir yere; vakit dolacak ve anlayacaksın, elbet tüküreceksin sen de son bir kere. Perdeler indiği zaman anlaşılacak, vakit ne kadar da hızlı geçiyor ve karanlık olduğu bilinmeyecek kimselerce; bir yarım aspirin içilecek iki yudum su ve kasıkları ağrıyan yosmalarca. “Bedel…” Eylemsizlik de bir eylemdir, madem kutsaldır kitabımız; ve her eylemsizlik bir bedeldir, eğer okunacaksa yazımız. Konuşmamak. Yürümemek. Hiçbir satırının altı çizilmemiş bir kitabın kapağını kapatmak ve gidip uyumamak peşisıra. Üzerinde yürürken duyulan ses, kulaklarda acı bir çığlık ve yörüngesinden sapmış bir gezegen; toplatacağız balmumundan heykelleri, süpüreceğiz geceden kalanları ve işte sabah yakın değilken ayrılacak kirpikler birbirinden. Ancak o zaman başlayacak çaresizliğimiz. Fark edeceğiz ki aslında hiç çaresiz değilmişiz önceleri, büyüyecek göz bebekleri, sonbaharda kurumuş ağaçlar ve hangi dispanserde kaldı sancıları; sorulmayacak. Gazetelere ilan verilecek, iş işten geçmiş olabilir ve yerlere seccade serilecek kusursuz bir emirle, boksörlerin terleri silinecek; aynaların karşısında dikilmek yasak, böyle buyuracak Ulu Manitu, dilimiz kesilecek kanunlara uymasak, ayaklarımız dövülecek demirle; yarım dudak olsa bile sen yine de doğruyu söyle, bölük pörçük ve sessizce konuşur tanrı -anlaması hayli güç-, dinliyorsun değil mi; söylesene tanrı olmak bunun neresinde, hangi taraftan başlamak gerek tanrı olmaya? Hangi hasattan edinilmiş mahsul, bilmiyorsun işte aldırma, yenileceğini bile bile, ne duyuyorsun saldırma; şimdi kaldırma yerinden Havvaymış, dört yapraklı yoncaymış diyerek, O’nu; halini hatırını boşver, dans edelim nefes nefese ve bade süzerek; çabamız boşa gitmesin, gelsin artık oyunun sonu. Bu çizgiler boylamasına, tartışılırdı eğer enlemesine olsa, gezegenimizde aile salonu da bulunmaktadır bizim (alkolsüz yani); bir din yazacağız kendimize ve kelimelerimiz bolsa, fark etmez bahçedeki bütün çiçekler solsa, oksijen nasıl olsa bir şekilde solunmaktadır çünkü. Bütün oyunları oynandı çocukluğumuzun, hava kararmadan tükendik ve yalnızca gündüz; temizdik, yarımdık ve yarına umutluyduk tamamlanmaya niyetli, bir tane kaldı geriye belki yalnızca biraz, kollarımız genişledi boyumuz uzadı ve bütün aşklarımız sobe, sevgili cemaat lütfen pamuk eller cebe, gezegenimize uydu alamadık henüz. Görmüyor musun, uzaktan sanki senin olduğu yerde gözleri, gizli gizli ve gayet edepsizce sana bakıyor, yalnızca uzaktan konuşunca sendeymiş gibi sözleri, böyle olunca insan daha çok özlüyor. Ve yalnızca şarkılarda geçiyor artık, mesafesi bile ölçülemeyen hatıralar, rengi belirsiz duvarlar alacalı karmaşık hafif pastel renginden, belki yıkılacaklar; tanımsız sıfatlar ve kelime hataları, belki bir gün cümle olacaklar; büyük manası çatlamış yerinden akan tablolar, fırçası kırık, tuvali dökük, belki imzasız; sessiz bir müzayedede satılacaklar. Neslimiz telaşlı. Kanımız soğuk. Durup dururken akıyor damarlarımızdan. Ambulansların sirenleri, bir kez de bizim için çalıyor; durumumuz acil değil, hatta durumumuz hiç acil değil, ancak yaşam destek ünitesinde çakılı kalıyor, çünkü korkuyoruz muhtemel yarınlarımızdan. Derimiz çekildi, rengimiz soldu. Nefes alıp verdiğimiz bilinmez oldu, çatlak dudaklarımızdan bir şarkı duyuluyor, bazı sözleri yuvarlanmış, Zappa'dan söylüyoruz, başka çaremiz bulunmuyor hat-ta. Oysa fırsat verilsin