Mar 25, 2014

Preis: İkinci Nüsha, 'Şerbetçiotu'

İkinci Nüsha: ‘Şerbetçiotu’

Hûlasa ile şer vakten min’el serre, duhûlen gayri kaffun zâri meyra… Bekle… Tarçınlı günler güneşe nazaran sanki pekçe, kumlar billurlu biraz, bir inci adeta parlakça. Suratlar mesnetsiz, oldukça gururlu, zannediliyor sanki salakça, sanmayın ki derdi büyüktür, bilinmez gayri kaltaktır… Bir gıram vanilya akar gider durmaz, belki akar, rengi bilinmez; sanmayın vakit dardır, biri gider gelir biri, belki gider, halimiz pek sorulmaz… Ey yüce tanrı, sanki bir varmış bir yokmuş, bir ağaç düşmüş duyulmamış kimsesiz ormanlararası; bazı zamanlardan evvela geçmiş bir otoban arsızı, tanrı bir varmış bir yokmuş, demişler neydiy-ün kavle haktur, ey yüce tanrı, yüzün belki azmış kim bilir belki çokmuş demişler. Kafeste bir kuş, çıkarın kafesten kuşları, yıldızlara doğru şakısın, çırpınıp dursun ûvela, duyulsun sesleri çınlasın kanatları, insanlar acıkmış ve bilmeden yemişler parmesanları ve doymamışlar bilakis o çirkin soytarıları… Tekerlek ileri doğru saat yönünde gidecek değil tersine, ve-lakin bilmez giderken durur dönüp bakar forsuna. Motor döner serseri, içine bir miktar yakıt girmeli ila ateşlemeli durmadan bunu; çukurlaştırdınız kalkın şu yataktan, bilmiyorsunuz, elbet doğacak güneş bir gün ufuktan… Yola çıkmalı! Yoldan geçmeli… Çıkmamalı bu yoldan; kerpiçten konutlar, samandan alevler, anla artık, kurtulamıyorsun bu durumdan. Ne yapmalı bir işaret, bir şey yapmalı, düşünceli vakti hal-i kıyamet, pencereler bitecek ve betonlar azalacak, dönüp başlayacak sonra oksijensiz bir şahadet. Yalanlı, dolanlı, inandın mı inanmadın mı, şimdi sen bana söyle; unuttun mu geldin dünyaya, yalnızca iki bin gram, şimdi dönüp bak bir haline, tam elli beş bin gram. Gidebiliyorsun alnında bir ışık gibi parlıyor, gidebilmenin halkı gururu omuzlarında yankıyor, koşturuyor kilometreler peşinde bir gölge adeta, ellerin terliyor, yetmiş beş derece güneş yakıyor doksan beş dereceden bakıyor. Altına serpiştirmeli rastgele, kamyonlarca çimento; üstüne koyu kalın bir çizik, dikiz aynası şaha kalkıyor böyle olunca; düşünceler bulantılı, bir delik bir deşik karmakarışık bilmeceler; sözgelimi maruzattır, dudakların tadı bir başkadır etli metli olunca. Bitmeyecek… Bitebilesi mağarruz, simya döneydur ehli mükerrer sayılur… İmbatlar koşuşturmacası bir sivrisinek silsilesi, -İzmir derler şimdi- Antik Yunan gelip geçiyor kasıklarımdan karnımdan, çetrefil sanmayın olanları, bıktım şu intikamcı tanrından. Gözlerinin içine bak, halka halka dolaştır gözlerini göz derinliklerinde, gülümse boyut boyut, bulamayacaksın, zil çalacak eteklerinde. Etekler çıkarılmalı, külotlar sarmalı kalçaların etrafını, dur şimdi sırası mı, ne arıyorsun yüz mimiklerinde? Bismillahirrahmanirrahim, abdest derler haktan gayrı gusülden, kadın dediğin öpülür okşanır mec’ri yun usulden. Teniniz bizim tenimizdir, terlerimiz kardeş, zerreciklerarası sevişmedir sevişmemiz. Kırk beş kişilik bir orkestra, duyulmamış senfonidir birleşmelerimiz. Dişlerinde lekesi bir türlü silinmiyor kanların, affetmeyecek proleter, hesabı sorulacak can yakanların. Cam bir kavanoz tombul, etli butlu, içinde bir tutam lazım, serbetçiotu ısınsın, sırra dalâl kainat-ı münazım. Manitudan münasebet, efendim rica ederiz, lütfen izin veriniz; l’afı mu olur ey dostlar, yollar zaten sizun eseriniz… Özkütlesel bileşke, alttan alıyor işte sıcak derler, bir çorba kaşığı hidrojen, derler ki periyodik bir yaratılış. Oysa bilinmez önce ne vardı, adım atan neydi buraya, büyütün şerbetçiotlarını, bir türlü geldik kuzeye. Z’ati sorulur, tartışmaya gerek yoktur veya safi lüzum, derdim pek mücerrer vukuatlarda, diyemiyorum ki kanıyor şimdi iki gözüm. Konuşsana, dinleyen bulunur, bak dinliyorum ben seni, bariyerlere doğru gidiyor, bu otomobil pek bir serseri… Hece vezni demek değildir kelimelerin hüznü, öyle diyorlar, birbirine denktir kış gecesiyle yaz gündüzü, eşarbın çıkar fistanın çöz ve gözüksün şimdi memelerin, utandırmayın, parlasın ışıkça ve aydınlanır sonra yaldızı… Kalemsiz kağıtsız usulsüz devinimdir bunun adı, birrasyonel çiçektir dokunabilmenin o eşsiz tadı, kollarında tüyler bitmemiş benek benek sanki tanjant, ayak parmaklarından baş ucuna gayri-resmi bir kotanjant. Innegor Adası’nda bir dünya ortasında, katmerli ay parçaları kontrgerillalar arasında, bir tavernadan duyuluyor ve denize karışmış anason, can veriyorum Gülhane Parkı’nda ve kanuniesasiyeler sonrasında. Dalgıçlar denizin altında konuş olmuş, arıyorlar bulamıyorlar; bilen varsa söylesin, belki aradıklarını bilmiyorlar. Secde et alnın değsin yere mûkabil çok güzeldir, ışık yok doğmaz güneş, bu ne katran bir hikayedir. Vanilyanca konuş, anlayan çıkacaktır elbet, gün gelecek herkes, anlayacaktır; sabret… Va monduger ugustimagre kon dare yosuma, lonbunet sat me gerter bante terrime… Çizilecek bir kavis getireceğiz mutlaka bu günyüzüne, çakıl taşları satacağız karşılık gelmez yazına; ne bir duyan çıkar bil ki kimse inanmayacaktır sözüne, gör ki beka korkutur huyundan ‘tindâ’ ferman elzemdir… Rivayet ederler ki ve öyle bilinir ölmek zordur haziranda, ‘ehli dubara, hayli cühela ve bihassa ulema’, işim iştir düşündüğüm hayli gerçek gelir bana, merak etmeyiniz; zaman tüm yalanları önümüze serecektir bizim. Öğreneceğiz. Edildiyse destur, şahit olacağız, ister istemez gerçekleşecek ve acıyacak canımız. Akreptir, yelkovandır. Durum hayli tuhaftır. Oysa. Anlatıyoruz zaruri dinle kutsal kitap diliyle, tanrısal kelimeler bunlar hak peygamber yoluyla; yazılıyor, yazıldı ve belki dâhi yazılacak, sanmayın ki mucizedir, yalnız insanoğlu eliyle. A şehrinden B şehrinedir bizim bütün taarruzlarımız, maksadımız nicedir, bir soluklanmadır maceramız; niyet ettik manitu, rıza eyleyesin halimize, anlattıklarını çevirecek kimse yoktur dilimize. Belki yarım bir makam belki bir iki diyalekt, baban bilecektir elbet anandan kalan malum elmasları! Karbonmonoksit içiyoruz, tekerlekler tokuşturuluyor soframızda, hava kararıyor muteber yer değiştiriyor aklımızda. Beyaz bir önlük önünde, gözünde gözlük, karıştıracağız atmosferi; göz kararı toprak, bir miktar kürdili hicazkar, çözeceğiz formülleri. Ufukta daralıyor yollar giderayak bakalım işimize, sevgi eksik burada biraz katmalı hamurumuza. Bana bak zeytin gözlü, sözüm sanadır kıssadan hisse; nateşebbüs edelim istersen böyle bir niyetin yoksa.

***

Kapı açıldı, sıkıya sıkıya kapalı siyah deri çantaları ellerinde ve yüzleri maskeli dört kişi girdi içeri. İçlerinden biri kadındı muhtemelen. Yine de ayırt etmek çok güçtü. Sinsice gülümsedi, onları bekliyordu. Anlayamayacakları dilde bir şeyler söyledi onlara: “Buamus rotter venta.” Şifreli çantaları masaya bıraktılar ve hiçbir şey söylemeden odadan çıktılar. Yerinden kalktı. Çantalardan birine uzandı, şifreyi girdi. Açtı. Şerbetçiotunu gördü. Kafasını yaklaştırdı, kokladı. Gülümsemeye devam ediyordu bir yandan ve kendi kendine mırıldanmadan edemedi: “Neva pebleame.” Türkçe karşılığı “Şimdi başlıyoruz.” olan Vanilyanca bir cümleydi bu.

***

Dönmeye başladı Vanilya Gezegeni ve bir şekilde aktı zaman. Önce yol yaratıldı sonra yolculuk. Yol, en fazla bir vesileydi, ‘Esas olan yolculuktur.’ dedi Ulu Manitu. Ve sonra mesafe kat etti yolcular. Sevgiye doğru, çünkü sevgiyi yarattı, ister istemez sevmemeyi de öğrendi canlılar; oysa ‘Ol’ dedi Ulu Manitu ve oluverdi bir çırpıda. Kötü bir maksadı olamazdı. Aslında önemlidir, bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, ikinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

Mar 18, 2014

Tayyip Erdoğan'a Sesleniyorum: "Bak Beyim"

Bak beyim, sana iki çift lafım var...

Nasıl oluyor da hala o koltukta oturmaya devam edebiliyorsun, kabullenmek ve katlanmak çok güç. Dibine kadar çamura, pisliğe, yalana ve kana bulaşmış bir insansın. Yine de utanmadan hala demokrasi masalları ve özgürlük hikayeleri anlatmaya devam edebiliyorsun. Bizimki laf değil, icraat diyorsun… “Ben lafa değil, icraata bakarım!” Medya patronlarına yağdırdığın emirler mi icraat? İstediğin gazeteye istediğin manşeti atabilmen mi? Veya meclise uğramayan sayıştay raporlarına rağmen onaylanan bütçeler mi, özelleştirilme kamuflajıyla satılan milli varlıklar mı, yürütme merciinin yolsuzlukların savunucusu haline gelmesi mi, gece yarıları çıkartılan torba kanunlar mı, Cumhurbaşkanlığı makamının hizmetkarın olması mı, terörist ilan ettiğin komutanlar mı, bırakın delili herhangi bir sebebi olmadığı halde binlerce gün kapalı cezaevlerinde tuttuğun insanlar mı, düne kadar kendini başsavcısı olarak tayin ettiğin davalarda bugün aslında ‘katakulli’ olduğunu söylemen mi, sıfırlayamadığın paralar mı, yatırımcısını zengin eden kamu ihaleleri mi, dünyanın en büyük adliyesini yaparak hukukun sağlandığını düşünmen mi, elini kolunu sallayarak serbest kalan çocuk tecavüzcüleri mi,  “Deniz Feneri” mi, kopya skandalları mı, kademeli olarak artan işsizlik oranları mı, on bir yıldır atanamadığı için annesinin yüzüne bakamayan öğretmenler mi, soğuktan zatürree olup can veren Ayaz bebek mi, yoksa halkının üzerine doğrulttuğun gaz fişekleri mi veya öldürdüğün insanlar mı?

Ve dahası… Onlarcası...

İnsanlar öldü, farkında mısın? Çocuklar öldü. Çıkıp, ülkedeki büyüyen ekonomiden bahsedebiliyorsun, nasıl bir masalsa, o ayrı; oysa bugün ülkede tabutlar küçülüyor git gide, bunu görmezden geliyorsun. Görmezden gelsen yine iyi, toplum önünde suçlu ilan ediyorsun çocukları, kalabalıklara yuhalattırıyorsun. Evladı ölmüş anneleri hedef gösteriyorsun, düşman ilan ediyorsun. Masal değil bu, gerçek. Başka zavallı çocuklar ölürken gösterdiğin duyarlılığın sebebinin siyasi malzeme olduğunu kabullenmiş oldun bugün. Aynı hassasiyeti ülkende ölen çocuklar için de gösterebilseydin keşke, belki derdik; gerçekten üzüldüğü için ağlamış ekranlarda. Gösteremedin, gösteremezsin de… Sen ancak yaftalamayı bilirsin. Terörist dersin, vandal dersin. Başka bir şeyler dersin. Biri karşında durmayadursun, hiçbir geçerli sebebi olamaz, öyle değil mi? Ölmeyi hak eder sana boyun eğmeyenler, demokratik hak değildir çünkü seni protesto edebilmek. Ama sen de çok iyi biliyorsun ki, hepsinin kanı senin ellerine bulaşmış vaziyette. Çünkü çıkıp gururla “Emri ben verdim.” diyebildin. O çocukları öldürenler kahraman çünkü değil mi, destan yazar çocukları öldürenler. Onurlu bir insan olsaydın eğer, bugün her biri yaşamaya devam ediyor olacaktı. Bu halk bunu unutmayacak hiçbir zaman, aklında bulunsun.

İnsanlar ölüleri yarıştırır hale geldi artık senin yüzünden. İğrençliğin bu kadar ucuzu, tükenmişliğin son noktasıdır bu. Bir ölünün arkasından üzülmek, üzülebilmek; sorgulanır oldu. Kendi bakış açısına, hayat tarzına ve belki de ideolojisine ters düştüğü için başkalarının ölümüne sevinen canlılar var bu ülkede, iyi ki ölmüş, diyorlar ölen insanlar için. Hiçbir insan ve hatta canlı ‘iyi ki’ ölemez. Sen ülke yönetiminin en başındaki kişi olarak bu toplumsal kaosun önünde duracağına, alev almış yangını körüklemeye devam ediyorsun utanmadan. İnanılır gibi değil. Bu nasıl bir şeref yoksunluğudur, bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür. Mide bulandırıyorsun. İnsanlar ölüyor, çocuklar ölmeye devam ediyor... Toplum aklını yitiriyor artık, neyi ne şekilde çözümleyebileceğini şaşırır oldu insanlar. Yeter.

