Bak
beyim, sana iki çift lafım var...
Nasıl
oluyor da hala o koltukta oturmaya devam edebiliyorsun, kabullenmek ve
katlanmak çok güç. Dibine kadar çamura, pisliğe, yalana ve kana bulaşmış bir
insansın. Yine de utanmadan hala demokrasi masalları ve özgürlük hikayeleri anlatmaya
devam edebiliyorsun. Bizimki laf değil, icraat diyorsun… “Ben lafa değil,
icraata bakarım!” Medya patronlarına yağdırdığın emirler mi icraat? İstediğin
gazeteye istediğin manşeti atabilmen mi? Veya meclise uğramayan sayıştay
raporlarına rağmen onaylanan bütçeler mi, özelleştirilme kamuflajıyla satılan milli varlıklar mı, yürütme
merciinin yolsuzlukların savunucusu haline gelmesi mi, gece yarıları çıkartılan
torba kanunlar mı, Cumhurbaşkanlığı makamının hizmetkarın olması mı, terörist ilan ettiğin komutanlar mı, bırakın delili herhangi
bir sebebi olmadığı halde binlerce gün kapalı cezaevlerinde tuttuğun
insanlar mı, düne kadar kendini başsavcısı olarak tayin ettiğin davalarda bugün
aslında ‘katakulli’ olduğunu söylemen mi, sıfırlayamadığın paralar mı, yatırımcısını
zengin eden kamu ihaleleri mi, dünyanın en büyük adliyesini yaparak hukukun
sağlandığını düşünmen mi, elini kolunu sallayarak serbest kalan çocuk
tecavüzcüleri mi, “Deniz Feneri” mi, kopya
skandalları mı, kademeli olarak artan işsizlik oranları mı, on bir yıldır
atanamadığı için annesinin yüzüne bakamayan öğretmenler mi, soğuktan zatürree
olup can veren Ayaz bebek mi, yoksa halkının üzerine doğrulttuğun gaz fişekleri
mi veya öldürdüğün insanlar mı?
Ve
dahası… Onlarcası...
İnsanlar
öldü, farkında mısın? Çocuklar öldü. Çıkıp, ülkedeki büyüyen ekonomiden bahsedebiliyorsun,
nasıl bir masalsa, o ayrı; oysa bugün ülkede tabutlar küçülüyor git gide, bunu
görmezden geliyorsun. Görmezden gelsen yine iyi, toplum önünde suçlu ilan
ediyorsun çocukları, kalabalıklara yuhalattırıyorsun. Evladı ölmüş anneleri
hedef gösteriyorsun, düşman ilan ediyorsun. Masal değil bu, gerçek. Başka zavallı
çocuklar ölürken gösterdiğin duyarlılığın sebebinin siyasi malzeme olduğunu
kabullenmiş oldun bugün. Aynı hassasiyeti ülkende ölen çocuklar için de
gösterebilseydin keşke, belki derdik; gerçekten üzüldüğü için ağlamış
ekranlarda. Gösteremedin, gösteremezsin de… Sen ancak yaftalamayı bilirsin.
Terörist dersin, vandal dersin. Başka bir şeyler dersin. Biri karşında
durmayadursun, hiçbir geçerli sebebi olamaz, öyle değil mi? Ölmeyi hak eder
sana boyun eğmeyenler, demokratik hak değildir çünkü seni protesto edebilmek.
Ama sen de çok iyi biliyorsun ki, hepsinin kanı senin ellerine bulaşmış
vaziyette. Çünkü çıkıp gururla “Emri ben verdim.” diyebildin. O çocukları
öldürenler kahraman çünkü değil mi, destan yazar çocukları öldürenler. Onurlu
bir insan olsaydın eğer, bugün her biri yaşamaya devam ediyor olacaktı. Bu halk
bunu unutmayacak hiçbir zaman, aklında bulunsun.
İnsanlar
ölüleri yarıştırır hale geldi artık senin yüzünden. İğrençliğin bu kadar ucuzu,
tükenmişliğin son noktasıdır bu. Bir ölünün arkasından üzülmek, üzülebilmek;
sorgulanır oldu. Kendi bakış açısına, hayat tarzına ve belki de ideolojisine
ters düştüğü için başkalarının ölümüne sevinen canlılar var bu ülkede, iyi ki
ölmüş, diyorlar ölen insanlar için. Hiçbir insan ve hatta canlı ‘iyi ki’
ölemez. Sen ülke yönetiminin en başındaki kişi olarak bu toplumsal kaosun
önünde duracağına, alev almış yangını körüklemeye devam ediyorsun utanmadan.
İnanılır gibi değil. Bu nasıl bir şeref yoksunluğudur, bu nasıl bir gözü
dönmüşlüktür. Mide bulandırıyorsun. İnsanlar ölüyor, çocuklar ölmeye devam
ediyor... Toplum aklını yitiriyor artık, neyi ne şekilde çözümleyebileceğini
şaşırır oldu insanlar. Yeter.
Ama
halk arkanda senin öyle değil mi? Benimki de laf. Sandık orada. Bak sandık ne
diyor, değil mi? Bağımsız irade, özgür düşünce filan. Fatih, sana diyorum!
Efendim büyüğüm? Özgür düşünce diyorum, halkı özgür düşündürün biraz. Tamam
efendim, derhal efendim. Ferit, gerekeni yap. Ama. Tamam uzatma. Benim
başörtülü bacılarım, imam hatiplerim. Elif Yavuz neden öldü? Ne için? Düşündün
mü hiç? Bomba patladı. Öldü Elif. “Bilmem.” Doğru ya başörtüsüz Elif. Bilmezsin.
Senin bacın değil. Esma senin bacın, ona üzülüyoruz, değil mi? Oysa hepsi, her
biri, Esma da, Elif de, hepsi hepimizin bacısı; hepsi insan çünkü. Anlayamazsın.
Ama darbeci bunlar. Üç beş ağacı bahane ed... Sus. Sallandıracaksın bunl... Sus.
Başbakan beni evimde zor tutuyormuş. Dur bilinçleneyim biraz! Hanım açsana,
Habertürk’te ne diyor? Vatandaşı vatandaşa, kardeşi kardeşe kırdırtmak.
Başkaldıran mı oldu? İşte bakın oyuna geliyorlar, hep dış mihraklar bunlar. Lobiler
mobiler. Duydunuz mu? Cervantes’ten masallar! Muammer, karıştır ortalığı. Adam
nuh diyor peygamber demiyor ki. Böyle aşka montaj derler. Ne diyeceksin ki
başka değil mi? Gemi var gemicik var, sahi. Fakat katledilen ağaçlar var,
yeşili delen betonlar. Zenginleşen şirketler de var. Ananı da al öyle git.
Çiftçiler ağlıyor. Olsun. O kadar da olur. Yandaş şirketler gülüyor. Gülsün. Türkiye
bunları aştı, sabah bir hareketlenme oldu ama sonra toparladı. Toparlasın. Abdestinden
şüphen yok, namazından hiç olmaz; kuşkusuz. Elhamdülillah müslümanız, cennete
gider elbet yolumuz. Gitmeyecek. Cennettin penceresinden sana el sallayacak çok
güzel insanlar var. Utanacaksın.
Oysa
ne kadar da hoşuna gidiyor değil mi? Koltukların kabarıyor. Binlerce insan
karşında durmuş, öylece sana bakıyor. Belki de sen çıkıp o gürleyen sesinle bir
şeyler söyleyeceksin diye saatlerce beklediler. Ama olsun, sen konuş, onlar beklerler.
Sen geç, onlar yollarının kapanmasına, elektriklerinin kesilmesine göz
yumarlar. Söylediğin her sözde “Evet lan, doğru.” diye boyun kıracaklar ve emin
ol, üzerine basarak vurguladığın ve şiddetini arttırarak sarf ettiğin her kelimeden
sonra alkış kıyameti koparacaklar. “Ben çocuklarıma helal lokma yedirmedim.”
diyebilirsin, önemli değil, yine de alkışlanacaksın. Çünkü önemli olan
söylediklerinin içeriği değil, senin herhangi bir şey söylemiş olman.