isterdiniz değil mi? Bütün zamanlar, bütün kavramsal gerçekler, bütün kadranlar ve zaman göstergeleri ve simitçi tezgahları ve balıkçı tekneleri sizin emrinizde çalışsın isterdiniz ki durdurabilme hükmüne sahip olasınız zamanı. Bir bakış attı. Durmadı ama. Çünkü bütün cümleleri de uzatmak isterdiniz, bütün konçertoları dinlemek istediğiniz gibi, çünkü siz de Dostoyevski okumuştunuz ve elbet bir akşam; hiç olmazsa sadece bir akşam rakı masasında kadeh tokuşturmuştunuz. Çünkü 'çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek' ve hiç güzel değildi, bir kadını yanında değilken sevmek. Hep kandınız, inandınız sanki gerçekmişçesine. Ve meyyaliniz nereden geliyor, gece gündüz araştırıldı yüksek profesörlerce, hiçbir açıklama getirilemedi, adı bile konulamadı, tamir bile edilemedi, doğru yanlış marangozlarca. Bazı masallar anlatıldı, güney yarımkürede geçiyordu, o kış Sofya’daki evimize rüzgar hep cepheden esiyordu, süttozundan yapılmış bazı binalar kadar gerçek ve sahici, doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar kadar doğrucu; henüz hiç serbest değildi sevişmek ve sırtından öpmek bir kadını ve o kış dedem kurban kesiyordu, kimseye sormadan adını. En güzel siz ertelerdiniz. İçinize gömerdiniz sevginizi de, atari konsollarınızı da –en büyük günahınızdı oje sürme oyununuz, kırmızıdan başka bir renk bulamazdınız-; en iyisi konuşmamak derdiniz. Söylesene; neydi sizin derdiniz? Bir haftanın yedi gün, bir günün yirmi dört saat olduğunu anlamanız için gazetelere bildiri mi yayınlatılmalıydı, Avustralya’nın başkentinin Sydney olmadığı hakkında briefing mi verilmeliydi, Üsküdar’dan geçen vapurların sıralı tam listesi elinize mi tutuşturulmalıydı? Söylesenize ne oldu gizli bahçenizce açan o güzel kokulu çiçeklere: Doğru ya; ‘vermeye az buldunuz, yahut vaktiniz olmadı.’ Tek bir oyun kaldı çocuk ruhumuzdan arta kalan, bırakmadı bizi bugüne; hala karanlıktayız ve kısmen görmez oldu gözlerimiz, ne itiraz edebildik ne de kabul edildi sobelerimiz. Hala arıyoruz bulmaktan korktuğumuzu. Belki siyah perdenin ardından görebiliriz, masmavi gündüzü. Siz tutamıyorsunuz ağzınızda sahte gülücüklerinizi bile, paldır küldür dökülüyorsunuz pervasızca. Neredesiniz (soru işareti). Ellerim havada, tam şurada işte, boşlukta. Bütün köşelerde yoksunuz. Kapkaranlıklardasınız hiç şüphesiz. Toksunuz belli ki yarım kalan aşklara. Kaçamıyorum. Benim adım yalnızca körebe.

***

“Durget vem a panesta…” Ekip otosuna bindirilirken elleri arkadan kelepçeliydi. Flaşlar patlıyordu peş peşe ve sonuna soru işareti konmayan uygunsuz soru cümleleri çalınıyordu kulağına, cevaplanmaya yeltenişsiz. Suçunun ne olduğunu bir gün muhakkak öğrenecekti. Eğer bir suçu varsa bile, ne olduğunu henüz bilmiyordu.

***

Ulu Manitu, mavi denilen renge hangi ismi koyacağına karar verememişti. Ne yazık ki bunu danışacak kimsesi de yoktu. Çünkü tanrı olmak demek, yalnız olmak demekti ve tanrı olmak demek, sevişmenin tadını bilmemek demekti. Aslında şimdilik Vanilya Gezegeninde sevişmek hayli serbestti. Defteri eline aldı “Luena” yazdı. Sonra üstünü karaladı bu kelimenin, defteri kapatıp fırlattı. Tanrılar kurallarını deftere yazmazdı. Yarına bıraktı her şeyi ve yatıp uyudu. Oysa tanrılar yatıp uyumazdı. Yine de önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, beşinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.