Ama halk arkanda senin öyle değil mi? Benimki de laf. Sandık orada. Bak sandık ne diyor, değil mi? Bağımsız irade, özgür düşünce filan. Fatih, sana diyorum! Efendim büyüğüm? Özgür düşünce diyorum, halkı özgür düşündürün biraz. Tamam efendim, derhal efendim. Ferit, gerekeni yap. Ama. Tamam uzatma. Benim başörtülü bacılarım, imam hatiplerim. Elif Yavuz neden öldü? Ne için? Düşündün mü hiç? Bomba patladı. Öldü Elif. “Bilmem.” Doğru ya başörtüsüz Elif. Bilmezsin. Senin bacın değil. Esma senin bacın, ona üzülüyoruz, değil mi? Oysa hepsi, her biri, Esma da, Elif de, hepsi hepimizin bacısı; hepsi insan çünkü. Anlayamazsın. Ama darbeci bunlar. Üç beş ağacı bahane ed... Sus. Sallandıracaksın bunl... Sus. Başbakan beni evimde zor tutuyormuş. Dur bilinçleneyim biraz! Hanım açsana, Habertürk’te ne diyor? Vatandaşı vatandaşa, kardeşi kardeşe kırdırtmak. Başkaldıran mı oldu? İşte bakın oyuna geliyorlar, hep dış mihraklar bunlar. Lobiler mobiler. Duydunuz mu? Cervantes’ten masallar! Muammer, karıştır ortalığı. Adam nuh diyor peygamber demiyor ki. Böyle aşka montaj derler. Ne diyeceksin ki başka değil mi? Gemi var gemicik var, sahi. Fakat katledilen ağaçlar var, yeşili delen betonlar. Zenginleşen şirketler de var. Ananı da al öyle git. Çiftçiler ağlıyor. Olsun. O kadar da olur. Yandaş şirketler gülüyor. Gülsün. Türkiye bunları aştı, sabah bir hareketlenme oldu ama sonra toparladı. Toparlasın. Abdestinden şüphen yok, namazından hiç olmaz; kuşkusuz. Elhamdülillah müslümanız, cennete gider elbet yolumuz. Gitmeyecek. Cennettin penceresinden sana el sallayacak çok güzel insanlar var. Utanacaksın.

Oysa ne kadar da hoşuna gidiyor değil mi? Koltukların kabarıyor. Binlerce insan karşında durmuş, öylece sana bakıyor. Belki de sen çıkıp o gürleyen sesinle bir şeyler söyleyeceksin diye saatlerce beklediler. Ama olsun, sen konuş, onlar beklerler. Sen geç, onlar yollarının kapanmasına, elektriklerinin kesilmesine göz yumarlar. Söylediğin her sözde “Evet lan, doğru.” diye boyun kıracaklar ve emin ol, üzerine basarak vurguladığın ve şiddetini arttırarak sarf ettiğin her kelimeden sonra alkış kıyameti koparacaklar. “Ben çocuklarıma helal lokma yedirmedim.” diyebilirsin, önemli değil, yine de alkışlanacaksın. Çünkü önemli olan söylediklerinin içeriği değil, senin herhangi bir şey söylemiş olman.

Bilinmiyor tabi. İnsan, sahip olduğu herhangi bir inanç kırılsın, doğru bildiği bir düşünce yanlış çıksın istemez. Kabullenmesi zor bir gerçektir çünkü bu. Yalnızca siyasi düşünce veya takım taraftarı olmak gibi konjonktürel konularda değil; en basitinden, sıradan fikir ve olağan görüşler için de geçerlidir bu durum. Senin savundukların gerçekten doğru mu, söylediklerinin ne kadarı yalan insanlar tarafından sorgulanmıyor bu yüzden. Nasıl olsa doğrudur yargısı baskın geliyor. Sorgulamak zahmetli ve risklidir çünkü. İnsanlar zoru başarıp sorgulamaya ve düşünmeye başladığı zaman yıllardır inandıkları, güvendikleri, hayatlarını inşa ettikleri ve kesinlikle doğru olduğunu düşündükleri bazı değerlerin, aslında tam tersi olduğu ve dolayısıyla doğru olmadığı gerçeğiyle karşılaşabilir. Bu bir ihtimaldir. Bu sebeple sorgulamaktansa reddetmek, en kolayı ve garantilisidir. Ellerin ne kadar pislik içerisinde olursa olsun, paçalarına ne kadar çamur bulaşırsa bulaşsın, bu olguları destekleyecek her argüman, önünde duran ve ağzından çıkacak her cümleyi sahiplenmeyi destur edinmiş bu topluluk tarafından reddedilecek ve bu da senin sahip olduğun gücün muhafaza edilmesini sağlayacak. Bu yüzden sen ne dersen doğru olacak, bu yüzden her sözünden sonra alkışlanacaksın. Nasıl bir manzara, insanın gerçekten aklı gidiyor değil mi? “Türkiye seninle gurur duyuyor.” diye haykırıyor insanlar, kolay değil. Eminim ki sen bile gerçekten gurur duyulacak bir insan olduğuna inanıyorsun bazen.

Bu söylediklerimle halkı küçümsedim değil mi? Sorgulamıyorlar dedim, gerçeğin ne olduğunu göremiyorlar dedim. Belki de “Halk cahil yaa.” dedim, sana göre. Kendimi onların yanında üstün gördüğüme inanıyorsun şu anda. Oysa halk benim ulan, ben vatandaşım, ben Yaşar Usta’yım, Ahmet’im, Ayşe’yim... Halkı küçümseyen ise sensin. Aksini söylüyor olabilirsin ancak; kendini halkın üzerine çıkartmaya çalışan da sensin. Çünkü halktan korkuyorsun, halkın gerçeği görmesinden kaçıyorsun. Düşünmesine, muhakeme etmesine fırsat vermiyorsun. Daha doğrusu halkı kendi özgür iradesiyle baş başa bıraktığını söylüyor, bir yandan da bu fikir özgürlüğüne kısıtlama getirebiliyorsun. Bu yüzden ta dünyanın öbür ucunda olsan bile bazı kanal yetkililerini arayıp, insanlar senin aleyhinde bir şeyler söyleyecek, toplumun bazı gerçeklerine dikkat çekecek ve küçük bir ihtimal de olsa bir kısım insanların aklına soru işareti düşmesine sebep olacak diye, televizyon yayınlara hiç tereddütte bulunmadan bütün pişkinliğinle müdahale edebiliyorsun. Dün omuz omuza yürüdüğün medya organları bugün çıkarlarınız ayrı düştü diye düşmanın kesiliyor. Şimdi sana hizmet etmiyor diye onlara karşı ne güzel de cephe alabiliyorsun. Bugün bu medya organlarını “Birileri tarafından yönetiliyor.” diye eleştiriyorsun, bu demek oluyor ki; ya düne kadar bu yayınların birileri tarafından yönetilmesine göz yumuyor ve müsaade ediyordun, ya da bugün diğer bazılarını yönettiğin gibi düne kadar onları yöneten de sendin. Bugün sana boyun eğmiyorlar diye kötü oldular öyle mi? Yine de bu gazete ve kanallara zamanında bunca gücü ve imkanı verenin sen olduğunu anlatan olursa eğer, başını ezmekten, birilerini suçlamaktan çekinme. Sonuçta mağdur olan gibi gözükmelisin ki, halkın tutumunu tercih ettiğin doğrultuda yönlendirebilesin. İstiyorsun ki, her ne oluyor ve ne yapılıyorsa; kendi çıkarına olsun, kendi istediğin gibi olsun. Onlarca koruma ordusuyla gezen, geçeceksin diye yolları trafiğe kapayan, üst geçitlerin üzerine kolluk kuvvetlerini diken senden başkası değil, biliyorsun. Söylesene birader, bu denli neyden korkuyorsun?

Biz halkız ve biz sıradan vatandaşız diye mi bizi küçük görüyorsun? Seni bu kadar ulaşılmaz kılan ne? Sen bizim işçimiz değil misin? Biz varız diye orada oturmuyor musun? Dilediğimiz zaman sana hesap soramayacaksak, hesap sormak için sana ulaşamayacaksak ne için varsın? Senin buna cevabın hazır, biliyorum: “Git sandıkta hesabını sor.” İyi de arkadaşım (sözgelimi), bir vatandaşın sana hesap sorabilmek için senin partine oy vermemiş olmaktan başka bir seçeneği yok mu? Doğru ya, sana hesap soracak adamın, senin karşında dik duracak adamın, seni sorgulayacak adamın senin partinin (sizin diyemiyorum) bünyesinde bulunmasına, senin bulunduğun safta durmasına izin yok. Seni eleştiren adam sana oy vermiş olamaz, değil mi? Böylelerini derhal dışlamalı, kelleleri tez vurulmalı. Fakat ben örneğin vatandaştan gizlenen sayıştay raporlarının gerçek yüzünü gidip sandığa soramam ki. Bunun mantıklı izahatını sandık mı yapacak bana? Günün birinde, sahibinin kendi damadın veya ahbabın olmadığı bir televizyon kanalında, karşında eğilip büzülmeyecek ve senin ve icraatlarının hesabını önceden prova edilmemiş gerçek sorularla sorabilecek omurgalı bir gazeteciyle veya fark etmez; bir hukukçuyla veya bir siyasetçiyle ya da en basitinden bir öğrenciyle veya gençle veyahut bir vatandaşla da konuşmanı temenni ederim. Bundan korkacak değilsin ya!

Aslında böyle bir şey olmayacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Bunun o kadar uzağındasın ki. İspanya başbakanıyla birlikte yaptığın basın toplantısında sorulan basit bir soru üzerine nasıl buz kestiğini çok iyi gördük. Hatta sonrasında her suçlu gibi hiddetlenerek kendini savunmaya çalıştığını da. Çünkü cesur bir adam değilsin. Dahası, temiz bir adam da değilsin. Senin yolun karşındakini sindirmekten, kitleleri korkutmaktan, toplumları tehdit etmekten geçiyor çünkü. Dediğim gibi, halkın bilinçlenme ihtimali senin kabullenemeyeceğin bir durum bu yüzden. Çünkü bilinçli bir adam senden korkmayacak, düşünen bir insan senin önünde diz çökmeyecek (karşında durması şart değil, önemli olan seni kendinden yukarıda görmeyecek olması); bunu çok iyi biliyorsun. Etrafına konuşlanmış ve varlığından fayda sağlayan mutual yaşam ürünü mikroorganizmaların tartışmasız bağlılığının sebebinin ne olduğu ortada; kendi varlıklarını sana borçlular. Onlara diyecek bir şey zaten yok, akıl fikir dilemekten başka. Bu, o kadar vahim bir noktaya erişmiş durumda ki, örneğin hakkında çıkan ses kayıtlarının senin günah işleme özgürlüğünü ihlal ettiğini savunan veya senin allahın vasıflarıyla donatıldığın düşüncesini taşıyan vekil ve yoldaşların var. Bu nasıl bir akıl sağlığı kaybıdır bana izah et. Ancak (kömür ve makarna yardımları dışında) senin nimetlerinden faydalanamayacak kadar uzağında bulunan insanları yanında tutabilmenin yolunun onları bazı değer yargılarıyla kullanmak, bakış açılarını istediğin gibi kontrol altında tutmak olduğunun gayet farkındasın. Zaten bütün bu medya manipülasyonu ve yaptığın mitinglerde özellikle üzerinde durduğun konular da bunun bir yansıması.

Örneğin dini değerler. Din olgusu, toplumumuzda insanların karşısındaki birey hakkında fikir sahibi olması açısından ‘nedense’ önemli bir yer tutar. Bu konu, anlaşılmaz bir biçimde fazlasıyla ayırt edici bir yapıdadır. Oysa din, bırakın toplumlardan topluma olmayı; kişiden kişiye bile farklılık gösterir. Öyle ki tek bir kişi bile zaman içerisinde öğrendikleri, araştırdıkları, tecrübe ettikleri ve sorgulamaya çalıştıklarıyla din başlığı altında düz bir çizgide ilerlemeyebilir. Bu, anormal değildir. Herkes dilediğine inanmakta özgür, istediği yaşamı sürdürmekte serbesttir. Öyle mi? Değil. Daha doğrusu, teoride bunun ifade edilişi böyle olsa da, dediğim gibi pratikte toplumumuzdaki yansıması böyle değildir. Bu durum toplumun bir ‘bug’ıdır. Sen de bunun farkındasın ki, hiç korkmadan, en ufak bir tereddüt dahi etmeden ve bütün saygısızlığınla birlikte böylesine hassas bir konuyu, şahsi menfaatlerin uğruna ayaklar altına serebiliyor ve insanları ötekileştirebiliyorsun. Sanki Sivasları, Maraşları yaşayan bu topraklar değilmiş gibi. Bundan haz mı alıyorsun?

İstiyorsun ki insanlar senin sayende dini özgürlüklerine kavuşuyor sansınlar, sen varsın diye cennete gidebileceklerine inansınlar. Toplum korksun istiyorsun. Zaten aleyhinde düşünen herkesi ateist, dinsiz, ayyaş vs. diye yaftalaman da bunun bir göstergesi. Toplumun büyük bir kısmının muhafazakar olduğu bilinen bir gerçek ve bu kesimi kontrol altında tutmanın yöntemi çok basit. Azınlık olanları dışlamakta herhangi bir abes bulmuyorsun bu yüzden, anında görmezden gelebiliyorsun. Çoğunluğu yanımda tutarsam kaybedeceklerim o kadar da mühim değil, diye düşünüyorsun. Vatandaş da sanıyor ki sen olmazsan camiler yıkılacak, türbanlı kadınlar sokakta yakalanıp zorla başları açılacak, yerlerde sürüklenecek filan. Bütün imamlar veya din adamlarına zulmedilecek zannediliyor. Toplumun bu kesimi, bugünkü siyasi ortamda dinin senin tekelinde olduğunu düşünüyor. Oysa büyük bir komediden başka bir şey değil bu.