Bilinmiyor
tabi. İnsan, sahip olduğu herhangi bir inanç kırılsın, doğru bildiği bir
düşünce yanlış çıksın istemez. Kabullenmesi zor bir gerçektir çünkü bu. Yalnızca
siyasi düşünce veya takım taraftarı olmak gibi konjonktürel konularda değil; en
basitinden, sıradan fikir ve olağan görüşler için de geçerlidir bu durum. Senin
savundukların gerçekten doğru mu, söylediklerinin ne kadarı yalan insanlar
tarafından sorgulanmıyor bu yüzden. Nasıl olsa doğrudur yargısı baskın geliyor.
Sorgulamak zahmetli ve risklidir çünkü. İnsanlar zoru başarıp sorgulamaya ve
düşünmeye başladığı zaman yıllardır inandıkları, güvendikleri, hayatlarını inşa
ettikleri ve kesinlikle doğru olduğunu düşündükleri bazı değerlerin, aslında
tam tersi olduğu ve dolayısıyla doğru olmadığı gerçeğiyle karşılaşabilir. Bu
bir ihtimaldir. Bu sebeple sorgulamaktansa reddetmek, en kolayı ve
garantilisidir. Ellerin ne kadar pislik içerisinde olursa olsun, paçalarına ne
kadar çamur bulaşırsa bulaşsın, bu olguları destekleyecek her argüman, önünde
duran ve ağzından çıkacak her cümleyi sahiplenmeyi destur edinmiş bu topluluk
tarafından reddedilecek ve bu da senin sahip olduğun gücün muhafaza edilmesini
sağlayacak. Bu yüzden sen ne dersen doğru olacak, bu yüzden her sözünden sonra
alkışlanacaksın. Nasıl bir manzara, insanın gerçekten aklı gidiyor değil mi?
“Türkiye seninle gurur duyuyor.” diye haykırıyor insanlar, kolay değil. Eminim
ki sen bile gerçekten gurur duyulacak bir insan olduğuna inanıyorsun bazen.
Bu
söylediklerimle halkı küçümsedim değil mi? Sorgulamıyorlar dedim, gerçeğin ne
olduğunu göremiyorlar dedim. Belki de “Halk cahil yaa.” dedim, sana göre.
Kendimi onların yanında üstün gördüğüme inanıyorsun şu anda. Oysa halk benim
ulan, ben vatandaşım, ben Yaşar Usta’yım, Ahmet’im, Ayşe’yim... Halkı
küçümseyen ise sensin. Aksini söylüyor olabilirsin ancak; kendini halkın
üzerine çıkartmaya çalışan da sensin. Çünkü halktan korkuyorsun, halkın gerçeği
görmesinden kaçıyorsun. Düşünmesine, muhakeme etmesine fırsat vermiyorsun. Daha
doğrusu halkı kendi özgür iradesiyle baş başa bıraktığını söylüyor, bir yandan
da bu fikir özgürlüğüne kısıtlama getirebiliyorsun. Bu yüzden ta dünyanın öbür
ucunda olsan bile bazı kanal yetkililerini arayıp, insanlar senin aleyhinde bir
şeyler söyleyecek, toplumun bazı gerçeklerine dikkat çekecek ve küçük bir
ihtimal de olsa bir kısım insanların aklına soru işareti düşmesine sebep olacak
diye, televizyon yayınlara hiç tereddütte bulunmadan bütün pişkinliğinle
müdahale edebiliyorsun. Dün omuz omuza yürüdüğün medya organları bugün
çıkarlarınız ayrı düştü diye düşmanın kesiliyor. Şimdi sana hizmet etmiyor diye
onlara karşı ne güzel de cephe alabiliyorsun. Bugün bu medya organlarını
“Birileri tarafından yönetiliyor.” diye eleştiriyorsun, bu demek oluyor ki; ya
düne kadar bu yayınların birileri tarafından yönetilmesine göz yumuyor ve
müsaade ediyordun, ya da bugün diğer bazılarını yönettiğin gibi düne kadar
onları yöneten de sendin. Bugün sana boyun eğmiyorlar diye kötü oldular öyle mi?
Yine de bu gazete ve kanallara zamanında bunca gücü ve imkanı verenin sen
olduğunu anlatan olursa eğer, başını ezmekten, birilerini suçlamaktan çekinme.
Sonuçta mağdur olan gibi gözükmelisin ki, halkın tutumunu tercih ettiğin
doğrultuda yönlendirebilesin. İstiyorsun ki, her ne oluyor ve ne yapılıyorsa;
kendi çıkarına olsun, kendi istediğin gibi olsun. Onlarca koruma ordusuyla
gezen, geçeceksin diye yolları trafiğe kapayan, üst geçitlerin üzerine kolluk
kuvvetlerini diken senden başkası değil, biliyorsun. Söylesene birader, bu
denli neyden korkuyorsun?
Biz
halkız ve biz sıradan vatandaşız diye mi bizi küçük görüyorsun? Seni bu kadar
ulaşılmaz kılan ne? Sen bizim işçimiz değil misin? Biz varız diye orada
oturmuyor musun? Dilediğimiz zaman sana hesap soramayacaksak, hesap sormak için
sana ulaşamayacaksak ne için varsın? Senin buna cevabın hazır, biliyorum: “Git
sandıkta hesabını sor.” İyi de arkadaşım (sözgelimi), bir vatandaşın sana hesap
sorabilmek için senin partine oy vermemiş olmaktan başka bir seçeneği yok mu?
Doğru ya, sana hesap soracak adamın, senin karşında dik duracak adamın, seni
sorgulayacak adamın senin partinin (sizin diyemiyorum) bünyesinde bulunmasına, senin
bulunduğun safta durmasına izin yok. Seni eleştiren adam sana oy vermiş olamaz,
değil mi? Böylelerini derhal dışlamalı, kelleleri tez vurulmalı. Fakat ben örneğin
vatandaştan gizlenen sayıştay raporlarının gerçek yüzünü gidip sandığa soramam
ki. Bunun mantıklı izahatını sandık mı yapacak bana? Günün birinde, sahibinin
kendi damadın veya ahbabın olmadığı bir televizyon kanalında, karşında eğilip
büzülmeyecek ve senin ve icraatlarının hesabını önceden prova edilmemiş gerçek sorularla
sorabilecek omurgalı bir gazeteciyle veya fark etmez; bir hukukçuyla veya bir
siyasetçiyle ya da en basitinden bir öğrenciyle veya gençle veyahut bir
vatandaşla da konuşmanı temenni ederim. Bundan korkacak değilsin ya!
Aslında
böyle bir şey olmayacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Bunun o kadar
uzağındasın ki. İspanya
başbakanıyla birlikte yaptığın basın toplantısında sorulan basit bir
soru üzerine nasıl buz kestiğini çok iyi gördük. Hatta sonrasında her suçlu
gibi hiddetlenerek kendini savunmaya çalıştığını da. Çünkü cesur bir adam
değilsin. Dahası, temiz bir adam da değilsin. Senin yolun karşındakini
sindirmekten, kitleleri korkutmaktan, toplumları tehdit etmekten geçiyor çünkü.
Dediğim gibi, halkın bilinçlenme ihtimali senin kabullenemeyeceğin bir durum bu
yüzden. Çünkü bilinçli bir adam senden korkmayacak, düşünen bir insan senin
önünde diz çökmeyecek (karşında durması şart değil, önemli olan seni kendinden
yukarıda görmeyecek olması); bunu çok iyi biliyorsun. Etrafına konuşlanmış ve
varlığından fayda sağlayan mutual yaşam ürünü mikroorganizmaların tartışmasız
bağlılığının sebebinin ne olduğu ortada; kendi varlıklarını sana borçlular. Onlara
diyecek bir şey zaten yok, akıl fikir dilemekten başka. Bu, o kadar vahim bir
noktaya erişmiş durumda ki, örneğin hakkında çıkan ses kayıtlarının senin günah
işleme özgürlüğünü ihlal ettiğini savunan veya senin allahın vasıflarıyla
donatıldığın düşüncesini taşıyan vekil ve yoldaşların var. Bu nasıl bir akıl
sağlığı kaybıdır bana izah et. Ancak (kömür ve makarna yardımları dışında) senin
nimetlerinden faydalanamayacak kadar uzağında bulunan insanları yanında
tutabilmenin yolunun onları bazı değer yargılarıyla kullanmak, bakış açılarını
istediğin gibi kontrol altında tutmak olduğunun gayet farkındasın. Zaten bütün
bu medya manipülasyonu ve yaptığın mitinglerde özellikle üzerinde durduğun
konular da bunun bir yansıması.
