Dördüncü Nüsha: 'Alengir'
Fermuarını açtı, püfür bir
hareket, tır-tık. Açar açmaz koptu kıyamet ve; içerisinde rüzgar esen
pencerelerinden evlerin, lavanta soslu balıklar birkaç porseyon, saydam bir devinim,
biliniz ki sonu gelmez bu devrik cümlelerin; dişlerini gevşetti ve sen sağ ben
selamet, koyuverdi gözlerini kapayarak, kan kırmızısı gökyüzüne doğru masmavi -bir
parça gök biraz da yüzü ve tartışmasız bir mavi- biliniz ki saat henüz güneş
doğmadan hatta güneşin doğmasına bir kala ve bir nevi sapsarı mütemadiyen. Doğrusu
biraz sap ve hiç biraz sarı; yarım yamalak yazılmış acemi bir şiir adeta veya
meyveleri olgunlaşmamış taze bir karı... Yüzünü yalayacak atmosfer kalıntıları,
mezosfer, Pisagor ya da Peter İlyiç; haberi olur mu olmaz mı tamamen bilinmezmiş,
sabah olunca tekrar gözden geçirilecek, birileri anlatacak susmaksızın ve çare
bulunacak karınca kararınca ateş etmeksizin. Durun (ünlem) burası düşman
sahasıdır, adımlarınızı geri çekiniz ve bir tane daha atmamanızı öneririz sizlere
ve sizin gibilere, lazım olur; Foucault Sarkacı, Kozmolojik Model filan türlü
maceralar bunlar; not edelim kenara belki bir akşam malum olur rakı sofrasında
filan. Mesafeler… Bin dünya kadar değişik ve ilgili literatürce tanımsız bir
uzaklık birimince kapsanmış, anlam taşımayan cümleler kadar anlamsız bir
perspektif. Ölçülemiyor böyle olunca uzaklığı dudakların, konuşuyor mu yoksa
hangi şarkıyı mırıldanıyor kelimeleri yutarak, inan ki duyulmuyor. Çünkü bir
şarkı söyleneceği zaman kelimeleri yutmak farz oluyor. Birinci kemandan ikinci
kemana transfer olsa da sol anahtarları; fa diyezler tükenmiş, si bemoller
tutunamıyor. Hatta herhangi bir işitimsel duyarlılığa elverişli mi,
bildirilmiyor bu mesafe. Kelime-i şahadet ve omuzlarında yükü, ki bu yaygın bir
cehalet ve tamamen çürütülmüştür varsayılan ilahi kökü. Nişan al. Ateş et. İki
bin milyon dünya, üç milyon milyar venüs kadar uzakta kalıyor doğması güneşin. Tavsiye
edilir; bir galaksi ötede sevişin. Hipermetrop sevdalara tanımlı önbelleğimiz;
önümüz iliklenecektir. Ezberleriz. Kırmızı olsun öpelim, renksiz olsun boyayalım.
Kaçınılmaz; zihinlerimiz sürüklenecektir. Bilmesek de. Görmesek de. Ve hatta
öpmesek de en sevdiğimiz eylemdir öpüşmek bizim ve böyle kalacaktır bir müddet,
orta asya, doğu avrupa ve latin amerika. Kırmızı olsun yine öpelim. Tatsız
olsun reçel sürelim. Hiç bitmesin öpmelerimiz. Uzun saçlı bir kadın varsa işin
içinde -ki kadınlar genellikle uzun saçlıdır- ikinci çoğul perdeden olur
konuşmalarımız, kırmızı ojeli bir kadın seslenirse kuzeyden güneye -ki kadınlar
genellikle kırmızı ojelidir- hayli sıcak geçer bayramlarımız; cümleleri öznesiz
kurmak en büyük maceramızdır, yüklemler buharlaşıp uçar gökyüzüne ve inanır
mısınız, yokuş aşağı yuvarlanır nihavendden düşer paldır küldür makamımız. Düşüşümüz
de kırmızı olsun, ekmeğimiz de. Gerekirse biraz buz katarız soframıza. Duvarların
içinde yeşil ağaçlar, ve dört tekerleksiz motorlu araçlar; anarşistlerin hali
harap, bir tutam tuz ve bir kadeh şarap… Sımsıkı kavramalı, hakkıyla
ödeyebilmek için bedelini ki sabah tarifesi yürürlükte, rüzgar esebildiği yöne
doğru sekiz kez esebilmekte. Kanun yok! Avukatlar başka ülkelere sürüldü ki o
ülkelerin ihtiyacı olduğu söylenemezdi hukuka; yakıldı cüppeleri, nimbus
bulutlarınca savruldu böyle olunca külleri. Sokak hayvanları üşüdü, üşümek
kuranda yazarmış, öyle der hafız efendi. Belediye bankında uyuyan adam üşür mü
üşümez mi, bilmezmiş pek beyefendi? Bunu kurana yazmaya gerek duyulmazmış, pek
de önemli bir konu sayılmaz neticede. Bilememiş ki ve nereden bilebilsindi;
hava hiç soğuk olmamış yedinci yüzyılda, yerel yönetimler belediyelere kadar
ayrılmamış kanımca, ne bir kar ne de bir fırtına, çölün ortasındayız ağırlığından
fazlası yüklü artık sırtına. Bulunmaz bir sandık ve bir zarf. İnsan kalacağız,
kalabileceğimiz kadar. Çıplak ayaklar, kızgın kumlardan insan istemez mi serin
sulara, -ister istemez- dünyayı değiştireceğiz, sakın yanlış anlama. Sokaklar göz
kararı bir manzara kadar tanımlı dilbilgisi kuralları gereğince ve bir
kartpostal kadar gerçekçi artık sokaklar, pervazında soluk çiçekler, kirli
camlar, yerebatanlar. Güneş doğacak elbet pireler berber iken, dikileceğim
güneşe karşı sabah erken iken, bir bardak su dolduracağım huzursuz niyetiyle,
ve taşıracağım bardaktan savaşacağım yer çekimi kuvvetiyle. İngilizler 'The
Aleng' der, Fransızlar 'Le Aleng'. Vanilyanca'da adı 'Ale Klerma'dır bu
talihsiz kelimenin; yerli yersiz, yersiz yurtsuz; sebebi aranmaz kendi kendine delirmenin.