Türban meselesi bu konunun temelini oluşturur… Dini görüşü ne olursa olsun toplumun hiçbir kesiminden kamuda ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına herhangi bir tepki çıkmadı esasında, bildiğin gibi. Bence bunun bu kadar anlayışla ve sükunetle karşılanabileceğini beklemiyordun. Kafanda o kadar çok büyüttün ki bu konuyu, toplum olarak ortak bir paydada birleşilmesine rağmen, ister istemez büyük bir boşlukta buldun kendini. Yine de hala bu konunun ekmeğini yemeye gayret ediyorsun. Çünkü kendini buna odaklamıştın, buna konsantre olmuştun. Türban meselesini büyük bir mağduriyet haline getirip çıkmaza sokmaktaki amacın da kişisel menfaatlerine ve çıkarlarına alet etmekti zaten, artık bunu herkes biliyor. Sanıyordun ki buna karşı bir tepki olacak ve sen bu tepkiyi işaret ederek muhafazakar kesimin gözündeki imajını kuvvetlendirip toplumun “Biz olmazsak camiler yakılır.” düşüncesini perçinleyecektin. Kimsenin kişilerin dini özgürlükleriyle derdi olmadığı için bu konuda herhangi bir tepki de doğmadı doğal olarak. Geçmişteki yanlışlardan ders çıkarılmıştı belli ki. Ama kullanmak için büyük heves duyduğun bir mağduriyet elinde patlamak üzereydi ve bulduğun her fırsatta bunu kullanmadan edemezdin; bu yüzden yalan söylemekte de en ufak bir tereddüt etmedin çoğu kez: Kabataş’ta türbanlı bacına saldırıldığı hikayesi veya camide içki içildiği masalı bunun bir yansıması. Hiç yüzün kızarmadan, utanmadan yalan söyledin, ısrarla söylemeye de devam ediyorsun hatta. Oysa işin rengi çok farklıydı. Senin, sonrasında “Destan yazdılar.” diye gaz verdiğin polisler, başka gazlarla gencecik insanların canlarını almak istedi/aldı ve bu insanlar bir akşam senin bu paralı askerlerinden kaçmak için allahın evine, yani camiye sığındı. Orada can çekişti. Kusura bakma, aralarından bazıları can havliyle ayakkabılarını çıkarmayı unutmuş olabilir, bağışla. Yerlere kan bulaşmış, lütfen affet. Sen bu gibi olayları çarpıttıkça, sana inanmaya hazır insanlar da öyle düşündü haliyle; “Bak gördün mü camiye girmişler.”, “Ne olduğunu biliyoruz, türbanlı kadınlara saldırıyorlar.”, “Başbakanımız olmazsa başımıza neler gelir kim bilir?” Oysa sen büyük bir sahtekarsın.

Sonuçta insan özgürdür ve dini inancı gereği türban kullanması gerekiyorsa pekala kullanabilir. Eğer devlet olarak, tüm dini sembollerin kullanımını ve kişinin dilediği şekilde giyinme hakkını, fikir ayrılığı ve taraf gözetmeksizin serbest bırakırsanız bu geçerlidir. Ya tamamen şeffaf ve her görüşe açık olmalısınızdır, ya da devletin temsil edildiği noktalarda dini yargılarınızı bir kenara bırakıp hareket etmelisinizdir. Çünkü demokratik ülkelerde devletin dini olmaz, din bireye mahsus bir olgudur. “Biz müslüman bir toplumuz.” diyemezsiniz. En fazla “Toplumumuzun büyük bir bölümü müslümandır.” diyebilirsiniz. Bu doğrultuda müslüman kesimin imkanlarının diğerlerine göre daha geniş olması, ya da örneğin cami sayısının kilise sayısından çok daha fazla olması son derece doğaldır; ve sonsuza dek doğal kalmaya devam edecektir. Eğer ki toplumun yönetimsel kavramları dini unsur ve değerlere göre belirlenecekse, bu ülke demokratiklik çizgisinden sıyrılmış olur. Zamanında söylediğin gibi “Ben müslümanım, diyen her insan, ben şeriatçıyım demeye mecburdur. İlim bunu böyle emreder." fikrini hala savunuyorsan, bunu açıkça söyleyebilirsin, bundan çekinmeni gerektirecek bir unsur yok. Gelgelelim bu fikrinden, tıpkı “Hem müslüman hem laik olunamaz.” görüşünden olduğu gibi, vazgeçmiş de olabilirsin. Sonuçta insanın fikirleri ve düşünceleri zamanla değişebilir. Normaldir. Yine de ne yazık ki, tavırların ve söylemlerin, hareketlerin ve yaptırımlarında uyuşmuyor işte. Ülkeyi dini yargılara göre şekillendireceksen demokrasi masalları anlatma, demokrasiden bahsedeceksen de her düşünceye karşı şeffaflık ve anlayış göster. Mevlana’nın da dediği gibi “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.” Korkma. Oynama. Her ne olursa olsun, yine de iktidar partisinin sözcüsü, senden bulduğu kuvvetle bir televizyon kanalının yayınında alenen bir kadın sunucunun kıyafetini eleştirip, bu kişinin işine son verilmesini sağlayabiliyorsa veya bir adam hiçbir endişe duymadan ve büyük bir rahatlıkla devlete ait televizyon kanalı ekranından “Hamile kadın sokağa çıkmamalıdır.” diyebiliyorsa ortada doğru gitmeyen bazı noktalar var demektir. Vakti zamanında toplum içerisinde başörtüsü nedeniyle baskı altında kalmış ve fazlasıyla zorluklar yaşamış bazı –özünde masum- kimselerin, bugün başka kişilerle empati kuramıyor oluşu ve farklı düşünce yapılarına karşı tamamen kapalı olmaları da oldukça acıklı ve çelişkili bir durumdur. Bugün din, dil, ırk, mezhep ayırmaksızın herkesi kucakladığını söylüyorsun, ne güzel; diliyorum ki zamanında muhalefet partisi lideri için sarf ettiğin “Biliyorsunuz Alevi.” veya Reyhalı’daki bombalı saldırı sonrası ölen vatandaşlarımızdan bahsederken “53 sünni vatandaşımız şehit oldu.” gibi yanlış anlaşılmaya müsait söylemlerden de ders çıkarmış, böyle bir yaklaşımın hiçbir zaman sağlıklı sonuçlar doğurmayacağının farkına varmışsındır. Sonuçta sen yaratılanı, yaratandan ötürü seversin değil mi? Bu yüzden elini vicdanına koymanı tavsiye ediyorum; tabi bulabilirsen.

Yine de insanların büyük bir çoğunluğu kayıtsız şartsız samimi olduğuna inanmış vaziyette çünkü hangi parametrelerle onları yakalayabileceğini, siyaseten usulen veya usulsüzce, fark gözetmeksizin, çok iyi biliyorsun. Bilmediğin bir şey varsa o da bu durumun, aşırı fanatiklik ve kör gözlülüğü doğurduğu. Esasında oldukça tehlikeli bir durumdur. Belki de biliyorsun ve bu daha çok işine geliyor, bunu da ben bilemiyorum. Egoları yüksek bir karaktersin sonuçta. Her neyse, bu düşünceye sahip kişilerin, sana karşı ileri sürülen herhangi bir olayda, duruma fiilen müdahil olmadıkları müddetçe gerçekleri görmeleri mümkün değil. Yani senin rüşvet aldığına inanmaları için para çantanı taşımaları gerekiyor. Veya gemin olduğuna inanmaları için o gemiye binip gezmeleri. Düşün ki yarın öbür gün bir kasedin çıksa inanmaları için ne olması gerekecek! Neyse. Gezi Parkı Direnişi için söylenegelen “Meydana çıktılar, sağa sola zarar verdiler. Camları taşladılar, polise saldırdılar.” zihniyeti de bu elementlerin bileşkesiyle ortaya çıkıyor. Yani senin kontrollü yönelim mekanizmanla insanların düşüncelerinin nasıl şekil kazandığının çok güzel bir örneğidir bu. Bu kişilerin hiçbiri olaylar esnasında Gezi Parkı’nda bulunmadı. Olaylar, önceleri ana akım medyada iyi veya kötü hiçbir şekilde yer almadı. Daha sonra bazı haberlerde “Provakatörler yine iş başındaydı.” tandanslı yayınlar yapıldı ve bu bir süre bu şekilde devam etti: “Şunu bahane edip polise saldırdılar.”, “Bunu bahane edip dükkanları taşladılar.” Zaten senin manipülasyonuna maruz kalmış bu kitlenin zihninde, bu eylemler doğrudan seni hedef aldığı ve sana yönelik olduğu için refleksif olarak ‘inandığından şüphe duymama’ mekanizması harekete geçti ve sonuç olarak toplumda “Polise saldırdılar” inancı hakim oldu. Oysa bugün “Birilerinin oyununa geliyorlar.” diye insanların diline sakız olmuş bir kavram var ve o birilerinin kim olduğu nedense bilinmiyor. İşin enteresan kısmı ise bu düşünceye sahip olan insanların, kimin oyunuyla ve kimin söylemleriyle hareket ettiğinin aleni bir şekilde ortada olmasıdır. Herhangi bir argüman ve kanıt olmamasına rağmen yalnızca senin “Camiye girip içki içtiler.” ifadeni arkalarına alıp böyle bir eylem olduğuna inanan kişiler, orada bulunan insanların -yine herhangi bir delil ve belirli bir durum yokken- bazı güçler tarafından kontrol edildiğini savunuyor. Gerçekten kulağa komik geliyor. İnsanlar farkında olmadan eşine dostuna, terörist muamelesi yapar hale geldi. Kimi gençler birtakım finansörlerin kuklası olduklarını amcalarından, dayılarından, kuzenlerinden öğrendi tuhaf bir şekilde: “Vay be Amerika'dan talimat alıyormuşuz.” dedi. Oysa kimin nereden talimat aldığı gayet ortadadır, sen daha iyi bilirsin. Toplumun aydınlık ve duyarlı gençlerinden oluşan kalabalığın, bölgedeki ağaçların kesilip yerine senin tamamen kişisel zevklerine, taleplerine ve çıkarlarına hizmet etmek adına usulsüz bir şekilde inşa edilmek üzere olan alışveriş merkezinin yapılmasını önlemek adına başlattığı –ki kendisi demokratik bir haktır- protesto, tamamen senin emrindeki kolluk kuvvetlerinin orantısız ve insanlık dışı müdahalesi neticesinde toplum geneline yayıldı. Ben o gece çadır kuranlardan biri değildim. Ancak orada çadır kurmak ve kitap okuyup şarkı söylemekten başka herhangi bir eylemde bulunmayan dostlarıma, kardeşlerime, o güzel insanlara yapılan insanlık dışı muameleydi ertesi gün beni oraya götüren. Ve elbette daha önceki birikmişliklerdi. Kabul ediyorum, olması gerekenden daha duyarsız bir nesildik bundan on ay öncesine kadar ancak şimdi; Direnmenin Estetiği'nde geçen "Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı..." sözünün ne manaya geldiğini çok iyi biliyoruz. Ve insanlar buna tepkiliydiler, devletin böylesine acımasız olmasına, akıl almaz derecede düşüncesiz hareket etmesine. Ve duyarsızlığına. Kimse Amerika’dan, İsrail’den telefon etmedi bizlere. Hiçbir siyasi partinin bayrağını dalgalandırmadık orada. Emin ol, senin partine oy vermiş insanlar da vardı orada, samimi ve güzel insanlardı çünkü. Tam da senin korktuğun şeydi bu; insanların aslında beraber ne kadar da güzel yaşayabildiği gerçeği. Ayrışmadan, ötekileşmeden, dışlanmadan, aynı tastan çorba içerek, aynı ekmeği bölüşerek yaşamak. Ateisti de hıristiyanı da genci de yaşlısı da orada aynı iftar sofrasına oturdu bir akşam. Fakat sen buna tahammül edemedin. Senin ve devletin tepkisi sertliğini korudukça bundan istifade eden birçok örgüt de müdahil oldu önüne geçilmeye ve engellenmeye çalışılsa da. Şimdi şimdi anlıyoruz ki senin de derdin buymuş, son çıkan konuşma kayıtlarından şahit olduğumuz üzere. Ortalık daha da kızışsın, kargaşa daha da büyüsün. Hatta bunun için birtakım girişimlerde bulunduğuna da eminim. Yani orada zarar gören kamu mallarının da, ekmeğiyle oynanan esnafın da sorumlusu sensin. Gelinen noktada olayların özünden habersiz kesim (daha doğrusu evdeki rahat koltuğundan kalkmamasına rağmen bir çırpıda olayları çözümleyebilecek kadar sosyolojik ve toplumsal tecrübe edinmiş kesim); eylemcilerin, otobüs yakan, camiye ayakkabıyla giren, başörtülü kadınları darp eden, kamu mallarına düşman olan ve civardaki esnafın dükkanlarını tahrip eden kişiler olduğunu düşünüyor. Aslında bu düşünceyle, başkalarını kim oldukları belirsiz güçlerin oyununa gelmekle itham ederek işin içinden sıyrılıp, oynatanın kim olduğu gayet ortada olan birer kuklaya dönüşüyorlar. Orada tahrip olan bizim bedenlerimizdi oysa. Zihinlerimiz sapasağlam yerinde duruyordu, dimdik. Senin polisin can aldı sadece. İnsanları öldürdü, yaraladı. Destanı yazan polis değil, halktı.

Toplumun bu hatırı sayılır kısmının -ki bu kesim seni sandıkta ayakta tutabilecek nüfuza sahip- bahsettiğim düşünce yapısı ve vizyonuyla siyaseten başka doğrultuda ilerlemesi çok zor. Çoğunluğu ancak neredeyse apolitiklik seviyesinde politik düşünebilen kişilerden oluşan bu topluluğun bazı basit nüansların etkisiyle kontrol altında kalması kaçınılmaz. Mesela korku. İktidar el değiştirirse, ülkenin çıkmaza sürükleneceğinden dolayı korku duyan insanlar olduğuna eminim. Düşünce çerçevesi, senin on iki yıldır başbakanlık yapman ve kendisinin on iki yıldır hasbelkader yaşamaya devam ediyor olmasından ibaret. Eğer siyasi istikrar varsa işler yolunda gidiyor demek ki, diye düşünür ister istemez. Örneğin yüksek benzin fiyatını protesto amaçlı bir imza kampanyası başlatsak, bu kişiler “Benim arabam yok ki, bana ne!” diye cevap verip olayları uzaktan izlemeyi tercih eder.

Ve elbette “icraatlar.”

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; topluma hizmet etmek, halkın hayatını kolaylaştıracak projeler gerçekleştirmek, şehirleri ve bölgeleri daha yaşanılır kılmak, vatandaştan vergisini alan her hükümetin zaten yapmakla yükümlü olduğu görevlerdir. Bunun bir lütufmuş gibi, sanki devlet yetkililerinin cebinden çıkan paralarla bazı uygulamalar gerçekleşiyormuş ve vatandaşa aslında hak etmediği hizmetler sunuluyormuş gibi lanse etmek pek sağlıklı bir davranış değildir (bunun bu kadar göze sokulmaya çalışılarak yapılması, ya halkı küçümsemenin bir göstergesidir ya da üzeri örtülmesi ve vatandaşın bilmemesi gereken bazı usulsüz dümenlerin döndüğü düşüncesini meydana getirir, ki zaten senin yaptığın da tam olarak budur). Ne acıdır ki devletin vatandaşa hizmet vermesinin nimet sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu kayıtsız şartsız alkışlamaya, bunun neticesinde yapılabilecek hemen her türlü yanlışı görmezden gelmeye zorlanıyoruz. Oysa nasıl ki parası karşılığında kendisinden leblebi satın aldığımız kuruyemişçi Nevzat amca “Bakın size leblebi satıyorum.” diye propaganda yapmıyor ve “Vay be adama bak bize leblebi sattı.” diye kendisini alkışlamıyorsak, devletin getirdiği hizmeti de bu doğrultuda olağan karşılamalıyız. Çünkü zaten kazancımızın standardın çok üzerinde olan bir kısmını devlete vergi olarak ödüyoruz ve hizmet almak en doğal hakkımız. Hatta yediğimiz ekmekten giydiğimiz çoraba kadar parayla satın aldığımız her ürünle birlikte devletin kasasına giren vergiler karşılığında yaptırılan ve bir nevi asıl sahibinin biz vatandaşlar olduğu köprülerden veya otobanlardan geçmek için bir kez daha para ödemek zorunda kalıyoruz. Ayrıca Nevzat amcaya leblebilerin bayat olduğuyla ilgili şikayette bulunursanız, vakur tavrıyla bir dahakine tazelerini temin edeceğine dair teminat verir ve asla sizi “Size leblebi satıyorum yahu. Daha ne yapayım!” diye paylamaz. Ama bizler sayende devletin veremediği bir hizmeti veya yanlış olduğunu düşündüğümüz bir projeyi eleştirme ve karşısında durma lüksüne sahip değiliz. “Daha ne istiyorsunuz be. Size yol yapıyoruz, hastane yapıyoruz, üniversite yapıyoruz işte.” değil mi?