Örneğin
dini değerler. Din olgusu, toplumumuzda insanların karşısındaki birey hakkında
fikir sahibi olması açısından ‘nedense’ önemli bir yer tutar. Bu konu,
anlaşılmaz bir biçimde fazlasıyla ayırt edici bir yapıdadır. Oysa din, bırakın
toplumlardan topluma olmayı; kişiden kişiye bile farklılık gösterir. Öyle ki
tek bir kişi bile zaman içerisinde öğrendikleri, araştırdıkları, tecrübe
ettikleri ve sorgulamaya çalıştıklarıyla din başlığı altında düz bir çizgide
ilerlemeyebilir. Bu, anormal değildir. Herkes dilediğine inanmakta özgür,
istediği yaşamı sürdürmekte serbesttir. Öyle mi? Değil. Daha doğrusu, teoride
bunun ifade edilişi böyle olsa da, dediğim gibi pratikte toplumumuzdaki
yansıması böyle değildir. Bu durum toplumun bir ‘bug’ıdır. Sen de bunun
farkındasın ki, hiç korkmadan, en ufak bir tereddüt dahi etmeden ve bütün
saygısızlığınla birlikte böylesine hassas bir konuyu, şahsi menfaatlerin uğruna
ayaklar altına serebiliyor ve insanları ötekileştirebiliyorsun. Sanki Sivasları,
Maraşları yaşayan bu topraklar değilmiş gibi. Bundan haz mı alıyorsun?
İstiyorsun
ki insanlar senin sayende dini özgürlüklerine kavuşuyor sansınlar, sen varsın
diye cennete gidebileceklerine inansınlar. Toplum korksun istiyorsun. Zaten
aleyhinde düşünen herkesi ateist, dinsiz, ayyaş vs. diye yaftalaman da bunun
bir göstergesi. Toplumun büyük bir kısmının muhafazakar olduğu bilinen bir
gerçek ve bu kesimi kontrol altında tutmanın yöntemi çok basit. Azınlık
olanları dışlamakta herhangi bir abes bulmuyorsun bu yüzden, anında görmezden
gelebiliyorsun. Çoğunluğu yanımda tutarsam kaybedeceklerim o kadar da mühim
değil, diye düşünüyorsun. Vatandaş da sanıyor ki sen olmazsan camiler yıkılacak,
türbanlı kadınlar sokakta yakalanıp zorla başları açılacak, yerlerde sürüklenecek
filan. Bütün imamlar veya din adamlarına zulmedilecek zannediliyor. Toplumun bu
kesimi, bugünkü siyasi ortamda dinin senin tekelinde olduğunu düşünüyor. Oysa
büyük bir komediden başka bir şey değil bu.
Türban
meselesi bu konunun temelini oluşturur… Dini görüşü ne olursa olsun toplumun
hiçbir kesiminden kamuda ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına
herhangi bir tepki çıkmadı esasında, bildiğin gibi. Bence bunun bu kadar
anlayışla ve sükunetle karşılanabileceğini beklemiyordun. Kafanda o kadar çok
büyüttün ki bu konuyu, toplum olarak ortak bir paydada birleşilmesine rağmen, ister
istemez büyük bir boşlukta buldun kendini. Yine de hala bu konunun ekmeğini
yemeye gayret ediyorsun. Çünkü kendini buna odaklamıştın, buna konsantre
olmuştun. Türban meselesini büyük bir mağduriyet haline getirip çıkmaza
sokmaktaki amacın da kişisel menfaatlerine ve çıkarlarına alet etmekti zaten,
artık bunu herkes biliyor. Sanıyordun ki buna karşı bir tepki olacak ve sen bu
tepkiyi işaret ederek muhafazakar kesimin gözündeki imajını kuvvetlendirip
toplumun “Biz olmazsak camiler yakılır.” düşüncesini perçinleyecektin. Kimsenin
kişilerin dini özgürlükleriyle derdi olmadığı için bu konuda herhangi bir tepki
de doğmadı doğal olarak. Geçmişteki yanlışlardan ders çıkarılmıştı belli ki. Ama
kullanmak için büyük heves duyduğun bir mağduriyet elinde patlamak üzereydi ve bulduğun
her fırsatta bunu kullanmadan edemezdin; bu yüzden yalan söylemekte de en ufak
bir tereddüt etmedin çoğu kez: Kabataş’ta türbanlı bacına saldırıldığı hikayesi
veya camide içki içildiği masalı bunun bir yansıması. Hiç yüzün kızarmadan,
utanmadan yalan söyledin, ısrarla söylemeye de devam ediyorsun hatta. Oysa işin
rengi çok farklıydı. Senin, sonrasında “Destan yazdılar.” diye gaz verdiğin
polisler, başka gazlarla gencecik insanların canlarını almak istedi/aldı ve bu
insanlar bir akşam senin bu paralı askerlerinden kaçmak için allahın evine,
yani camiye sığındı. Orada can çekişti. Kusura bakma, aralarından bazıları can
havliyle ayakkabılarını çıkarmayı unutmuş olabilir, bağışla. Yerlere kan
bulaşmış, lütfen affet. Sen bu gibi olayları çarpıttıkça, sana inanmaya hazır
insanlar da öyle düşündü haliyle; “Bak gördün mü camiye girmişler.”, “Ne
olduğunu biliyoruz, türbanlı kadınlara saldırıyorlar.”, “Başbakanımız olmazsa
başımıza neler gelir kim bilir?” Oysa sen büyük bir sahtekarsın.
Sonuçta
insan özgürdür ve dini inancı gereği türban kullanması gerekiyorsa pekala
kullanabilir. Eğer devlet olarak, tüm dini sembollerin kullanımını ve kişinin
dilediği şekilde giyinme hakkını, fikir ayrılığı ve taraf gözetmeksizin serbest
bırakırsanız bu geçerlidir. Ya tamamen şeffaf ve her görüşe açık olmalısınızdır,
ya da devletin temsil edildiği noktalarda dini yargılarınızı bir kenara bırakıp
hareket etmelisinizdir. Çünkü demokratik ülkelerde devletin dini olmaz, din
bireye mahsus bir olgudur. “Biz müslüman bir toplumuz.” diyemezsiniz. En fazla
“Toplumumuzun büyük bir bölümü müslümandır.” diyebilirsiniz. Bu doğrultuda müslüman
kesimin imkanlarının diğerlerine göre daha geniş olması, ya da örneğin cami
sayısının kilise sayısından çok daha fazla olması son derece doğaldır; ve sonsuza dek doğal kalmaya devam
edecektir. Eğer ki toplumun yönetimsel kavramları dini unsur ve değerlere göre
belirlenecekse, bu ülke demokratiklik çizgisinden sıyrılmış olur. Zamanında söylediğin
gibi “Ben müslümanım, diyen her insan, ben şeriatçıyım demeye mecburdur. İlim
bunu böyle emreder." fikrini hala savunuyorsan, bunu açıkça söyleyebilirsin,
bundan çekinmeni gerektirecek bir unsur yok. Gelgelelim bu fikrinden, tıpkı
“Hem müslüman hem laik olunamaz.” görüşünden olduğu gibi, vazgeçmiş de olabilirsin.