Bırakılıyor alınan o sımsıkı nefes, içeriden çıkıyor temiz hava; taze kanlı
canlı ve parlak; kirlenmişi alınmak üzere ücretsiz, lekeli yağlı toz toprak;
bütün vücut direniyor, topyekun buna karşı, 'ardında medreseler, önünde uzun
çarşı.' Belli belirsiz bir portre, küçük bir darbe ve yerli yerinde bir düello;
selimpaşa mahallesi melek apartmanı numara Othello. Postacı bir kez çal kapıyı,
ikinciye gerek görülmez, geldiğinde yüzü gülecek tek bir kişi bulunmaz. Seyyar
satılır umutlar da umutsuzluklar da, asılmaz hiçbir kapıya, sabahları taze
olur, bilinsin ki gözyaşımız dinmez yatsıya. Çocuklara öğretmiş muallim Vedat,
Pozzo’yla Lucky’cilik oyunu, yeni atandı Ankara’dan sonra çıkacaktır oyunu.
Karısından boşanmış, dövüyordu diyor karşı komşu Aysel, ve lambası sönmüyormuş
neredeyse geceleri; kalem kağıt tutmuyor edebiyatçı elleri, Tolstoyca konuşuyor
yavrulara ancak ayıramıyor birbirinden bazı heceleri. Tehlikeli günbatımının ardından böyle
karşılayacaksak sabah güneşi, yürürlükten kaldırmalı artık, kart sesli çalar
saatleri. En fazla yarım litredir kıssadan hisse ettiğimiz, fazlası bazen olur,
doktorlara göre azı zarar bulur. Aman efendim yağlı yemeyiniz, aman efendim
içki içmeyiniz. Elbette doktorcuğum, ne yer ne içeriz, siz bize söyleyiniz. Son
bir kadeh daha işaretliyorum Arthur’a hesaba yazdırmıyorum sonuncuyu, senin
yerden yüksek şerefine içiyorum, tek nefeste onuncuyu. Kapattı fermuarı.
Sarmaşıklar. Gökyüzü. Macun tezgahı. Bulutlara benzeyen patlamış mısırlar. Ağzımda
del Porte ve hayli kavisli bir ıslık, tadı damağımda ve benziyor Brecht
öykülerine; özlüyorum, özlememek elde olmuyor, hep eksik bir yanım; hiç
susmasın, bayıldım Paraguvay halk türkülerine.
***
Baş ağrısı. Sonra
açtı gözlerini. Kirpikleri hafif çapaklı sayılırdı ve çalar saati susturdu.
Çabucak doğruldu. Hava yaklaşık elli beş fahrenheit dereceydi. Hissedilen ise oldukça
fazla. Tamamen çıplaktı ve ilk çoraplarını giydi. Oysa terden sırılsıklam
olmuştu. Tuvalete giderken her sabah olduğu gibi duvardaki tabloyla göz göze
geldi. Vanilyalı adamın yaptığı tabloyla, belki beş sene sürmüştü. Bir nisan
sabahı aniden ölmüştü. Dikkatlice inceleyecek kadar vakit bulamadı, bulamazdı.
Kapıyı kapatmadan klozete doğrulttu sıkıca kavrayarak ve geceden beri
biriktirdiklerini çıkardı vücudundan beyaz mermere çarptırarak.
***
İlk
defa şimşekler çaktı Vanilya Gezegeni’nde, gök gürledi… Hatta henüz
keşfedilmemiş kara parçalarından birine yıldırım düştüğüne dair söylentiler de
yayıldı. Ulu Manitu’nun serzenişleri giderek artıyordu belli ki. Kullarına
öğreteceği birçok şey vardı. Doğrusu, tanrı olmak gerçekten zor bir iş gibi
gözüküyordu. Yolun başında dahi. Her ne olursa olsun, önemlidir, siz bir kenara
not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, dördüncü nüshasıdır. Kim bilir,
belki son olacaktır.