Evet, yapıyorsun.

Ama…

Biliyor musun ki hastane yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip müteahhidini zengin etmek demek değildir. Eğer vatandaşına sağlık hizmeti vereceksen, diktiğin beton yığınlarına hastane diyeceksen eğer, içlerini kapasitesi karşılığındaki hizmeti verebilecek düzeyde doktorla ve sağlık personeliyle doldurmak zorundasın demektir. Oysa bırak yeni yaptıklarını doldurmayı, halihazırda olan doktorların devlet hastaneleri ve özel sektör arasında tercih yapmak zorunda bırakılması başlı başına tartışma konusu. Devletten kazanabileceği paranın erişebileceği maksimum seviyenin ne olduğunu bilen kaliteli doktorlar bu uygulamayla özel sektöre kaydı ister istemez ve devlet hastanelerinde ise yetersiz ve tecrübesiz doktorların eline bakar oldu halk. Üstelik bu kalitesiz hizmeti alabilmek için günler, haftalar veya aylarca sıra gelmesini beklemek zorunda olmak da işin cilası. Üniversite hastanelerindeki doktorların ise performansa dayalı hizmet sisteminde hasta başına ayırabildiği süre de birkaç dakikaya kadar geriledi. Belki bir hastaya geç müdahale edildi, belki bir başka hastaya yanlış tanı konuldu. Belki özel hastanelerdeki standart muayene ücreti halkın her kesiminin altından kalkabileceği seviyeye çekildi ancak en basitinden bir serum, tahlil veya MR hizmeti almanın bedeli de yüksek seviyelerde seyretmeye devam etti. Elbette genel bir düzenleme yapıldığı ve gelişen teknolojiyle birlikte kolaylık kazanan uygulamalar olduğu doğrudur, ancak anlatılan gibi; dünyanın örnek alacağı bir sağlık sistemimiz tabi ki yok. Üstelik, artık hastane yönetimlerinin baskısı ve teklini midir bilmiyorum, en ufak bir bel ağrısına fizik tedavi, basit bir antibiyotikle düzelecek bir gribe serum verilir oldu. Sayende sağlık sektöründe devrim oldu beyim. Zengin olanlar kaliteli hizmeti hızlı bir biçimde, fakir olanlar ise kalitesiz hizmeti uzun zaman dilimlerinde alabilir oldu.

Biliyor musun ki üniversite yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip müteahhidini zengin etmek demek değildir. Parasını basanın leblebi gibi okul açabildiği ve bu okulları rant kapısı olarak gördüğü binaların içerisinde bilim ve teknoloji adına üretebileceklerin sınırı kısıtlıdır. Herhangi bir akademik başarı elde etmeyen, sadece öğrencilerin sıcak para bıraktığı, sahibinin parasına para kattığı ve kaliteli eğitimden uzak, “Üniversite diplomam olsun da, önemli olan o.” zihniyetine hizmet eden okullar bunlar. Ve birçoğu belli başlı ideolojileri benimsemiş ve bünyesinde bulunan öğrencilere benimsetmeyi de görev edinmiş sözde eğitim yuvaları. Peh. Bugün diktiğin ve adına okul veya üniversite dediğin binaların kapısını, uçsuz bucaksız kontenjanlarla ardına dek açarsan, nitelikli olarak ne doktor yetiştirebilirsin ne de mühendis. Böyle bir altyapın zaten yok. Meydanlarda her ile bir üniversite yapılmasının propagandasını yapmayı çok iyi biliyorsun ancak içlerini nitelikli bir şekilde dolduramadıktan, bu okullardan mezun olan öğrenciler mesleklerini layıkıyla yerine getiremedikten sonra –ki iş bulabilmeleri ayrı bir konu- içi boş binalardan başka bir şey değildir o yapılar. İçinde ODTÜ geçen her cümleyi ve haberi duyunca tırnaklarını kemiriyorsun değil mi? Oranın aydınlık insanları seni korkutuyor çünkü.

Sen bilime düşmansın. Teknolojiye düşmansın. Doğru ya, her öğrenciye bir tablet bilgisayar dağıtıyorsun. Benimki de laf. Sen teknolojinin dostusun. Özür dilerim. Bugün Uruguay’da ülke sınırlarının kapsadığı her noktada ücretsiz internet bağlantısı hizmetinin projesi yapılırken, biz özelleştirilmiş bir firmadan kalitesiz bir hizmet alacağız diye üstelik bilmemkaç ay kullanma sözüyle birlikte –çünkü biliniyor ki söz vermeden bu kadar uzun süre kullanabilmek mümkün değil verilen hizmeti- altmış yetmiş lira karşılığında internet bağlantısına erişebiliyoruz ancak. Olsun ama, 2001 yılında kaç tane evde internet vardı, değil mi? Doğru.

Söyleyeceklerim İstanbul ile sınırlı kalacak olsa da, toplu taşıma hizmetine değinmeden edemeyeceğim. Gerçi fazla detaya girmek istemiyorum. Toplu ulaşım araçlarının açılış günlerinde makinist veya şoför koltuğuna oturmak ve şöyle bir tur atmak ne kadar da tatlı geliyor değil mi? İşte bu yahu, hizmet dediğin budur, diyorsun eminim. Ücretinin yüksekliğini filan geçiyorum. Fazla uzatmayacağım dediğim gibi; gel, maske şapka gözlük filan tak, sadece bir sabah Bahçeşehir yönünden hareket eden 146 numaralı İ.E.T.T. otobüsüne bin veya en bilineni 500T’ye bin veya bir akşam saati Zincirlikuyu’dan Metrobüse bin. Başka da bir şey demiyorum.

Duble yollar. En eskilerden... Doğrusu, kabul ediyorum; -senin tabirinle- “duble” yollar son derece gerekli ve bölünmemiş yollara nazaran daha tehlikesiz. Duble yollarla ulaşımın daha da kolaylaşması demek dolaylı olarak ekonominin düzelmesi demektir. Nasıl mı? Ülkemiz coğrafi hacim olarak oldukça geniş bir bölgeye yayılmış bir ülkedir ve bu yüzden hammadde merkezleri ile üretim tesislerinin, üretim tesisleri ile tüketim bölgelerinin, yurt dışına ihracat yapan üretim tesisleri ile ülke sınırlarının birbirine olan uzaklığı oldukça fazladır. İşte bu duble yollar, bu mesafenin kısalmasına daha doğrusu ulaşım hızının artmasına sebep olur. Böylelikle sanayi büyür, işsizlik oranı düşer, üretim kapasitesi artar ve ekonomi kendini ayakta tutar hale gelir.  Fakat böyle bir şey ne yazık ki olmadı. Ne cari açığımız, ne dış borcumuz… Hiçbir şekilde bitmedi, bitmesi de mümkün değil zaten. Yollar vatandaşın cebinden çıkan paralarla yapılırken, ekonomi ithalata odaklı hale geldi. Üstelik yine müteahhidini zengin eden ve rant fırsatı olarak görülerek inşa edilmiş yolların her yıl yenilenme gereksinimi ise içler acısı bir durum. Yoğun yaz sıcaklarında eriyen ziftler, üstlerine yapılan yamalar, toz toprak. Elini vicdanına koy ve bugün, ortalama 300 kilometrelik bir yol kat edimi esnasında, bir tarafı tadilat için kapatılmış ve ulaşımın diğer yöne aktarılmış olduğu bir yolla karşılaşma ihtimalin nedir, cevap ver. Almanya’da hala Hitler zamanından kalan otoyollar jilet gibi kullanılabiliyorken, biz 2014 yılında çukurlarla çakıllarla mücadele eder vaziyetteyiz. Üstelik otoyollardaki enteresan hız sınırlaması da düşündürücü bir durumdur. Sonra bekle ki sanayi gelişsin, üretim hızlansın da istihdam artsın. Tabi.

Ayrıca maksadın ve hedefin ekonominin kalkınması olsa ülkenin en büyük sanayici ve iş adamlarını karşına almaz, meydanlarda onlar aleyhinde propaganda yapmaya kalkmaz, bu iş adamlarını hedef göstermezdin. Senin derdin tamamen şahsi menfaatlerin. Kişisel çatışmaların ve hesaplaşmaların. Hızla zenginleşen iş adamlarının kim olduklarını ve neye, ne adına hizmet ettiklerini biliyoruz.

Her neyse, yük taşımacılığı demişken; yük taşımacılığının temel direğinin demiryolları olduğunu belirtmekte fayda var. Dünya genelinde, daha doğrusu gelişmiş ekonomilerde uygulanan yöntem bu. Hani şu Konya’dan Ankara’ya tek bilet fiyatı 15 lira olmasına rağmen okula gitmek için yolculuk eden arkadaşın kullandığı (demek ki ablanın durumu iyimiş), billboardlarda ve televizyonlarda piksel piksel reklamı yapılan, ancak Ankara’dan yalnızca Pendik’e kadar gelebilen ve ülkenin çok cüzi bir kısmının faydalanabildiği hızlı trenlerden bahsetmiyorum. Orada ölen vatandaşlarımızın acısı, yüreğimizde her zaman büyük bir yara olarak kalacaktır. Sanayi lojistiği yapacak, hammaddeyi üreticiye, üretim sonrası ürünü tüketiciye taşıyacak trenlerden bahsediyorum. Bu raylı sistem, duble yola nazaran daha işlevseldir. Ancak bu bağlamda atılmış herhangi bir adım mevcut değil ne yazık ki.

Tabi bu ve bunun gibi sözde icraatların zeminini hazırlayan asıl şey sıcak para ve dış borca endeksli ekonomi. Yüksek gelirli milli kaynakların özelleştirilmesi sonucu elde edilen sıcak para bu. Yani günün birinde mutlaka bitecek olan ve biten para. Ve dolaylı olarak yine bizlerin cebine yansıyacak olan ve yansıyan para. Yüksek toplu taşıma ücretleri, temel ihtiyaç malzemelerinin vergili fiyatlarının çeşitli uydurmalarla yeniden vergilendirilmesi, özel tüketim vergileri, deprem vergileri, faturalar filan… Bugün meydanlarda anlatmasını biliyorsun; “Artık IMF’ye borcumuz yok. IMF bizden borç istiyor.” diye… Yazık, vatandaş da zannediyor ki borç alınıp verilecek tek kurum "ayemef." Oysa özel bankalar, uluslar arası kuruluşlar, dünya bankası, büyük yabancı şirketler vs. gibi çeşitli dış kaynaklar da mevcut. Bunları dile getiremezsin çünkü bu gibi kurumlara olan hem geniş hem kısa vadeli borçlar ülkenin belini fazlasıyla bükmüş vaziyette. Hatta belki de yarın öbür gün senin Gezi Parkı eylemlerine veya 17 Aralık operasyonuna yamamaya çalışacağın ekonomik krizin temelini oluşturacak. Sıradan vatandaş da zaten yıllar yılı kanaat etmeye alıştırıldığı ve “Maaşımı alıyorum ya ben ona bakarım.” zihniyetiyle düşündüğü için seni alkışlamayı sürdürebiliyor. Oysa farkında değil ki, günde on beş saat çalışıp, yarı tok yarı aç kalarak, dört beş saatlik uykuyla, rahatsız toplu taşıma araçlarına binmek zorunda kalarak, hayvanlar gibi çalışıp, hayvanlar gibi çalıştığının karşılığında aldığı cüzi maaşın hatırı sayılır bir kısmını devlete ödeyerek, istediğini giyemeyerek, istediğini yiyemeyerek, istediği gibi sosyalleşemeyerek, "kutu" kadar bir evde yaşayacağım diye yıllarca ödemek zorunda kalacağı kredi borcuna girerek, gece demeden gündüz demeden çalışmak zorunda kalarak, paranın güç sayılmasından ötürü işverenlerin altında ezilmeye devam ederek; sadece bedenini değil,  aynı zamanda hayatından, varlığından ve değerlerinden vazgeçmiş oluyor. Yani bu adam kanaat etmek, verilenle yetinmesini bilmek zorunda hissediyor. Verdiği emeğin karşılığında kazandığının ona lütfedildiğini düşünüyor. “Sana iş veriyoruz daha ne istiyorsun?” Bu sözler bir yerden tanıdık geliyor değil mi?

Elbette doğru yapılan hizmetler, uygulamalar vardır; her şey tamamıyla bu denli usulsüz ve yanlış olamaz, insan psikolojisi ister istemez buna yöneliyor. Ancak yine de örneğin havaalanı sayısındaki artış, gelişen dünya standartlarında zaten olması gereken bir durum. Veya gelir düzeyi uygulamalarının bir getirisi olarak havayolu seyahatlerindeki fiyat uygunluğu. Bu kaçınılmaz. Senin hizmetin, yukarıda değindiğim dış kaynakların getirisi olarak havaalanları inşa etmek/ettirmek oldu. Ki bunun usulen yapıldığını varsayarak söylüyorum (Tamamen soru işareti olan ve neye hizmet ettiği açıklığa kavuşamayan ve bu denli yeşili koruduğunu (!) söylemene rağmen yapmak için kuzey ormanlarını gözden çıkardığın üçüncü havalimanı projesini tenzih ediyorum). Yine de bu dış borç, öz kaynaklarla ve kendi bünyende geliştirdiğin ‘üreten ekonomi’ ile eritilememeye devam etikçe ülkenin bir kamburu olmayı sürdürecektir.

Veya başka hizmetler. Muhakkak vardır. Sonuçta on iki yıldır iktidarda olan bir parti var ortada ve zahmet olmazsa yapıverilsin. Yine de, yukarıda kuruyemişçi Nevzat amca örneğinde bahsettiğim gibi vatandaşa hizmet götürmek zaten kaçınılmaz bir mecburiyettir. Yani olması gerekendir. Yani sesimizi; olduğunda değil, olmadığında çıkarmamız gereken. Tekrar ediyorum: Aklımızı o denli yitirmiş ve doğru olanları algılama biçimimizi öylesine şaşırmışız ki devletin vatandaşa hizmet etmesi bir lütuf haline gelmiş, eksiklikler ve verilemeyen hizmetler normal karşılanır olmuş. Devletin vatandaşa hizmet etmesini olağan karşılamak veya takdir etmemek tepkilere yol açar hale gelmiş. Eleştirmek ve talepte bulunmak zaten birer ütopyaya dönüşmüş. İnanılır gibi değil. “Bak adam hizmet ediyor işte.” diyorlar, “E etmesi gerekmiyor mu zaten?”