Sonuçta insanın fikirleri ve düşünceleri zamanla değişebilir. Normaldir. Yine
de ne yazık ki, tavırların ve söylemlerin, hareketlerin ve yaptırımlarında
uyuşmuyor işte. Ülkeyi dini yargılara göre şekillendireceksen demokrasi
masalları anlatma, demokrasiden bahsedeceksen de her düşünceye karşı şeffaflık
ve anlayış göster. Mevlana’nın da dediği gibi “Ya göründüğün gibi ol, ya
olduğun gibi görün.” Korkma. Oynama. Her ne olursa olsun, yine de iktidar
partisinin sözcüsü, senden bulduğu kuvvetle bir televizyon kanalının yayınında alenen
bir kadın sunucunun kıyafetini eleştirip, bu kişinin işine son verilmesini
sağlayabiliyorsa veya bir adam hiçbir endişe duymadan ve büyük bir rahatlıkla devlete
ait televizyon kanalı ekranından “Hamile kadın sokağa çıkmamalıdır.”
diyebiliyorsa ortada doğru gitmeyen bazı noktalar var demektir. Vakti zamanında
toplum içerisinde başörtüsü nedeniyle baskı altında kalmış ve fazlasıyla
zorluklar yaşamış bazı –özünde masum- kimselerin, bugün başka kişilerle empati
kuramıyor oluşu ve farklı düşünce yapılarına karşı tamamen kapalı olmaları da oldukça acıklı ve
çelişkili bir durumdur. Bugün din, dil, ırk, mezhep ayırmaksızın herkesi
kucakladığını söylüyorsun, ne güzel; diliyorum ki zamanında muhalefet partisi
lideri için sarf ettiğin “Biliyorsunuz Alevi.” veya Reyhalı’daki bombalı
saldırı sonrası ölen vatandaşlarımızdan bahsederken “53 sünni vatandaşımız
şehit oldu.” gibi yanlış anlaşılmaya müsait söylemlerden de ders çıkarmış,
böyle bir yaklaşımın hiçbir zaman sağlıklı sonuçlar doğurmayacağının farkına
varmışsındır. Sonuçta sen yaratılanı, yaratandan ötürü seversin değil mi? Bu
yüzden elini vicdanına koymanı tavsiye ediyorum; tabi bulabilirsen.
Yine
de insanların büyük bir çoğunluğu kayıtsız şartsız samimi olduğuna inanmış
vaziyette çünkü hangi parametrelerle onları yakalayabileceğini, siyaseten
usulen veya usulsüzce, fark gözetmeksizin, çok iyi biliyorsun. Bilmediğin bir
şey varsa o da bu durumun, aşırı fanatiklik ve kör gözlülüğü doğurduğu. Esasında
oldukça tehlikeli bir durumdur. Belki de biliyorsun ve bu daha çok işine geliyor,
bunu da ben bilemiyorum. Egoları yüksek bir karaktersin sonuçta. Her neyse, bu
düşünceye sahip kişilerin, sana karşı ileri sürülen herhangi bir olayda, duruma
fiilen müdahil olmadıkları müddetçe gerçekleri görmeleri mümkün değil. Yani
senin rüşvet aldığına inanmaları için para çantanı taşımaları gerekiyor. Veya
gemin olduğuna inanmaları için o gemiye binip gezmeleri. Düşün ki yarın öbür
gün bir kasedin çıksa inanmaları için ne olması gerekecek! Neyse. Gezi Parkı
Direnişi için söylenegelen “Meydana çıktılar, sağa sola zarar verdiler. Camları
taşladılar, polise saldırdılar.” zihniyeti de bu elementlerin bileşkesiyle
ortaya çıkıyor. Yani senin kontrollü yönelim mekanizmanla insanların düşüncelerinin
nasıl şekil kazandığının çok güzel bir örneğidir bu. Bu kişilerin hiçbiri
olaylar esnasında Gezi Parkı’nda bulunmadı. Olaylar, önceleri ana akım medyada iyi
veya kötü hiçbir şekilde yer almadı. Daha sonra bazı haberlerde “Provakatörler
yine iş başındaydı.” tandanslı yayınlar yapıldı ve bu bir süre bu şekilde devam
etti: “Şunu bahane edip polise saldırdılar.”, “Bunu bahane edip dükkanları
taşladılar.” Zaten senin manipülasyonuna maruz kalmış bu kitlenin zihninde, bu eylemler
doğrudan seni hedef aldığı ve sana yönelik olduğu için refleksif olarak ‘inandığından
şüphe duymama’ mekanizması harekete geçti ve sonuç olarak toplumda “Polise
saldırdılar” inancı hakim oldu. Oysa bugün “Birilerinin oyununa geliyorlar.” diye
insanların diline sakız olmuş bir kavram var ve o birilerinin kim olduğu
nedense bilinmiyor. İşin enteresan kısmı ise bu düşünceye sahip olan
insanların, kimin oyunuyla ve kimin söylemleriyle hareket ettiğinin aleni bir
şekilde ortada olmasıdır. Herhangi bir argüman ve kanıt olmamasına rağmen
yalnızca senin “Camiye girip içki içtiler.” ifadeni arkalarına alıp böyle bir
eylem olduğuna inanan kişiler, orada bulunan insanların -yine herhangi bir
delil ve belirli bir durum yokken- bazı güçler tarafından kontrol edildiğini
savunuyor. Gerçekten kulağa komik geliyor. İnsanlar farkında olmadan eşine dostuna,
terörist muamelesi yapar hale geldi. Kimi gençler birtakım finansörlerin
kuklası olduklarını amcalarından, dayılarından, kuzenlerinden öğrendi tuhaf bir
şekilde: “Vay be Amerika'dan talimat alıyormuşuz.” dedi. Oysa kimin nereden
talimat aldığı gayet ortadadır, sen daha iyi bilirsin. Toplumun aydınlık ve
duyarlı gençlerinden oluşan kalabalığın, bölgedeki ağaçların kesilip yerine senin
tamamen kişisel zevklerine, taleplerine ve çıkarlarına hizmet etmek adına
usulsüz bir şekilde inşa edilmek üzere olan alışveriş merkezinin yapılmasını
önlemek adına başlattığı –ki kendisi demokratik bir haktır- protesto, tamamen
senin emrindeki kolluk kuvvetlerinin orantısız ve insanlık dışı müdahalesi
neticesinde toplum geneline yayıldı. Ben o gece çadır kuranlardan biri değildim.
Ancak orada çadır kurmak ve kitap okuyup şarkı söylemekten başka herhangi bir
eylemde bulunmayan dostlarıma, kardeşlerime, o güzel insanlara yapılan insanlık
dışı muameleydi ertesi gün beni oraya götüren. Ve elbette daha önceki
birikmişliklerdi. Kabul ediyorum, olması gerekenden daha duyarsız bir nesildik
bundan on ay öncesine kadar ancak şimdi;
Direnmenin Estetiği'nde geçen "Yenilsek de, damağımızda isyanın
tadı..." sözünün ne manaya geldiğini çok iyi biliyoruz. Ve insanlar buna
tepkiliydiler, devletin böylesine acımasız olmasına, akıl almaz derecede
düşüncesiz hareket etmesine. Ve duyarsızlığına. Kimse Amerika’dan, İsrail’den
telefon etmedi bizlere. Hiçbir siyasi partinin bayrağını dalgalandırmadık
orada. Emin ol, senin partine oy vermiş insanlar da vardı orada, samimi ve
güzel insanlardı çünkü. Tam da senin korktuğun şeydi bu; insanların aslında
beraber ne kadar da güzel yaşayabildiği gerçeği. Ayrışmadan, ötekileşmeden,
dışlanmadan, aynı tastan çorba içerek, aynı ekmeği bölüşerek yaşamak. Ateisti
de hıristiyanı da genci de yaşlısı da orada aynı iftar sofrasına oturdu bir
akşam. Fakat sen buna tahammül edemedin. Senin ve devletin tepkisi sertliğini
korudukça bundan istifade eden birçok örgüt de müdahil oldu önüne geçilmeye ve
engellenmeye çalışılsa da. Şimdi şimdi anlıyoruz ki senin de derdin buymuş, son
çıkan konuşma kayıtlarından şahit olduğumuz üzere. Ortalık daha da kızışsın,
kargaşa daha da büyüsün. Hatta bunun için birtakım girişimlerde bulunduğuna da
eminim. Yani orada zarar gören kamu mallarının da, ekmeğiyle oynanan esnafın da
sorumlusu sensin. Gelinen noktada olayların özünden habersiz kesim (daha
doğrusu evdeki rahat koltuğundan kalkmamasına rağmen bir çırpıda olayları
çözümleyebilecek kadar sosyolojik ve toplumsal tecrübe edinmiş kesim); eylemcilerin,
otobüs yakan, camiye ayakkabıyla giren, başörtülü kadınları darp eden, kamu
mallarına düşman olan ve civardaki esnafın dükkanlarını tahrip eden kişiler
olduğunu düşünüyor. Aslında bu düşünceyle, başkalarını kim oldukları belirsiz
güçlerin oyununa gelmekle itham ederek işin içinden sıyrılıp, oynatanın kim
olduğu gayet ortada olan birer kuklaya dönüşüyorlar. Orada tahrip olan bizim
bedenlerimizdi oysa. Zihinlerimiz sapasağlam yerinde duruyordu, dimdik. Senin
polisin can aldı sadece. İnsanları öldürdü, yaraladı. Destanı yazan polis
değil, halktı.