Diyelim ki yukarıda değindiğim, senin toplumların algılarını yönlendirerek doğru olduğuna inandırdığın ve aslında tam anlamıyla doğru olmayan “icraat”larında herhangi bir yanlış, herhangi bir terslik yok. Varsayalım her şey olması gerektiği gibi yapılıyor, sistem tam da işlemesi gerektiği şekilde işliyor. Bu demektir mi ki, yerel yönetimler ve hizmet esasları dışında yaptığın yanlışları görmezden gelmeliyiz. Olağan iyi belediyecilik, kötü siyaseti örter mi? Yani –teoride- okullarda ders kitaplarının ücretsiz dağıtılmasının başarılı bir uygulama olması (pratikteki yansıması enteresandır), aldığın rüşvetlerin ve yaptığın yolsuzlukların, adım adım diktatörlüğe yürüdüğün merdivenlerin sineye çekilmesini mi gerektiriyor? Veya yargı müdahalesini, uydurma davalarla insanların binlerce gün tutsak edilmesini veya devletin içine başka bir yapılanma sızdırılmasını… Çekiliyor ama. Kabulleniliyor. Bazısı “Adam müslüman abi” diyor, bazısı “Abi adam sapasağlam duruyor eğilip bükülmüyor işte” diyor. Ülkeyi kaosa sürükleyecek ideolojilerinin ve yönlendirmelerinin, metroyla veya köprüyle örtülebilmesine razı oluyor insanlar. Bu düşünceye mensup kesime genel olarak ‘Adam yiyor ama çalışıyor’cular diyoruz. Duyarsız, vicdan muhasebesinden yoksun… Kendi fakirleşmesine rağmen senin villalara, gemilere, uçaklara hatta ve hatta adalara kadar uzanan zenginliğinin karşısında boyun bükenler. Bu kesimin son zamanlarda savunduğu en önemli düşünce “Kim gelse rüşvet yer, bu işler yolsuzluk yapmadan yürümez.” düşüncesidir. Yazık. Algılarımızın bu kadar çirkinleştiği gerçeği, kabullendiğimiz yanlışlar ne kadar da acı. Oysa buna paralel düşünce yapısıyla bir başkası da şöyle diyebilir: “Zamanla gelişen dünya düzeninde, teknoloji ve bilimin de imkanlarının artmasıyla, kim olursa olsun, kim gelirse gelsin köprü de yapar duble yol da inşa eder. Bu bir marifet değildir.” Yani artık neyi neyle çarpıştırır hale gelmişiz. Oysa doğru bir tanedir, olması gereken tektir. Devlet yönetirken; hepsinden önemli olan vatandaşın kimliğini, varlığını ve değerini yüceltmektir. İnsanlara saygı göstermektir. Toplumun hizmetkarı olabilmektir. Vizyonu geniş, algıları açık düşünmektir. Duyarlı davranmaktır. Sen bilmezsin ama böyle şeyleri, camiler ahır yapıldı kırklarda filan, öyle değil mi? Herkes sana düşman.

Peki, dış politika… Geçenlerde Ukrayna’da yaşanan olaylar üzerine Dış İşleri Bakanlığı’ndan “Türkiye gerekirse devreye girer.” diye bir açıklama yapıldı. Güldüm. Burnunu soktuğu her olayı çıkmaza sürükleyen Türkiye mi devreye girecek? Hangi sorunu çözebilmişiz de bunu çözebileceğiz? Hangi vizyonumuzla, hangi tavrımızla? Yabancı dil bilmeyen Dış İşleri Bakanımızla mı? Artık herhangi bir ülkenin bizi ciddiye aldığını söylemek çok güç. Bir türlü eskimeyen “One Minute” çıkışının da nasıl geri döndüğüne hep beraber şahit olduk. Birçok durumda, bazı söylemlere anında yalanlama geliyor, işin doğrusunun öyle olmadığı şeklinde izahatlar sunuluyor. Birkaç sene önceye kadar böyle değildi, en azından yalanımıza bir ortak çıkıyordu. Artık durum böyle değil. Ne Mısır, ne Amerika, ne Irak ve elbette ne Suriye… Bak beyim, dış politikamız tamamen bitmiştir, ülkelerarası ilişkilerin varabileceği en dip noktaya gelmiştir, bilesin. Suriye’de Esad rejiminin tavrı ve yönetim usulleri elbette sorgulanmalıdır, ancak başkalarının iç işlerine bu denli karışır, terör örgütü El-Kaide’yle dostluk kurup, onlara tırlarca silah, uçaksavar taşıyıcı kamyonetler gönderirsen ve elindeki imkanların kullanılmasına izin verirsen, masum insanların ölmesinde pay sahibisin demektir. Oysa ne güzel savunuyordun Mursi’yi. Sandıkla seçilmiş iktidara darbe yapıldı diye çığırtkanlığını yapıyordun meydanlarda. Oradaki çatışmalarda ölen Esma için gözyaşları döktün. Gerçi Mısır cephesinden iç işlerine karışmaman üzerine “Batı uşağı bir ajandan akıl alacak değiliz.” diye ayar da yedin o ayrı bir konu da, oradaki olaylara ne kadar da duyarlıydın oysa, onu diyorum esasında (her ne kadar seçim sisteminin tuhaflığı söz konusu olsa da). Fakat Ukrayna’da da seçimle iktidar olmuş bir hükümet vardı. Bununla ilgili ağzından tek bir kelime çıkmadı. Darbe yapılmadı mı orada da? Aradaki fark neydi? Onların müslüman olmaması mı? Hani demokratiktin, hani eşitliğin, özgürlüğün timsaliydin. Ne oldu?

Oysa kendi iç meselelerimizin üstesinden gelebilmiş değiliz ki dış meselelere el atalım. Gerçi Kürt meselesinin bir çırpıda çözüme kavuşmasını beklemek yersiz olur, öylesine basit bir konu değil ancak atılan veya atılamayan adımlar, gelinen noktalar ve yapılan hamleler göz önünde bulundurulduğunda olayın tamamen bir fiyasko ve göz boyama silsilesine dönüştüğü aşikar. Öncelikle bir terör örgütüyle müzakere etmek, terminolojik olarak hatalı bir ifadedir, bırakalım eylemsel olarak doğru olmamasını. Çünkü bir devlet, ancak başka bir devletle girilen çıkmazı, çözülemeyen sorunları müzakere edebilir. Ancak sen sözde akil adamlarla, çeşitli temsilciler aracılığıyla açık açık terör örgütüyle pazarlık ediyorsun ülkenin başbakanı olarak. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Senin takındığın tavır, her tarafın ağzına bir parmak bal çalmaktan ibaret. Orta sahada top çeviriyorsun, beraberliğe oynuyorsun. Bugün gittiğin her şehirde “Ey Adana bir yıldır kaç tane şehit verdin?”, “Ey Manisa halkı, son bir yıldır şehrinize kaç tane şehit geldi?” diye kalabalıklara sesleniyorsun. Peki bu kalabalıklara açıklar mısın, bunu engelleyen unsur nedir? Sorunun silahla çözülemeyeceği, daha doğrusu çözüm yolunun silahlı çatışma olmadığı kabul edilmelidir ve elbette akan kanın durmasıdır istenen. Buna kimsenin itirazı yok. Ancak bölgedeki insanların ne istediği, senden beklediklerinin ne olduğu da ortada. 30 Mart seçimleri de bu beklentilerin karşılanması noktasında bir miladı teşkil ediyor ve ortadaki durgunluğun en büyük sebebi bu. Yani bir yandan karşı tarafın taleplerine bir nevi eyvallah diyor veya geçiştiriyorsun, diğer yandan da seçmenlerine müzakere sürecinde taviz verilmeyeceğini söylüyorsun. Çünkü biliyorsun ki, Türkiye’nin bölünmesine izin vereceğin bir politika seni koltuğundan edecek, o koltuğun nimetlerinden faydalanamaz hale geleceksin ve farkındasın ki karşı taraf için çözüme kavuşturmayacağın her beklenti yeniden kan akmasına sebep olacak. Durumun bu noktaya gelmesinin sebebi ise tamamen başarısız ve kötü uygulanmış siyasi stratejilerdir.

Tıpkı, “Türbanlı bacıma saldırdılar.” lafına inanıldığı gibi “icraat” masalların da gerçekmiş gibi ilgi topluyor, alkışlanıyor. Sanılıyor ki gerçekten kusursuz bir ekonomimiz var, toplum olarak gelir düzeyimiz ve yaşam standartlarımız çok yüksekte, işsizlik diye bir şey yok, kusursuz ülke yönetiminin bir nişanesisin, dış ülkelerle ilişkilerin çok iyi, terör konusunda tamamıyla çözüme ulaşmış bir politikan var… Oysa ne ekonomik, ne kültürel, ne siyasi, ne sportif, ne teknolojik, ne de bilimsel anlamda adından söz ettirebilmiş bir ülke değiliz. Vatandaşı aşağılayan, farklı düşünenleri dışlayan, sivil toplum örgütleriyle çatışma halinde olan, iş adamlarıyla, futbol kulüpleriyle, siyasi partilerle, öğrencilerle, öğretmenlerle, doktorlarla ve işçilerle kavgalı olan bir başbakanımız var. Sana göre herkes yanlış, bir tek sen doğrusun, değil mi? Hatayı aynada arasın millet.

Şimdi de paralel devlet diye tabir ettiğin yapı… Taze düşmanların. Oysa düne kadar koalisyon ortaklarındı bu insanlar ve bugün sahip olduğun gücün kaynağı, belki de yol gösterenleriydi… Ortaya çıkan ses kayıtları, yolsuzluk operasyonları filan, enteresan bir çatışma ortamı söz konusu şimdi… Parmağınla işaret edip hesabını soracağını haykırıyorsun bu yapıyı sorumlu göstererek ancak, hesap sorulacak kişilerin başında sen geliyorsun. Bunun tedirginliği, endişesi son derece gözlemlenebilir düzeyde.

Aslında, hakkında sana ait olduğu ileri sürülen ses kayıtlarının gerçek olduğunun kanıtlanması değil seni tedirgin eden. Senin asıl korkun, devlet içerisinde örgütlenmiş ve görünen o ki gerçekten ciddi bir şekilde kuvvet sahibi olmuş yapılanmanın esas mimarı olduğundan dolayı sana sorulacak hesabın cevabını verememek. “İyi niyetimize kurban edilmişiz.” demek, söz konusu bir ülke yönetimi ise, kusura bakma ama gülünç bir kaçış yolu aramaktan başka bir işe yaramaz. Eğer sen bugün – tıpkı Öcalan’a ‘İmralı’ diye seslenmen gibi kendisine hitap ederken ‘Pennsylvania’ sıfatını kullandığın - Fethullah Gülen’in önderi olduğu cemaati devlet içerisinde bir paralel yapılanma kurmak ve bu yapılanmanın ülkeyi karıştırma politikası izlediğini öne sürmek suretiyle suçlayıp, yargının içerisine adam sızdırdıklarına inanarak ‘temizleme’ operasyonu yapmaya kalkıyorsan ve bunun üzerine, olayların sorumlularından gereken hesabın sorulması ve hak edilen cezaların verilmesi gerekliliğini savunuyorsan, diğer yandan da zamanında bu yapılanmayla iş birliği içerisinde olan, omuz omuza yürüyen ve tüm yetkilerini kullanarak kendi imkanlarından faydalandırabilen biri olduğundan ötürü önce aynada kendini sorgulamak ve sonrasında gerekli cezayı çekmeye razı olmak durumundasın demektir. Eğer bu yapılanma yasadışı bir şekilde filizlendiyse, bu yasayı çiğneyenlerden biri sensin. Bir televizyon kanalının altyazısına kadar her şeye hakim olabiliyorken, seni koltuğundan etme girişiminde bulunacak kadar büyük bir hacme sahip hale gelen bir yapının oluşumundan haberdar olmadığını söyleme bana sakın. Yanıbaşında böylesine büyük çapta tezgah dönerken fark edemeyen bir başbakan gelecek adına neyi ne kadar güvence edebilir ki? Diğer açıdan, bu yapılanma legal bir oluşumsa eğer, şimdi meydanlarda estirdiğin rüzgarlar tamamen popülizme hizmet ediyor demektir ve soruşturmalardan alınan savcılar, görev yeri ve yetki alanları değiştirilen polisler ve diğer birtakım yetkililer tamamen senin kendi pisliğini örtmek ve toplumun gerçeklerle yüzleşmesini engellemek adına yaptığın bir hamleye maruz kalmış demektir. Yani zamanında kendi kazdığın kuyuya kendin düşmüş oldun ve şimdi bu kuyudan sağlam bir şekilde çıkmanın yolunu arıyorsun. Eğer kuyuya düştüysen, kusura bakma ama ıslanmadan çıkamazsın. Ne yargı bağımsızlığı, ne kuvvetler ayrılığı ne de hukukun üstünlüğü… Bir ülkede yargı bağımsız değilse, o ülkede demokrasiden bahsedemezsiniz. Yani, “Ne istediler de vermedik.” cümlesi, “Bir hata yapmışız.” savunmasıyla duymazlıktan gelinecek kadar basit bir ifade değil. Bu yüzden olayın bu tarafının kurcalanmasından kaçıyorsun. Bugün ağzını köpürterek saldırdığın yapının mimarı olduğunun pas geçilmesini istiyorsun. Sen sadece ses kayıtlarının gerçekliği ve sahteliği üzerinden ilgiyi başka noktaya çekmeyi amaçlıyorsun. Tam da istediğin gibi insanlar bu başlık altında yoğunlaşıyor. Fikirlerini, kayıtların gerçekliği ve sahteliği üzerinden ikiye bölerek tartışıyorlar. Asıl resmin büyüklüğünü tartışan kimse çıkmıyor ortaya. Nasılsa bir süre sora gündem değişeceğinden ötürü, asıl suçunun unutulacağını biliyorsun. Nitekim de öyle oldu.

Ben bir vatandaş olarak, paralel devlet, çete, illegal örgüt filan tanımam... Bak beyim, sana çok basit bir soru soracağım: “Eğer 17 Aralık operasyonu gerçekleşmeseydi, Ergenekon tutukluları bugün yine serbest kalacak mıydı?” Yahu bir de utanmadan serbest kalanların teşekkür etmemesine sitem ettin. Şaka gibi.

Peki kayıtlar…

Bugünkü AKP İzmir Belediye Başkan adayının bundan birkaç yıl önce sarf ettiği (ki bu kendisinin yaşamı boyunca ettiği nadir güzel laflardan biri olabilir) “Eğer yasadışı bir icraatınız yoksa dinlenmekten korkmayın.” gibi aslında durumu çok güzel özetleyen bir lafı vardır. Pekala, mahkeme kararı olmadan yasadışı dinleme yapmak cezalandırılmayı gerektirir ve hukuken karşılık bulmalıdır. Tamam. Peki, bu durum konuşmaların içeriğinin niteliğini ortadan kaldırır mı? Bunun hukuken bir karşılığı yok mudur? Senin demene göre ortaya çıkan bu kayıtlar eşinle dostunla yaptığın telefon görüşmelerine ait. Özel hayata müdahale. İyi de; konuşmalarının içeriği Emine hanıma “Akşam eve gelirken yoğurt alayım mı?” diye sormandan ibaret değil ki; neyin özel hayatı, kimin eşi neyin dostu? Bildiğin çalınan paralar, alınan rüşvetler… Yolsuzluklar… Konuşmaların içeriği tamamen skandaldan ibarettir. Böyle bir ortamda bırak başbakanı, herhangi bir devlet görevlisinin dahi bir dakika bile görevinde kalmaması gerekir. Sen, başka kaçış yolun olmadığı için mecburen, montaj bahanesine, ‘düblaj’ yalanına sığınıyorsun. Çünkü bu mücadeleyi vermekten başka şansın yok. Son dakikada kazanılan köşe vuruşunda kalecinin gol aramak için rakip ceza sahasına gitmesi gibi bir durum. Peki, neden soruşturulmasına izin vermiyorsun, madem masumsun, madem ortada böyle bir şey yok, bırak araştırılsın, izin ver TİB’den konuşma kayıtları alınsın, böyle bir şey olmadığı kanıtlansın, insanların aklında şüphe kalmasın. Olmaz mı?

Ama gerçeğin ne olduğunu sen de çok iyi biliyorsun. Yolsuzluğa bulaşan ve seni rahatlatacak deklarasyonlarda bulunması talimatını verdiğin bakanlarından birinin, istifasını açıklarken söylediği “İmar planlarının büyük bir bölümü sayın başbakanın talimatıyla yapılmıştır. Bu milleti rahatlatmak için sayın başbakanın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyorum..." sözü birçok şeyin özetidir esasında? Ben burada sabaha kadar anlatsam, neye yarar ki?

“Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu Tayyip Erdoğan.”

Uyandın. Ve musallat oldun. Yapıştın adeta. Bir keneye dönüştün. Çünkü durumu gurur meselesi haline getirdin. Geçmiş hesaplaşmaların intikamını almayı amaçladın. Koskoca ülkeyi, babanın çiftliğini yönetir gibi yönetmeye kalktın, ‘ben ne dersem o olur’culuk oynamaya çalıştın. Ülke ve dünya tarihinde hiç mi yüzde ellinin üzerinde oy alıp iktidara gelen partiler olmadı? Elbette oldu. Hangisi senin kadar kin, nefret ve öfke doluydu. Hangisi kendi seçmeni olmayan toplumu bu denli dışladı? Hangisi olmayan düşmanlar yarattı? Hangisi köylüyü payladı, çiftçiyi azarladı? Senin ‘kitlesel hipnoz yöntemi’ ile kurduğun saltanatın adı diktatöryel rejimdir. Medyayı kukla gibi oynatma arzun, yargıyı baskı altında tutma girişimlerin... Hepsi senin adamın olsun, herkes sana hizmet etsin. Hizmetkarların sana “Büyüğüm.” diye seslensin. Karşında ne doğru düzgün bir muhalefet bulabildin (Muhalefet etmek, CHP'nin onca olup biten olaylara rağmen ancak son iki üç aydır aklına gelebilmiş vaziyette. MHP'nin zaten kendi sınırları kayıtsız şartsız muhalefete müsait değil. Belki de en sağlam şekilde muhalefet edebilecek tek parti olan BDP'nin ise derdi tamamen başka), ne de duyarlı bir halk. Nedenselliği sorgulayamayan bir toplum… Herkes senin baskı rejiminle, bu kontrollü hakimiyet mekanizmanla mücadele eder hale geldi… Bilime, felsefeye ve sanata neden düşmansın? Bu insanlar doğaları gereği düzeni eleştiren, sisteme boyun eğmeyen ve muhalif olan kişiler olduğu için mi? Devlet tiyatrolarından ne istiyorsun? Gazetecilerden ne için çekiniyorsun? Kimi, ne için susturmaya çalışıyorsun? Her şey kontrolünün altında, kişisel zevklerin çerçevesinde gerçekleşsin istiyorsun. Ve devletin güçlerini şahsi hesaplaşmalarına alet ediyorsun. Seçimleri yüzde seksenle kazansan ne olur, yüzde yüzle kazansan ne olur? Toplumsal duyarlılığın ön plana çıktığı bir cenaze sonrası; o acılı, öfkeli ve kızgın insanların yürüyüş yapmasına neden polisle müdahale ediyorsun? Kışkırtmaya çalıştığın ve meydana gelmesini sağlamaya çalıştığın şey ne? Ülkeyi kaosa sürüklemek mi maksadın? Yerel seçimlerin olmamasını sağlamak mı? Yoksa ‘Yeni Dünya Düzeni’ oyunun sıradan bir parçası mısın? “Yeni Türkiye” diyerek kastettiğin şey ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurgusunun sübliminal bir mesajı mıdır? Veya “Tek Türkiye” ifadesi, ‘Tek Dünya Devleti’nin bir alt metni midir? Oysa ağaçlar kesilmesin, dedik. Bu topraklar senin dilediğince at koşturabilmen için var olmadı. Niye inat ettin bu kadar? Neyin kavgasıydı bu? Her yerden AVM fışkırıyor gökyüzüne doğru, görmüyor musun? “Tamam.” deseydin. “Madem istemiyorsunuz, yapmayalım.” deseydin. Çok mu lazımdı? İnsanlar öldü, bak. Ama sen doymadın. İnsanları birbirine düşman ettin. Çocuklar öldü. Hepsi gökyüzünde bir yıldız oldu, parlıyorlar şimdi… Sen yeryüzündesin, çamurlu, pis, lekeli…

Ülkeni, halkını ve vatandaşlarını çok seversin sen değil mi? "Bilmem." Bunu nasıl bilebiliriz ki?

Bir takla at da görelim.

Mar 4, 2014

Sekizinci Cisme Doğru

“Tabiatta yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka” dedi, “Ancak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşun ve harısinîden ibaret olan bu yedi cismin yanında bir sekizincisi olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye çalışıyoruz.”
“Elkimyacıların aradığı filozof taşı olmasın bu?”
“Hem evet, hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi kasdetmiş olabilir”.
“Peki, sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne?”
Ebrehe bu soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu. Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,
“Yaratılmamış olan” dedi, “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz”.
Bu cevap Bünyamin’i afallattığında, sözlerinin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış olanı’ anlaman için önce ‘yaratılmış olan’ ile kastedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’ ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne ‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı ‘yaratılmamış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır’. Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibrit de lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?”
“Elbette varolmayandan yarattı”.
“Öyleyse nasıl ki üzerindeki elbise yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna, ‘yaratılmamış olan’ diyoruz”.

       ***

Ahmet okuduğu sayfanın köşesini kıvırdı, kitabı kapatıp yatağın ucundaki komodinin üzerine bıraktı. Bırakır bırakmaz kapak tasarımıyla göz göze geldi ve ilk kez bu kadar dikkatle baktığını fark etti. Fakat bunca dikkatine değecek seviyede bir karşılık bulamadı algısında bu eyleme. Boş verdi. Boş verdi, çünkü aklının ulaşabileceği en uç noktada; sahip olduğu kapağın, bir kitabın içeriği ile ilgili ne denli izlenim yaratabileceğine dair anlamsız ve kısır döngüye dönüşmeye son derece müsait sorulardan başka bir düşünceyle karşılaşma ihtimali yoktu. Pervin yanı başında uyuyordu şimdi ve her nefes alışında üzerine örtülü ince beyaz pike gökyüzüne doğru yükseliyordu.  Sanki aldığı hiçbir nefesi geri vermiyormuş gibi geliyordu Ahmet’e ve git gide büyüyen bir kütleye dönüştüğünü düşünüyordu kızın. Pervin bu şekilde büyümeye devam ederse eğer, sevişme eylemi her seferinde daha da zorlu bir hale gelecek demekti. Oysa Pervin’in gökyüzüne ulaşabilmesi için öncelikle evin duvarlarını delmesi gerekiyordu. Ahmet, diğer birçok şeyi olduğu gibi, bunu da gereğinden fazla anlamlandırmaya çalışmış, sonuç olarak yine çıkmaz bir sokakta öylece kalakalmıştı. Bu halleri, çok yakından tanıdığı birisini andırıyordu aslında. Çok yakın, fakat çok uzak… Çıplak ayakları başta olmak üzere, ipeksi boynunun en anlamlı kıvrımlarına kadar uzanacak bir öpüşme silsilesi, şu durumda, dünyanın en karmaşık meselesiydi doğrusu. Gece lambasının çelimsiz aydınlığı, odanın ancak bazı bölgelerine yetecek kadar ışık saçabiliyordu. Acaba tamamen karanlığa mı ihtiyacı vardı? Şimdi sırtı Ahmet’e dönüktü Pervin’in ve uzun parlak saçları yatağın orta yerine savrulmuştu öylece. Aslında beyazlar içinde oldukça güzel gözüküyordu gözüne. Ne yapmalıydı?

Oysa Ahmet, Pervin hakkında isminden başka elle tutulur bir bilgiye sahip değildi. Evet! Kaç yaşındaydı? Bilmiyordu. Hatta kimdi? Emin değildi. Bazı sorular, neredeyse hiçbir zaman cevaplanamayacakmış gibi şekilleniyordu ister istemez. Her şeyin bir cevabı ve sebebi elbette vardı, fakat Ahmet hem cevaplara hem de sebeplere oldukça uzaktaydı. Hayat akışındaki koordinat düzensizliği, daha doğrusu belirsizliği, bu gibi kavram karmaşalarını doğuruyordu işte. Gözlerini yeni bir güne onunla birlikte açabilecek kadar hayatının içinde, neden kırmızı ojeyi tercih ettiğini bilmeyecek kadar hayatının dışında! Çünkü olmasını arzu ettikleri, elinin altında bulunanların kapsayamadığı bir yelpazedeydi. Arayış içinde olduğu asla söylenemezdi veya bulunduğu gemiyi belirli bir rotada ilerletmeyi düşündüğü. Her şey tamamen belirsiz, hatta daha ziyade manasızdı artık. Oysa manası olmayan olgulara mana yüklemek Ahmet’in yegane marifetiydi. Sanki musluklardan su yerine zift akıyor, marketlerde ekmek yerine taş satılıyordu. Mevsimler belirli bir çözünürlüğe kavuşmadan sırasını savıyordu adeta ve zamanın akışı doğru bir düzlemde ilerlemiyordu. Günler, git gide pişmemiş et gibi kokmaya başlıyordu bu rutubetli evde. Olabildiğince sıcak ve damarlıydı. Oysa pişmiş et kokusundan da nefret ederdi Ahmet. Yarının hangi gün olduğu sorusuna düşünmeden cevap veremezdi. Merdivenleri ikişer ikişer çıkamazdı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Sokaktaki gürültü, giderek azalmaya başlamıştı. Saat, güneşin doğuşuna doğru çıkılan bir yolculuğun başlangıcını çeyrek geçiyordu hatta. Bir an için Ç.’yi özlediğini hisseder gibi oldu yine, vazgeçti. Ç.’yi özlemenin sırası değildi şimdi. Pervin her kimse, son derece güzel bir kadındı çünkü.

Ne yazık ki bir de Ratko vardı. Ahmet’in kitabı bırakmasının ardından Ratko’nun lafa girmesi fazla uzun sürmeyecekti. Odanın, gece lambasının aydınlatamadığı diğer köşesindeki tekli hasır koltuğa kurulmuş ve bacaklarını üst üste atarak Ahmet’i izlemeye koyulmuştu. Herhangi bir anda, müdahil olamayacağı herhangi bir durum yoktu Ratko’nun. Ahmet uyuyarak kaçabilirdi söyleyeceklerinden ancak midesinde ciddi bir hareketlenme vardı ve uyumak için bu devinimin yatışmasını beklemekten başka çaresi de yoktu. Kitap, Ahmet’i uyutmak konusunda işe yaramadığı gibi, gitgide uzayacak bir konunun başlamasına sebep olabilirdi üstelik.

Düşünceli bir şekilde konuştu Ratko: “Demek yaratılmamış olan.” Az önce yere bıraktığı viski bardağındaki son yudumu da yuvarladı yemek borusundan midesine ve ayağa kalkıp yatağa doğru yürüdü sessiz adımlarla. Ahmet’e yaklaştı iyice. Pervin uyumaya devam ediyordu.

“Neden devam etmedin okumaya?”
“Üzerinde düşünmem gerekiyor biraz.”

Bazen düşünmek iyi geliyordu Ahmet’e. Doğru şeyi doğru anda düşünmüyor olsa bile, ‘düşünmek’ diye bir eylemin varlığından haberdar olduğunu hatırlaması sevindiriciydi. Fakat düşünme gereğinden dolayı değil, uykuya dalma ihtiyacından ötürü bırakmıştı okumayı bu kez. Sözlerine biraz yalan serpiştirmekte bir sakınca görmemişti.

 “Peki, senin yaratılmamışın ne?” diye sordu Ratko.

Ahmet önce duraksadı. Konuya hakim sayılmazdı çünkü. “Bilmiyorum!” dedi.

Elbette bilmiyordu.