Toplumun
bu hatırı sayılır kısmının -ki bu kesim seni sandıkta ayakta tutabilecek nüfuza
sahip- bahsettiğim düşünce yapısı ve vizyonuyla siyaseten başka
doğrultuda ilerlemesi çok zor. Çoğunluğu ancak neredeyse apolitiklik
seviyesinde politik düşünebilen kişilerden oluşan bu topluluğun bazı basit
nüansların etkisiyle kontrol altında kalması kaçınılmaz. Mesela korku. İktidar
el değiştirirse, ülkenin çıkmaza sürükleneceğinden dolayı korku duyan insanlar
olduğuna eminim. Düşünce çerçevesi, senin on iki yıldır başbakanlık yapman ve
kendisinin on iki yıldır hasbelkader yaşamaya devam ediyor olmasından ibaret.
Eğer siyasi istikrar varsa işler yolunda gidiyor demek ki, diye düşünür ister
istemez. Örneğin yüksek benzin fiyatını protesto amaçlı bir imza kampanyası
başlatsak, bu kişiler “Benim arabam yok ki, bana ne!” diye cevap verip olayları
uzaktan izlemeyi tercih eder.
Ve
elbette “icraatlar.”
Öncelikle
şunu belirtmekte fayda var; topluma hizmet etmek, halkın hayatını
kolaylaştıracak projeler gerçekleştirmek, şehirleri ve bölgeleri daha yaşanılır
kılmak, vatandaştan vergisini alan her hükümetin zaten yapmakla yükümlü olduğu
görevlerdir. Bunun bir lütufmuş gibi, sanki devlet yetkililerinin cebinden
çıkan paralarla bazı uygulamalar gerçekleşiyormuş ve vatandaşa aslında hak
etmediği hizmetler sunuluyormuş gibi lanse etmek pek sağlıklı bir davranış
değildir (bunun bu kadar göze sokulmaya çalışılarak yapılması, ya halkı
küçümsemenin bir göstergesidir ya da üzeri örtülmesi ve vatandaşın bilmemesi
gereken bazı usulsüz dümenlerin döndüğü düşüncesini meydana getirir, ki zaten
senin yaptığın da tam olarak budur). Ne acıdır ki devletin vatandaşa hizmet
vermesinin nimet sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu kayıtsız şartsız
alkışlamaya, bunun neticesinde yapılabilecek hemen her türlü yanlışı görmezden
gelmeye zorlanıyoruz. Oysa nasıl ki parası karşılığında kendisinden leblebi
satın aldığımız kuruyemişçi Nevzat amca “Bakın size leblebi satıyorum.” diye
propaganda yapmıyor ve “Vay be adama bak bize leblebi sattı.” diye kendisini alkışlamıyorsak,
devletin getirdiği hizmeti de bu doğrultuda olağan karşılamalıyız. Çünkü zaten
kazancımızın standardın çok üzerinde olan bir kısmını devlete vergi olarak
ödüyoruz ve hizmet almak en doğal hakkımız. Hatta yediğimiz ekmekten giydiğimiz
çoraba kadar parayla satın aldığımız her ürünle birlikte devletin kasasına
giren vergiler karşılığında yaptırılan ve bir nevi asıl sahibinin biz vatandaşlar
olduğu köprülerden veya otobanlardan geçmek için bir kez daha para ödemek
zorunda kalıyoruz. Ayrıca Nevzat amcaya leblebilerin bayat olduğuyla ilgili
şikayette bulunursanız, vakur tavrıyla bir dahakine tazelerini temin edeceğine
dair teminat verir ve asla sizi “Size leblebi satıyorum yahu. Daha ne yapayım!”
diye paylamaz. Ama bizler sayende devletin veremediği bir hizmeti veya yanlış
olduğunu düşündüğümüz bir projeyi eleştirme ve karşısında durma lüksüne sahip
değiliz. “Daha ne istiyorsunuz be. Size yol yapıyoruz, hastane yapıyoruz,
üniversite yapıyoruz işte.” değil mi?
Evet,
yapıyorsun.
Ama…
Biliyor
musun ki hastane yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip
müteahhidini zengin etmek demek değildir. Eğer vatandaşına sağlık hizmeti
vereceksen, diktiğin beton yığınlarına hastane diyeceksen eğer, içlerini
kapasitesi karşılığındaki hizmeti verebilecek düzeyde doktorla ve sağlık
personeliyle doldurmak zorundasın demektir. Oysa bırak yeni yaptıklarını
doldurmayı, halihazırda olan doktorların devlet hastaneleri ve özel sektör
arasında tercih yapmak zorunda bırakılması başlı başına tartışma konusu.
Devletten kazanabileceği paranın erişebileceği maksimum seviyenin ne olduğunu
bilen kaliteli doktorlar bu uygulamayla özel sektöre kaydı ister istemez ve devlet
hastanelerinde ise yetersiz ve tecrübesiz doktorların eline bakar oldu halk. Üstelik
bu kalitesiz hizmeti alabilmek için günler, haftalar veya aylarca sıra gelmesini
beklemek zorunda olmak da işin cilası. Üniversite hastanelerindeki doktorların
ise performansa dayalı hizmet sisteminde hasta başına ayırabildiği süre de
birkaç dakikaya kadar geriledi. Belki bir hastaya geç müdahale edildi, belki
bir başka hastaya yanlış tanı konuldu. Belki özel hastanelerdeki standart
muayene ücreti halkın her kesiminin altından kalkabileceği seviyeye çekildi
ancak en basitinden bir serum, tahlil veya MR hizmeti almanın bedeli de yüksek seviyelerde
seyretmeye devam etti. Elbette genel bir düzenleme yapıldığı ve gelişen
teknolojiyle birlikte kolaylık kazanan uygulamalar olduğu doğrudur, ancak
anlatılan gibi; dünyanın örnek alacağı bir sağlık sistemimiz tabi ki yok. Üstelik,
artık hastane yönetimlerinin baskısı ve teklini midir bilmiyorum, en ufak bir
bel ağrısına fizik tedavi, basit bir antibiyotikle düzelecek bir gribe serum
verilir oldu. Sayende sağlık sektöründe devrim oldu beyim. Zengin olanlar
kaliteli hizmeti hızlı bir biçimde, fakir olanlar ise kalitesiz hizmeti uzun
zaman dilimlerinde alabilir oldu.