Dört yıldır özel bir tiyatro topluluğunda oyunculuk yapıyordu Ahmet. Son zamanlarda, oyunlardaki repliklerinin toplamı bir sayfayı geçmemeye başlamıştı ve kendisinden daha sonra gruba dahil olan birkaç genç oyuncunun bazı önemli rolleri kapmasına içten içe uyuz oluyordu. Bu durum uzun zaman önce Ç.’nin dikkatini çekmişti ve Ahmet’i uyarmayı denemişti geleceği ve yeteneğine dair ancak aralarında çıkan tatsız birkaç kavgaya dönüşmekten ve dolaylı olarak Ahmet’in akşamları salondaki kanepede yatmasına sebep olmaktan başka hiçbir halta yaramamıştı bu uyarılar. Ne geleceğini değiştirebildi Ahmet ne de bir şeyler katabildi oyunculuğuna. Hiçbir zaman Hamlet’i oynamayacağını herkes gibi kendisi de biliyordu içten içe ancak, bunun aksine inanmaktan başka çaresi olmadığından dolayı, büyük bir oyuncu olma hayalini canlı tutmak daha çok işine geliyordu ister istemez. Bazen gerçeği kabullenmeyi tercih etmez insanoğlu ve gerçekleşmeyeceğini bilse de bir hayalin peşinde koşmak her zaman daha caziptir diğerine göre. Gerçekler acı, hayaller ise tatlıdır çünkü. Bu algı yanılsamasının kırılabildiği anda, birbirine tamamen zıt durumda bulunan iki uç noktaya sürüklenebilir insan, farkında olamayacağı bir şekilde. Yolda yürümek, kişinin varmak istediği hedefe ulaşması için yeterli seviyede bir ivme sağlamıyorsa eğer, ya koşmaya başlar insan ya da yolun ortasında kalmamak için geldiği yere geri dönmek zorunda hisseder. Bu tam olarak bir tercih meselesi değildir fakat kişi, yolculuğun sonucunda gelinen noktayı aslında tercih meselesiymiş gibi algılar. Ya hedefi küçültür zihninde ya da en başından hareket aldığı noktayı yüceltir. Ve buna başkalarından önce kendisi inanır ne yazık ki.

Ne hissettiğini tanımlayamadığı bir dönemdeydi aslında. Ç. varken başına böyle bir durum gelmemişti hiçbir zaman. Bir şey hissediyordu ancak bu hissettiğinin ne olduğunu, bunun neyin sonucu doğduğunu bir türlü çözemiyordu. Sartre’ın ‘Bulantı’ diye tasvir ettiği, bunun gibi bir şey miydi? Emin değildi. Ahmet’in bilincinde akrep ve yelkovanın simgesel bir karşılığı yoktu. Bu ikili, zamanın tekerlekleriydi ona göre. Onlar dönmezse, hayat duracaktı adeta. Oysa hayatın ilerlediğini söylemesi çok daha güçtü. İşin bir diğer tarafı, hayat gerilemiyordu da. İhtimallerin en kötüsüydü başına gelen; hayat öylece kalakalmıştı olduğu yerde. Peki, Ahmet için kum saatleri artık bir şey ifade etmiyor muydu? Yelkovanın kadranda tam tur atmasıyla, üst haznedeki kumların alta dökülmesi arasında nasıl bir fark vardı? Üç aydır herhangi bir ödeme alamamıştı tiyatrodan ve hakkında, adından başka herhangi bir bilgiye sahip olmadığı Pervin’in ne zamandır yatağına girip çıktığını da hatırlamıyordu. Yoksa bu kıza evin yedek anahtarlarını da mı vermişti? Ortada bir senaryo ve buna bağlı yazılmış bir metin muhtemelen vardı. Ancak Ahmet’in oynadığı sahne, bir başka oyuna aitti sanki. Dörtgen legoyu üçgen yuvaya sokmaya çalışmanın manasızlığı gibiydi durumu. Bazen durup durup kendine “Ne yapmalı?” diye sorduğu oluyordu. Cevap verebildiği söylenemezdi. Peki, ne yapmalıydı?

Badana mı yaptırsaydı? Belki şampanya rengi… Belki rutubeti alırdı. Evin içindeyken duvarların arasına sıkışmış, evin dışındayken duvarların arasından ötelenmiş gibi hareket ediyordu. Duvarlar… Duvarlar söz sahibiydi. Kaçabileceği bir yer yoktu sanki. Ahmet kaçamadı ama Ratko kovaladı. Ratko kovalamaya devam etti ancak Ahmet yine kaçamadı. Ç.’yi özlediğini hatırlıyordu sık sık, bir türlü kaçamıyordu bu düşünceden de. Farkında olmadan Tom Waits plağı koyuyordu pikaba, tamamen farkında olarak ve bilinçli bir şekilde bütün Fiyodor romanlarını atıyordu çöpe. Yeni açılan bütün bira şişelerinden ilk yudumu onun için alıyordu. Bazen bir resme başlıyor, fakat resimleri bir türlü istediği gibi bitiremiyordu. Vitrindeki şarap bardaklarının dibini toz kaplamıştı ve ne tozdan ne de rutubetten kaçamaz olmuştu. Pervin’i defalarca öpmüştü sırtından ve kasıklarından, kulağına kızın şimdiye kadar duyduğu en güzel sözleri fısıldamıştı ancak evin muhtelif köşeleri rutubet tutmaya, parkenin üzerindeki toz katmanı giderek yükselmeye devam ediyordu. Toz ve rutubet… Günler, duvarların arasında bu ikisini yaşatıyordu yalnızca. Kaçabilmek! Kaçabilmek ne demekti? Nereden nereye kaçmalıydı insan? Dişli takımı makineyi döndürüyordu ancak yürüyen aksamları yağlanmamaya devam ettikçe makinenin aşınması kaçınılmazdı. Aşınan makine elbet bir noktada durmaya mahkum olacaktı.

Ratko gözlerinin içine doğru süzüldü Ahmet’in.

 “Kelimeler…” dedi. “Senin yaratılmamışın!”

Bu sözün üzerine Ahmet bir saniye boyunca, belki de daha kısa bir sürede; karşılığında para alarak sahneye çıktığı ilk oyunu hatırladı. O zaman Ç. henüz hayatına girmemişti. Bir mübaşiri canlandırıyordu ve iki perdelik oyundaki tek mahkeme sahnesinde, klasik mübaşir karakterlerinden alışılagelmiş bir şekilde davacı ile davalıları çağırmaktan ve farklı olarak yönetmenin seyirciden reaksiyon almayı umarak hakim karakterine yazdığı espriye lafı paslamaktan başka bir görevi de yoktu. Üstelik pasladığı bu espri ne kahkaha ne de alkış alabilmişti. Buna rağmen yüzünde kocaman bir tebessümle selamlamıştı seyirciyi oyunun sonunda. Başrol karakterini canlandıran Selçuk Temiz, kuliste yanına gelip “Aferin, böyle devam et.” diyerek sırtına vurduğunda yaşadığı gururu, bundan sonraki bütün kötü performanslarını unutmak için bir silah olarak kullanacaktı. Oysa Temiz’in bu davranışı, tamamen gelişigüzel cereyan etmişti. Ahmet’te herhangi bir ışık gördüğünden ve böyle devam etmesi sonucunda büyük bir yeteneğe dönüşeceğine olan inancından dolayı değil.

Yine de Ahmet artık performansı için kendisine para ödenen bir tiyatrocuydu. Yol boyunca sahil şeridinden ilerleyen dolmuşun camından denizi ve o denizin içinde gördüğü geleceğini izleyerek eve döndü. Belki bugün dolmuşla dönüyordu eve ama yarın şartların değişeceğine dair olan düşünceleri sabitti. Belki bugün oynadığı, küçük bir yan roldü ancak başlangıç için hiç de fena sayılmazdı. Kendine olan güveni oldukça yüksekti. O artık profesyonel bir tiyatrocuydu. Yaklaşık elli kişi o akşam Ahmet’in, mübaşir kostümünün içinden tiyatro dünyasına bir güneş gibi doğduğu ana şahitlik etmişti, farkında olmasalar da. Çantasını fırlattı, hızlıca pantolonunu ve çoraplarını çıkardı. Altında yalnızca donu vardı. Yatak odasına gitti, aynanın karşısında dikildi. Saniyeler sonra dünya tiyatro tarihinin en unutulmaz bireysel performanslarından birine imza atacaktı ve buna şahitlik edecek hiç kimse yoktu. Günün birinde tek kişilik gösterilere başladığında bu performansı oyunun temel metni haline getirmeye kararlıydı. Hiçbir zaman tek kişilik bir oyun oynamayacak olması ve artık bu ihtimalin yakınından bile geçemiyor oluşu ise olayın henüz bilinmeyen fakat acıklı bir gerçeğiydi. Aynadaki görüntüsüyle göz göze geldi. Hayli genç gözüküyordu bugüne nazaran. Olacaklardan habersizdi. Yutkundu.

Yer: Yatak Odası Tiyatrosu. Suare, saat 22:00. Sahne tamamen karanlıktı ve uyarı anonsunun ardından tıka basa dolu olan salon adeta ölüm sessizliğine gömülmüştü. Ağır adımlarla ilerledi, orta noktaya kadar geldi. Spotlar birden bire parladı. Seyirci büyük bir alkış seliyle karşıladı Ahmet’i. Ahmet başıyla, olabildiğince mağrur bir şekilde selamladı kalabalığı. Oyununun adı “Juliet’i Anlatıyorum”du. Şimdilik. Birazdan bu küçük sahnede devleşecekti.

“Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, yağmur pencereden sekiyor ve Juliet benden muaf… Masmavi gökyüzü kadar uzak, yosun kaplı denizler kadar derin, yeşili yeşil yapan ormanlar kadar canlı. Yarısı ısırılmış bir elmaşekeri kadar tatlı… Minik bir avuç içi, işte bu kadar, terli… Ve galaksi yerli yerinde, sistematik bir yörüngede, gayet aritmetik bir varoluş… Bak Juliet, bunlar ellerim. Sana dokunduğum, her santimetrekarene parmak izimi nakşettiğim elbebeklerim… Juliet bak bunlar şiirlerim. Söylemeye utandığım, gözlerimi gözlerinden kaçırmadan eritemediğim yangın sözlerim. Kulaklarına aşina, gideceği yolu ezber etmiş katmerli şiirlerim bunlar benim… Peki, sen şimdi kimin gözlerinde yansıyorsun? Seninle ilk öpüştüğümüz pasajın sıvası dökülmüş duvarlarının gölgesinde kimin ellerini okşuyorsun? Kulağına bir yalancı türkü fısıldanıyor; iğrenç, paslı, tamamıyla geçersiz, türkü bile değil, anlamıyorsun. Şimdi o adama sevdiğini haykıran dudaklarını kaç kez öptüm, bilmiyor musun, ona sarılırken sırtında taşıdığın elbiseyi kaç kez çıkardım üzerinden, hatırlamıyor musun? Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, enseme kar yağıyor… Beyoğlu’nda bir kaldırım taşıyım, üzerimden yüzyıllar geçiyor, insan seli, Bizanslılar… Her otuz altı numara ayakkabıda sızlıyor kalbim, tutamıyorum. Sen şimdi o adamla oturmuş bir kadehten rakı içiyorsun Juliet, masanız cam kenarında, caddeye bakıyor, ben yürüyorum Galata’ya doğru, üzerine bastığım her kaldırım taşında daha çok seviyorum seni, tutamıyorum. Böyle durumlarda insan daha çok seviyor özlemeyi, bütün kesitlerde bir yaşanmışlık keşfediliyor, adının büyüsü, parfümünün kokusu, lanet olsun sevişmelerin sırası; bir bir gözümde canlanıyor. Avluda çiçeklerin sureti aksıyor gökyüzüne doğru, Juliet buradan geçti biliyor musunuz, Juliet buradan geçerken elim omzundaydı. Juliet bak bunlar gözlerim, kimse bakamaz sana benim gibi. Biraz sonra, az sonra, yuvalarından sökeceğim gözlerimi ve pul pul dökeceğim masaya gözlerimi, gözbebeklerimi. İçinden çıkaracağım seni görme yetisini gözlerimin. Sonra bunu dört paraya bir dilenciye satacağım, şeker bayramında, çünkü beş para etmiyor artık seni görebilmelerim. Topal dilenci para karşılığında bir şey alacak hayatında ilk defa. Bunun öznesi sen olacaksın ne yazık ki. Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, gümüş bir tepsinin içinde servis ediliyorum, yanımda bir bardak su. İlk tanıştığımız günlerdeki gibi giyiniyorum artık. Aynı şarkıları dinliyorum hala. Ellerim yine oksijen kokuyor, belki hatırlarsın. Hatırlar mısın Juliet çiçekçi tezgahlarını dolaşırdık da, hiçbir çiçeği yakıştıramazdım sana. Unuttun mu sana en çok beyaz yakışırdı? Ben artık, en az Beethoven kadar nefret ediyorum tanrıdan. Bilmiyorum ki sen artık hangi renk giyiniyorsun. Saçlarını ne tarafa tarıyorsun haberim yok. Senin tanrın kiminle hesaplaşıyor bugünlerde? Hangi çiçeklerin yanına konuyorsun, sakın söyleme bana. En az ilk günkü kadar güzelsin bundan şüphe duymuyorum Julietçiğim. Şimdi kim değerlendiriyor bunca güzelliğini, seni doyasıya koklama şerefine nail olan hangi vitaminsiz merak ediyorum. Titrek bir incir ağacı, gümüşten altına doğru işleyen bir renk karmaşası, sandalyenin halıya gömdüğü izler kadar kalıcı; vazgeçtim, merak etmiyorum elini beline dolayan biçimsizi. Gidişini hatırlıyor musun? Gökyüzünün alabildiğine saydam olduğu, soğuk kış mavisinin sıcak güz sarısına meydan okuduğu, mevsimsel kavramların uzağında antiseptembır bir zaman dilimi. Adım atmak bin para, atmasan kalabilmen mümkün değil, öyle mi? Gidişini hatırlıyor musun Juliet? Duvarın dibinden bir ceylan gibi sekerek uzaklaştığın o altı kırk beşi, gözlerini bir kez olsun gözbebeklerime değdirmediğin o çarşambayı, unutabildin mi? Nereye doğru sektin ki öyle? Gidişini anlatıyorum. Gidişin benim kalamayışımdır. Bir söz söylüyorum, cümle olmaya niyetli değil, saçılıyor öylece atmosferin en kalp atışlı noktalarına. Sözlerden cümle yapan biri elbet bulunur. Benim işim değil bu. Gitme diyemiyorum ki, gitmemen mümkün gözükmüyor çünkü. Juliet,  bak bunlar gözyaşlarım. Biriktir gözyaşlarımı. Bozdurup satarsın kapalı çarşıda, pahada değerlidir. Sapla göğsüme artık şu kılıcı, suretim duruyor öylece bak tam karşında. Juliet’i anlatıyorum dokuz dilde. Dokuz dilde anlatıyorum, dokuz dilde yine Julietsizim. Sonbaharda yapraklar lekeli, mevsimler yine belli belirsiz bu zamanlarda. Juliet o yanındaki adamı tanıyorum, ismi dokuz dilde Romeyo.”

Yutkundu. Tiyatro tarihine damga vuracağını ve binlerce kez sahneleyeceğini düşündüğü tek kişilik gösterisinin ilk taslağını sergilemişti ve buna şahitlik eden herhangi bir insanoğlu olmadı. Hafifçe selam verdi. Gözleri dolu doluydu. Kısa bir konuşma yapması gerekseydi eğer, titreyen zayıf sesiyle konuşmak zorunda kalacaktı. Neyse ki konuşmasına gerek yoktu. Kulise gitmedi. Dişlerini fırçaladı. Işığı kapattı ve gidip uyudu.

“Hangi kelimeler?” diye sordu Ahmet.
“Bütün kelimeler!”
“…”
“Bütün kelimeler senin için var.”