Biliyor
musun ki üniversite yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip
müteahhidini zengin etmek demek değildir. Parasını basanın leblebi gibi okul
açabildiği ve bu okulları rant kapısı olarak gördüğü binaların içerisinde bilim
ve teknoloji adına üretebileceklerin sınırı kısıtlıdır. Herhangi bir akademik
başarı elde etmeyen, sadece öğrencilerin sıcak para bıraktığı, sahibinin
parasına para kattığı ve kaliteli eğitimden uzak, “Üniversite diplomam olsun
da, önemli olan o.” zihniyetine hizmet eden okullar bunlar. Ve birçoğu belli
başlı ideolojileri benimsemiş ve bünyesinde bulunan öğrencilere benimsetmeyi de
görev edinmiş sözde eğitim yuvaları. Peh. Bugün diktiğin ve adına okul veya
üniversite dediğin binaların kapısını, uçsuz bucaksız kontenjanlarla ardına dek
açarsan, nitelikli olarak ne doktor yetiştirebilirsin ne de mühendis. Böyle bir altyapın zaten yok. Meydanlarda
her ile bir üniversite yapılmasının propagandasını yapmayı çok iyi biliyorsun
ancak içlerini nitelikli bir şekilde dolduramadıktan, bu okullardan mezun olan
öğrenciler mesleklerini layıkıyla yerine getiremedikten sonra –ki iş
bulabilmeleri ayrı bir konu- içi boş binalardan başka bir şey değildir o
yapılar. İçinde ODTÜ geçen her cümleyi ve haberi duyunca tırnaklarını
kemiriyorsun değil mi? Oranın aydınlık insanları seni korkutuyor çünkü.
Sen
bilime düşmansın. Teknolojiye düşmansın. Doğru ya, her öğrenciye bir tablet bilgisayar
dağıtıyorsun. Benimki de laf. Sen teknolojinin dostusun. Özür dilerim. Bugün
Uruguay’da ülke sınırlarının kapsadığı her noktada ücretsiz internet bağlantısı
hizmetinin projesi yapılırken, biz özelleştirilmiş bir firmadan kalitesiz bir
hizmet alacağız diye üstelik bilmemkaç ay kullanma sözüyle birlikte –çünkü
biliniyor ki söz vermeden bu kadar uzun süre kullanabilmek mümkün değil verilen
hizmeti- altmış yetmiş lira karşılığında internet bağlantısına erişebiliyoruz
ancak. Olsun ama, 2001 yılında kaç tane evde internet vardı, değil mi? Doğru.
Söyleyeceklerim
İstanbul ile sınırlı kalacak olsa da, toplu taşıma hizmetine değinmeden
edemeyeceğim. Gerçi fazla detaya girmek istemiyorum. Toplu ulaşım araçlarının
açılış günlerinde makinist veya şoför koltuğuna oturmak ve şöyle bir tur atmak
ne kadar da tatlı geliyor değil mi? İşte bu yahu, hizmet dediğin budur,
diyorsun eminim. Ücretinin yüksekliğini filan geçiyorum. Fazla uzatmayacağım
dediğim gibi; gel, maske şapka gözlük filan tak, sadece bir sabah Bahçeşehir
yönünden hareket eden 146 numaralı İ.E.T.T. otobüsüne bin veya en bilineni 500T’ye
bin veya bir akşam saati Zincirlikuyu’dan Metrobüse bin. Başka da bir şey
demiyorum.
Duble
yollar. En eskilerden... Doğrusu, kabul ediyorum; -senin tabirinle- “duble”
yollar son derece gerekli ve bölünmemiş yollara nazaran daha tehlikesiz. Duble
yollarla ulaşımın daha da kolaylaşması demek dolaylı olarak ekonominin
düzelmesi demektir. Nasıl mı? Ülkemiz coğrafi hacim olarak oldukça geniş bir
bölgeye yayılmış bir ülkedir ve bu yüzden hammadde merkezleri ile üretim
tesislerinin, üretim tesisleri ile tüketim bölgelerinin, yurt dışına ihracat
yapan üretim tesisleri ile ülke sınırlarının birbirine olan uzaklığı oldukça
fazladır. İşte bu duble yollar, bu mesafenin kısalmasına daha doğrusu ulaşım
hızının artmasına sebep olur. Böylelikle sanayi büyür, işsizlik oranı düşer, üretim
kapasitesi artar ve ekonomi kendini ayakta tutar hale gelir. Fakat böyle bir şey ne yazık ki olmadı. Ne
cari açığımız, ne dış borcumuz… Hiçbir şekilde bitmedi, bitmesi de mümkün değil
zaten. Yollar vatandaşın cebinden çıkan paralarla yapılırken, ekonomi ithalata
odaklı hale geldi. Üstelik yine müteahhidini zengin eden ve rant fırsatı olarak
görülerek inşa edilmiş yolların her yıl yenilenme gereksinimi ise içler acısı
bir durum. Yoğun yaz sıcaklarında eriyen ziftler, üstlerine yapılan yamalar,
toz toprak. Elini vicdanına koy ve bugün, ortalama 300 kilometrelik bir yol kat
edimi esnasında, bir tarafı tadilat için kapatılmış ve ulaşımın diğer yöne
aktarılmış olduğu bir yolla karşılaşma ihtimalin nedir, cevap ver. Almanya’da
hala Hitler zamanından kalan otoyollar jilet gibi kullanılabiliyorken, biz 2014
yılında çukurlarla çakıllarla mücadele eder vaziyetteyiz. Üstelik otoyollardaki
enteresan hız sınırlaması da düşündürücü bir durumdur. Sonra bekle ki sanayi
gelişsin, üretim hızlansın da istihdam artsın. Tabi.
Ayrıca
maksadın ve hedefin ekonominin kalkınması olsa ülkenin en büyük sanayici ve iş
adamlarını karşına almaz, meydanlarda onlar aleyhinde propaganda yapmaya
kalkmaz, bu iş adamlarını hedef göstermezdin. Senin derdin tamamen şahsi
menfaatlerin. Kişisel çatışmaların ve hesaplaşmaların. Hızla zenginleşen iş
adamlarının kim olduklarını ve neye, ne adına hizmet ettiklerini biliyoruz.
Her
neyse, yük taşımacılığı demişken; yük taşımacılığının temel direğinin
demiryolları olduğunu belirtmekte fayda var. Dünya genelinde, daha doğrusu
gelişmiş ekonomilerde uygulanan yöntem bu. Hani şu Konya’dan Ankara’ya tek
bilet fiyatı 15 lira olmasına rağmen okula gitmek için yolculuk eden arkadaşın
kullandığı (demek ki ablanın durumu iyimiş), billboardlarda ve televizyonlarda piksel
piksel reklamı yapılan, ancak Ankara’dan yalnızca Pendik’e kadar gelebilen ve
ülkenin çok cüzi bir kısmının faydalanabildiği hızlı trenlerden bahsetmiyorum. Orada ölen vatandaşlarımızın acısı, yüreğimizde her zaman büyük bir yara olarak kalacaktır. Sanayi lojistiği yapacak, hammaddeyi üreticiye, üretim sonrası ürünü tüketiciye
taşıyacak trenlerden bahsediyorum. Bu raylı sistem, duble yola nazaran daha
işlevseldir. Ancak bu bağlamda atılmış herhangi bir adım mevcut değil ne yazık
ki.
Tabi
bu ve bunun gibi sözde icraatların zeminini hazırlayan asıl şey sıcak para ve
dış borca endeksli ekonomi. Yüksek gelirli milli kaynakların özelleştirilmesi
sonucu elde edilen sıcak para bu. Yani günün birinde mutlaka bitecek olan ve
biten para. Ve dolaylı olarak yine bizlerin cebine yansıyacak olan ve yansıyan
para. Yüksek toplu taşıma ücretleri, temel ihtiyaç malzemelerinin vergili fiyatlarının
çeşitli uydurmalarla yeniden vergilendirilmesi, özel tüketim vergileri, deprem
vergileri, faturalar filan… Bugün meydanlarda anlatmasını biliyorsun; “Artık
IMF’ye borcumuz yok. IMF bizden borç istiyor.” diye… Yazık, vatandaş da
zannediyor ki borç alınıp verilecek tek kurum "ayemef." Oysa özel
bankalar, uluslar arası kuruluşlar, dünya bankası, büyük yabancı şirketler vs.
gibi çeşitli dış kaynaklar da mevcut. Bunları dile getiremezsin çünkü bu gibi
kurumlara olan hem geniş hem kısa vadeli borçlar ülkenin belini fazlasıyla
bükmüş vaziyette. Hatta belki de yarın öbür gün senin Gezi Parkı eylemlerine
veya 17 Aralık operasyonuna yamamaya çalışacağın ekonomik krizin temelini
oluşturacak. Sıradan vatandaş da zaten yıllar yılı kanaat etmeye alıştırıldığı
ve “Maaşımı alıyorum ya ben ona bakarım.” zihniyetiyle düşündüğü için seni
alkışlamayı sürdürebiliyor. Oysa farkında değil ki, günde on beş saat çalışıp,
yarı tok yarı aç kalarak, dört beş saatlik uykuyla, rahatsız toplu taşıma
araçlarına binmek zorunda kalarak, hayvanlar gibi çalışıp, hayvanlar gibi
çalıştığının karşılığında aldığı cüzi maaşın hatırı sayılır bir kısmını devlete
ödeyerek, istediğini giyemeyerek, istediğini yiyemeyerek, istediği gibi
sosyalleşemeyerek, "kutu" kadar bir evde yaşayacağım diye yıllarca
ödemek zorunda kalacağı kredi borcuna girerek, gece demeden gündüz demeden
çalışmak zorunda kalarak, paranın güç sayılmasından ötürü işverenlerin altında
ezilmeye devam ederek; sadece bedenini değil,
aynı zamanda hayatından, varlığından ve değerlerinden vazgeçmiş oluyor.
Yani bu adam kanaat etmek, verilenle yetinmesini bilmek zorunda hissediyor.
Verdiği emeğin karşılığında kazandığının ona lütfedildiğini düşünüyor. “Sana iş
veriyoruz daha ne istiyorsun?” Bu sözler bir yerden tanıdık geliyor değil mi?
Elbette
doğru yapılan hizmetler, uygulamalar vardır; her şey tamamıyla bu denli usulsüz
ve yanlış olamaz, insan psikolojisi ister istemez buna yöneliyor. Ancak yine de
örneğin havaalanı sayısındaki artış, gelişen dünya standartlarında zaten olması
gereken bir durum. Veya gelir düzeyi uygulamalarının bir getirisi olarak
havayolu seyahatlerindeki fiyat uygunluğu. Bu kaçınılmaz. Senin hizmetin,
yukarıda değindiğim dış kaynakların getirisi olarak havaalanları inşa
etmek/ettirmek oldu. Ki bunun usulen yapıldığını varsayarak söylüyorum (Tamamen
soru işareti olan ve neye hizmet ettiği açıklığa kavuşamayan ve bu denli yeşili
koruduğunu (!) söylemene rağmen yapmak için kuzey ormanlarını gözden çıkardığın
üçüncü havalimanı projesini tenzih ediyorum). Yine de bu dış borç, öz
kaynaklarla ve kendi bünyende geliştirdiğin ‘üreten ekonomi’ ile eritilememeye
devam etikçe ülkenin bir kamburu olmayı sürdürecektir.
Veya
başka hizmetler. Muhakkak vardır. Sonuçta on iki yıldır iktidarda olan bir
parti var ortada ve zahmet olmazsa yapıverilsin. Yine de, yukarıda kuruyemişçi
Nevzat amca örneğinde bahsettiğim gibi vatandaşa hizmet götürmek zaten
kaçınılmaz bir mecburiyettir. Yani olması gerekendir. Yani sesimizi; olduğunda
değil, olmadığında çıkarmamız gereken. Tekrar ediyorum: Aklımızı o denli
yitirmiş ve doğru olanları algılama biçimimizi öylesine şaşırmışız ki devletin
vatandaşa hizmet etmesi bir lütuf haline gelmiş, eksiklikler ve verilemeyen hizmetler
normal karşılanır olmuş. Devletin vatandaşa hizmet etmesini olağan karşılamak
veya takdir etmemek tepkilere yol açar hale gelmiş. Eleştirmek ve talepte
bulunmak zaten birer ütopyaya dönüşmüş. İnanılır gibi değil. “Bak adam hizmet
ediyor işte.” diyorlar, “E etmesi gerekmiyor mu zaten?”
Diyelim
ki yukarıda değindiğim, senin toplumların algılarını yönlendirerek doğru
olduğuna inandırdığın ve aslında tam anlamıyla doğru olmayan “icraat”larında
herhangi bir yanlış, herhangi bir terslik yok. Varsayalım her şey olması
gerektiği gibi yapılıyor, sistem tam da işlemesi gerektiği şekilde işliyor. Bu
demektir mi ki, yerel yönetimler ve hizmet esasları dışında yaptığın yanlışları
görmezden gelmeliyiz. Olağan iyi belediyecilik, kötü siyaseti örter mi? Yani –teoride-
okullarda ders kitaplarının ücretsiz dağıtılmasının başarılı bir uygulama
olması (pratikteki yansıması enteresandır), aldığın rüşvetlerin ve yaptığın
yolsuzlukların, adım adım diktatörlüğe yürüdüğün merdivenlerin sineye
çekilmesini mi gerektiriyor? Veya yargı müdahalesini, uydurma davalarla
insanların binlerce gün tutsak edilmesini veya devletin içine başka bir
yapılanma sızdırılmasını… Çekiliyor ama. Kabulleniliyor. Bazısı “Adam müslüman
abi” diyor, bazısı “Abi adam sapasağlam duruyor eğilip bükülmüyor işte” diyor. Ülkeyi
kaosa sürükleyecek ideolojilerinin ve yönlendirmelerinin, metroyla veya
köprüyle örtülebilmesine razı oluyor insanlar. Bu düşünceye mensup kesime genel
olarak ‘Adam yiyor ama çalışıyor’cular diyoruz. Duyarsız, vicdan muhasebesinden
yoksun… Kendi fakirleşmesine rağmen senin villalara, gemilere, uçaklara hatta
ve hatta adalara kadar uzanan zenginliğinin karşısında boyun bükenler. Bu
kesimin son zamanlarda savunduğu en önemli düşünce “Kim gelse rüşvet yer, bu
işler yolsuzluk yapmadan yürümez.” düşüncesidir. Yazık. Algılarımızın bu kadar
çirkinleştiği gerçeği, kabullendiğimiz yanlışlar ne kadar da acı. Oysa buna paralel
düşünce yapısıyla bir başkası da şöyle diyebilir: “Zamanla gelişen dünya
düzeninde, teknoloji ve bilimin de imkanlarının artmasıyla, kim olursa olsun,
kim gelirse gelsin köprü de yapar duble yol da inşa eder. Bu bir marifet
değildir.” Yani artık neyi neyle çarpıştırır hale gelmişiz. Oysa doğru bir
tanedir, olması gereken tektir. Devlet yönetirken; hepsinden önemli olan
vatandaşın kimliğini, varlığını ve değerini yüceltmektir. İnsanlara saygı
göstermektir. Toplumun hizmetkarı olabilmektir. Vizyonu geniş, algıları açık
düşünmektir. Duyarlı davranmaktır. Sen bilmezsin ama böyle şeyleri, camiler
ahır yapıldı kırklarda filan, öyle değil mi? Herkes sana düşman.
Peki,
dış politika… Geçenlerde Ukrayna’da yaşanan olaylar üzerine Dış İşleri
Bakanlığı’ndan “Türkiye gerekirse devreye girer.” diye bir açıklama yapıldı. Güldüm.