Ahmet istemsizce geğirdi. Bulantının sesiydi bu. Az önce komodinin üzerine bıraktığı kitabın kapağına baktı bir kez daha. Bakmaya devam ettikçe içine çekiliyor gibi hissetti, ağzına ekşi bir sıvı geldi. Kafasını çevirdi. Dudaklarını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve başını iki yana sallayarak serzenişte bulunur gibi bir izlenim yarattı.

“Ratko, midem bulanıyor. Seninle konuşacak durumda değilim. İzin verirsen şimdi uyuyacağım. Daha sonra anlatırsın ne anlatacaksan. Kitabı da uykum gelsin diye okuyordum zaten. Merakımdan dolayı değil.”
“Mideni bulandıran şeyin ne olduğunu biliyorum.”

Sıkıldığını belli eden bir ifadesi vardı Ahmet’in.

“Öyle mi? Nedir?”
“Her şey!”
“Alkol olamaz mı? Ben öyle sanıyorum.”
“Hem evet, hem hayır. Belki içtiklerin. Belki içmediklerin. Belki okudukların. Belki okumadıkların. Her şey Ahmet. Hayatında olan, olmaya devam eden, olmayan ve olmamaya devam eden bütün şeyler. Provaya giderken bindiğin dolmuşa ödediğin para, ezberlemek zorunda olduğun o içi boş metin, canlandırdığın karakter sakalsız olduğu için her gün tıraş olmak zorunda kalman, yürüdüğün yol, izlediğim film, dinlediğin şarkı... Her şey. Etraftaki bütün cisimler. Kumaşlar, tahtalar, betonlar, yiyecekler, kitaplar… Cisimlerden öte bütün soyut kavramlar da. Hepsi.”
“Sekizinci cisim de mi?”
“Sekizinci cisim senin kurtuluş biletin!”
“…”
“Ama bundan kilometrelerce uzaktasın. Yüksek bir kayadan suyun içine atlayacaksın fakat suyun dibi o kadar çok bulanık ve öylesine çamurlu ki, suyun derin mi yoksa sığ mı olduğunu anlayamıyorsun. Atlama riskini zaten hiçbir zaman göze alamadın. Oysa o kadar çok istiyorsun ki o suya dalmak. Olabildiğince serinlemek. Bir yanda masmavi gökyüzü olsa, diğer yanda yemyeşil doğa. Berrak bir su istiyorsun, diliyorsun ki olsun. Hepimiz isteriz bunu fakat şartlar öyle değil ne yazık ki. Ve bu şartların yaratıcısı senden başkası da değil. Öyle sanıyorsun, ama emin ol, değil. Korkuyorsun çünkü. Öylece bekliyorsun, elinde kuru, gevrek bir dal tutarak. Bekliyorsun ki dal kırılsın da düşebilesin. Bekliyorsun ki eylem, senin isteğin dışında gerçekleşsin, sen olanlara maruz kalasın. Herhangi bir karar vermiş olmaktan korkuyorsun. Bir şey soracağım, Ç.’yi özlüyor musun?”

Ahmet tedirgin oldu. Her ne cevap verirse versin, Ratko’nun doğru olanı bildiğine emindi. Önce tavana baktı, sonra Pervin’e. Sesi çatallıydı konuşurken. Belki de Pervin’i uyandırmamak için kısık sesle konuşmaya çalışıyordu. Oysa Ratko’nun söylenenleri duyması için Ahmet’in konuşmasına gerek yoktu. Saate baktı. Saat gecenin sonuna doğru çıkılan yolculuğun bitişine çeyrek vardı.

“Özlemiyorum…”

Yalandı.

“Kelimeler Ahmet... Yeryüzündeki bütün varlıkların kelimebilimsel bir karşılığı vardır. Kelimeler, doğanın en çok tüketilen elementleridir. Sana daha önceden yazılmış bir senaryo getirilir. Doğru mu? Bunu ezberlersin ve insanlara, bir başkasının anlatmak istediklerini kelimeler aracılığı ile aktarırsın. Senin için o kelimelerin nasıl yazıldığı, neyden üretildiği çok da önemli değildir. Nasıl ki bir dokumacı için iplik, bir elkimyacı için lap taşı yaratılmamış olansa, senin için de kelimeler yaratılmamış olandır. Ancak bir yazar için yaratılmış olandır kelimeler. Fakat hayat bir Shakespeare oyunu kadar gerçekdışı değil, aksine tamamen gerçektir. Acı da, özlem de, korku da, kahkaha da… Gerçektir. Bu yüzden o ‘yaratılmayan’ her zaman yeterli olmaz anlatmak istenileni yansıtmaya. Bazen öylesine yetersiz kalır ki kelimeler. Bazen öylesine anlatasın gelir de, ‘neyse’ deyip geçmek zorunda kalırsın ya, çünkü bilirsin; anlatmak istediğin şeyin sende doldurduğu boşluk, o lanet olası harflerin yan yana gelmesiyle ifade edilemeyecek derecede derindir. Bu yüzdendir ki acı, kelime ve kükürdün bileşkesiyle ifade edilmek zorundadır, tıpkı mutluluğun da kelime ve sodyumun birleşmesiyle meydana gelmesi gibi. Tüm soyut gerçekler, iki elementin birleşmesiyle var olur; kelimeler, tek başına yeterli olmaz duyguları anlatmaya. Bir elmayı, onu ifade eden kelimeyi kullanarak tasvir edebilirsin. Başka bir yardımcıya ihtiyacın yoktur. Çünkü basit bir elma, sana olduğundan daha fazlasını vaat etmez. Fakat soyut kavramlarda durum tam tersidir. Duygular bir bileşkedir. Bu, yaratılmış olandır. Fakat unutma ki, yaratılması en kolay, tasvir edilmesi en zor ve atmosferde en yoğun biçimde bulunan ve dolayısıyla en fazla maruz kalınan soyut kavram da acıdır. Acı yalnızca, bir biber salçası üreticisi için yaratılmamış olandır. Senin yaratılmamış olanın, kelimelerdir.”
“Peki ne yapmalıyım?”
“Kurtulmalısın. Yaşayabileceğin yalnızca tek bir hayatın var ve bunu neredeyse harcamak üzeresin. Seni çepeçevre saran bu kabuktan sıyrılmalı, bu şansın ikinci kez eline geçmeyeceğinin farkına varmalısın. Kurtulmak içinse sekizinci cisme ihtiyacın var. Bir şekilde bunu elde etmelisin. Ancak o zaman anlayabilirsin ne yapman gerektiğini.”
“Onu elde edince ne yapacağım ki?”
“Bunu sana söyleyemem. Daha doğrusu bunu öğrenmeye hazır değilsin henüz.”
“Tam olarak nedir bu sekizinci cisim?”
“Bunu öğrenmek istiyorsan, köşesini kıvırdığın sayfadan itibaren okumaya devam etmelisin.”

Ratko olduğu yerden uzaklaştı. Ağır adımlarla tekli koltuğa geri döndü. Sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Biraz sonra görünürden kayboldu.

Ahmet, ince pikenin altından Pervin’e doğru sokuldu. Eliyle omzuna dokundu hafifçe. Sanki Ahmet’i bekliyor gibiydi Pervin. Hemen uyandı. Saçlarının içinden geçip boynuna ateşli bir öpücük kondurdu Pervin’in. Pervin olduğu yerde doğruldu. “Uyumadın mı sen?” diye sordu Ahmet’e. Ahmet hayır dercesine başını salladı. Gözlerine yaklaştı. Derinlere doğru uzaklaştı. Kadının gözlerinin içinde sekizinci cismi gördü: “Boşluk.” Boşluk her şeyin başı, boşluk her şeyin sonu ve boşluk her şeyin ilacıydı. Boşluk bir badanaydı. Gözlerinin içinden gözyaşlarını çekip çıkardı, avucunun içine üfleyerek atmosfere bıraktı. Hafifçe gülümsedi. Dudağından öptü, olabildiğince sıcaktı. Yavaşça kulağına doğru eğildi, fısıldayarak konuştu: "Şurada alevleniyor şimşekler yakıcı biçimde / düştü patikaya yıldırım, gök gürültüs..." Aniden durdu.


Hızla kafasını çekti. Ağzına ekşi bir sıvı geldi yine. Eliyle ağzını kapadı. Bu sefer gitmeyecek gibiydi. Pikeyi savurdu üzerinden. Terliklerini giymeden koşar adımlarla banyoya yöneldi. Pervin’i öylece yatakta bıraktı. Altında yalnızca donu vardı. Pervin arkasından izledi Ahmet’i, ne olduğunu anlamadan. Ahmet koridoru geçti, ışığı yakmadı. Karanlıkta klozeti buldu. İki yanından kavradı ve kafasını deliğe soktu. Büyük bir öğürtü sesiyle beraber midesindekileri klozetin karanlığına bıraktı. Kustukça kustu. İçinden sanki bir asfalt çıkmıştı. Bütün iç organlarını tüketmiş gibiydi. Bütün oyunlar, kitaplar, elektrik faturaları, çöp vergisi, televizyon programları, kenarı aşınmış ayakkabılar, anahtarlıklar, mecburen katıldığı arkadaş buluşmaları, kadın iç çamaşırları, karikatürler, kontrol kalemleri, tornavidalar, uyarı levhaları, Hitchcock filmleri, ütü masaları, provalar, kostümler, günaydınlar, iyi geceler, iyi bayramlar, mutlu yıllar, fotoğraf makineleri, kendi çocuğunu dünyanın en güzel bebeği zanneden ebeveynler, borç senetleri, diş protezleri, doğum günü pastaları, belediye anonsları, taksi durakları, tuzluklar, futbol müsabakaları, ofsayt kararları, elektromanyetik spektrumlar, Çaykovski uvertürleri, Hendrix pentatonları, meşe palamutları, çan eğrileri, can ciğerleri, kuzu sarmaları, daktilolar, pet şişeler, mavi gözlü balıklar, asma köprüler, konut kiraları, parke taşları, asma kilitler, sınav sonuçları, koltukaltı deodorantları, halı dokumacıları, elkimyacıları, nagihanüevvelleri, Osmanlı torunları, Bizans oyunları, karbonmonoksit gazı, elektrikli süpürgeler, boya badanalar, kızartılmış ekmekler, çift kaşarlı tostlar, sinek ilaçları, profiteroller, hazır çorbalar, Anafartalar, cam silecekleri, mavi yakalılar, bulaşık deterjanları, trafik lambaları, buz patenleri, fındık kabukları, sporcu kartları, sinek kaydı tıraşlar, yel değirmenleri, tarihi eserler, peygamberler, şnorkeller, kendi yaptığı görevi dünyanın en önemli işi zannedenler, beş yüzlük banknotlar, iki yüz ellilik banknotlar, ansiklopediler, kulak memeleri, tirbuşonlar, kütüphaneler, promosyon ürünler, çanak antenler, ıslak imzalar, paraflar, kol düğmeleri, kravat tokaları, ayakkabı boyaları, libidolar, pastel boyalar, karı koca kavgaları, ses telleri, nota sehpaları, bornozlar, c vitaminleri, saray oymaları, karagözler, sola sinyaller, sağa sinyaller, rulmanlar, rahatlar, hazırollar, izin alabilme cesareti, izin vermeme küstahlığı, mesai saatleri, Frenk atasözleri, çift kırma tüfekler, beyaz gecelikler, tahta bacaklar, kardan adamlar, et dönerler, kuyrukluyıldızlar, kuyruksuzyıldızlar, taktik tahtaları, yayık ayranları, amplifikatörler, irsaliyeler, petrol yatakları, bor rezervleri, savaş uçakları, alabalıklar, milli marşlar, seçim sandıkları, adalet sarayları, tırnak törpüleri, pencere pervazları, viyadükler, müsteşarlar, boşanma davaları, avukat masrafları, siyasi haritalar, fiziki haritalar, kitap ayraçları, uzaktan kumandalar, antraktlar, tek renk çoraplar, mandallar, taş ocakları, oskar heykelcikleri, kalite yönetim sistemleri, ISO belgeleri, ticaret hukuku, masaj salonları, Emel Sayın şarkıları, Nurhan Damcıoğlu kantoları, otobüs seferleri, kraliyet aileleri, sodyum klorürler, potasyum dikromatlar, masa örtüleri, deney tüpleri, servis saatleri, ses efektleri, şemsiyeler, degradeler, çamur banyoları, gece oturmaları, kukuletalar, hediye çekilişleri, evlenme teklifleri, luna parklar, dönme dolaplar, verenoz yeşilleri, magentalar, Teksaslar, Tommiksler, tükenmez kalemler, çizgisiz kağıtlar, yaka mikrofonları, nar ekşileri, şarap şişeleri, İsveç çakıları, göz temasları, hipermetropiler, konstantiniyeler, dokuzuncu senfoniler, dört yapraklı yoncalar, mezuniyet baloları, beşamel sosları, sıraya girme ritüelleri, atlar, karıncalar, hayvanat bahçeleri, kalorifer petekleri, altın tepsiler, kafeteryalar, adisyonlar, bahşişler, ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, antiflamatuarlar, araç plakaları, şasi numaraları, seks pozisyonları, polisiye diziler, çizgi çizgi romanlar, meşin yuvarlaklar, sefer iptalleri, rötarlı uçuşlar, Frusciante hareketleri, Carnegie günlükleri, vernikli mobilyalar, şifreli kanallar, köprü trafiği, kuduz aşıları, zıpkınlar, peştamallar, kilise çanları, led ışıklar, telefon rehberleri, ansiklopediler, termometreler, bal mumları, takma bıyıklar, tül perdeler, ter kokuları, çerçeveli gözlükler, boğazlı kazaklar, insan boyu dalgalar, köpek tasmaları, küresel piyasalar, meşin yuvarlaklar, hediye paketleri, kareli gömlekler, başarı hikayeleri, kariyer planlamaları, Romalılar, açık oturumlar, kapalı gişeler, olimpiyat meşaleleri, çizmeli kediler, rüzgar gülleri, deniz kızları, davetsiz misafirler, tümsek aynalar, mutfak dolapları, Amerikan dolarları, gazete küpürleri, karanfiller, kutsal kitaplar, soykırımlar, hususi araçlar, zoraki nezaketler, hava durumları, yağlı boyalar, iç savaşlar, korkular, endişeler, umutlar, umutsuzluklar, ümitler, ümitsizlikler ve bütün kelimeler ve daha milyonlarcası… Ne varsa kustu. Kafasını çıkardı klozetten. Yere oturdu bir süre. Düşündü. Düşünmek bazen iyi geliyordu çünkü… Pervin geldi kapıya, Ahmet’e seslendi: “İyi misin?” dedi. Gayet iyiydi. Yalnızca başı dönüyordu hafifçe. Yine de derinlerde bir yerde, unuttuğu bir şey varmış gibiydi. “İyiyim.” dedi, “Sanırım içki biraz fazla geldi.”