Burnunu soktuğu her olayı çıkmaza sürükleyen Türkiye mi devreye girecek? Hangi
sorunu çözebilmişiz de bunu çözebileceğiz? Hangi vizyonumuzla, hangi
tavrımızla? Yabancı dil bilmeyen Dış İşleri Bakanımızla mı? Artık herhangi bir
ülkenin bizi ciddiye aldığını söylemek çok güç. Bir türlü eskimeyen “One
Minute” çıkışının da nasıl geri döndüğüne hep beraber şahit olduk. Birçok durumda,
bazı söylemlere anında yalanlama geliyor, işin doğrusunun öyle olmadığı
şeklinde izahatlar sunuluyor. Birkaç sene önceye kadar böyle değildi, en azından yalanımıza
bir ortak çıkıyordu. Artık durum böyle değil. Ne Mısır, ne Amerika, ne Irak ve
elbette ne Suriye… Bak beyim, dış politikamız tamamen bitmiştir, ülkelerarası
ilişkilerin varabileceği en dip noktaya gelmiştir, bilesin. Suriye’de Esad
rejiminin tavrı ve yönetim usulleri elbette sorgulanmalıdır, ancak başkalarının
iç işlerine bu denli karışır, terör örgütü El-Kaide’yle dostluk kurup, onlara tırlarca
silah, uçaksavar taşıyıcı kamyonetler gönderirsen ve elindeki imkanların
kullanılmasına izin verirsen, masum insanların ölmesinde pay sahibisin
demektir. Oysa ne güzel savunuyordun Mursi’yi. Sandıkla seçilmiş iktidara darbe
yapıldı diye çığırtkanlığını yapıyordun meydanlarda. Oradaki çatışmalarda ölen
Esma için gözyaşları döktün. Gerçi Mısır cephesinden iç işlerine karışmaman
üzerine “Batı uşağı bir ajandan akıl alacak değiliz.” diye ayar da yedin o ayrı
bir konu da, oradaki olaylara ne kadar da duyarlıydın oysa, onu diyorum
esasında (her ne kadar seçim sisteminin tuhaflığı söz konusu olsa da). Fakat
Ukrayna’da da seçimle iktidar olmuş bir hükümet vardı. Bununla ilgili ağzından
tek bir kelime çıkmadı. Darbe yapılmadı mı orada da? Aradaki fark neydi?
Onların müslüman olmaması mı? Hani demokratiktin, hani eşitliğin, özgürlüğün
timsaliydin. Ne oldu?
Oysa
kendi iç meselelerimizin üstesinden gelebilmiş değiliz ki dış meselelere el
atalım. Gerçi Kürt meselesinin bir çırpıda çözüme kavuşmasını beklemek yersiz
olur, öylesine basit bir konu değil ancak atılan veya atılamayan adımlar,
gelinen noktalar ve yapılan hamleler göz önünde bulundurulduğunda olayın
tamamen bir fiyasko ve göz boyama silsilesine dönüştüğü aşikar. Öncelikle bir
terör örgütüyle müzakere etmek, terminolojik olarak hatalı bir ifadedir,
bırakalım eylemsel olarak doğru olmamasını. Çünkü bir devlet, ancak başka bir
devletle girilen çıkmazı, çözülemeyen sorunları müzakere edebilir. Ancak sen
sözde akil adamlarla, çeşitli temsilciler aracılığıyla açık açık terör
örgütüyle pazarlık ediyorsun ülkenin başbakanı olarak. Bu kabul edilebilir bir
durum değil. Senin takındığın tavır, her tarafın ağzına bir parmak bal
çalmaktan ibaret. Orta sahada top çeviriyorsun, beraberliğe oynuyorsun. Bugün
gittiğin her şehirde “Ey Adana bir yıldır kaç tane şehit verdin?”, “Ey Manisa
halkı, son bir yıldır şehrinize kaç tane şehit geldi?” diye kalabalıklara
sesleniyorsun. Peki bu kalabalıklara açıklar mısın, bunu engelleyen unsur nedir?
Sorunun silahla çözülemeyeceği, daha doğrusu çözüm yolunun silahlı çatışma
olmadığı kabul edilmelidir ve elbette akan kanın durmasıdır istenen. Buna
kimsenin itirazı yok. Ancak bölgedeki insanların ne istediği, senden
beklediklerinin ne olduğu da ortada. 30 Mart seçimleri de bu beklentilerin
karşılanması noktasında bir miladı teşkil ediyor ve ortadaki durgunluğun en
büyük sebebi bu. Yani bir yandan karşı tarafın taleplerine bir nevi eyvallah
diyor veya geçiştiriyorsun, diğer yandan da seçmenlerine müzakere sürecinde
taviz verilmeyeceğini söylüyorsun. Çünkü biliyorsun ki, Türkiye’nin bölünmesine
izin vereceğin bir politika seni koltuğundan edecek, o koltuğun nimetlerinden
faydalanamaz hale geleceksin ve farkındasın ki karşı taraf için çözüme
kavuşturmayacağın her beklenti yeniden kan akmasına sebep olacak. Durumun bu
noktaya gelmesinin sebebi ise tamamen başarısız ve kötü uygulanmış siyasi
stratejilerdir.
Tıpkı,
“Türbanlı bacıma saldırdılar.” lafına inanıldığı gibi “icraat” masalların da
gerçekmiş gibi ilgi topluyor, alkışlanıyor. Sanılıyor ki gerçekten kusursuz bir
ekonomimiz var, toplum olarak gelir düzeyimiz ve yaşam standartlarımız çok
yüksekte, işsizlik diye bir şey yok, kusursuz ülke yönetiminin bir nişanesisin,
dış ülkelerle ilişkilerin çok iyi, terör konusunda tamamıyla çözüme ulaşmış bir
politikan var… Oysa ne ekonomik, ne kültürel, ne siyasi, ne sportif, ne
teknolojik, ne de bilimsel anlamda adından söz ettirebilmiş bir ülke değiliz. Vatandaşı
aşağılayan, farklı düşünenleri dışlayan, sivil toplum örgütleriyle çatışma
halinde olan, iş adamlarıyla, futbol kulüpleriyle, siyasi partilerle, öğrencilerle,
öğretmenlerle, doktorlarla ve işçilerle kavgalı olan bir başbakanımız var. Sana
göre herkes yanlış, bir tek sen doğrusun, değil mi? Hatayı aynada arasın
millet.
Şimdi
de paralel devlet diye tabir ettiğin yapı… Taze düşmanların. Oysa düne kadar koalisyon
ortaklarındı bu insanlar ve bugün sahip olduğun gücün kaynağı, belki de yol
gösterenleriydi… Ortaya çıkan ses kayıtları, yolsuzluk operasyonları filan,
enteresan bir çatışma ortamı söz konusu şimdi… Parmağınla işaret edip hesabını
soracağını haykırıyorsun bu yapıyı sorumlu göstererek ancak, hesap sorulacak
kişilerin başında sen geliyorsun. Bunun tedirginliği, endişesi son derece
gözlemlenebilir düzeyde.
Aslında,
hakkında sana ait olduğu ileri sürülen ses kayıtlarının gerçek olduğunun
kanıtlanması değil seni tedirgin eden. Senin asıl korkun, devlet içerisinde
örgütlenmiş ve görünen o ki gerçekten ciddi bir şekilde kuvvet sahibi olmuş
yapılanmanın esas mimarı olduğundan dolayı sana sorulacak hesabın cevabını
verememek. “İyi niyetimize kurban edilmişiz.” demek, söz konusu bir ülke
yönetimi ise, kusura bakma ama gülünç bir kaçış yolu aramaktan başka bir işe
yaramaz. Eğer sen bugün – tıpkı Öcalan’a ‘İmralı’ diye seslenmen gibi kendisine
hitap ederken ‘Pennsylvania’ sıfatını kullandığın - Fethullah Gülen’in önderi
olduğu cemaati devlet içerisinde bir paralel yapılanma kurmak ve bu
yapılanmanın ülkeyi karıştırma politikası izlediğini öne sürmek suretiyle
suçlayıp, yargının içerisine adam sızdırdıklarına inanarak ‘temizleme’ operasyonu
yapmaya kalkıyorsan ve bunun üzerine, olayların sorumlularından gereken hesabın
sorulması ve hak edilen cezaların verilmesi gerekliliğini savunuyorsan, diğer
yandan da zamanında bu yapılanmayla iş birliği içerisinde olan, omuz omuza
yürüyen ve tüm yetkilerini kullanarak kendi imkanlarından faydalandırabilen
biri olduğundan ötürü önce aynada kendini sorgulamak ve sonrasında gerekli
cezayı çekmeye razı olmak durumundasın demektir. Eğer bu yapılanma yasadışı bir
şekilde filizlendiyse, bu yasayı çiğneyenlerden biri sensin. Bir televizyon
kanalının altyazısına kadar her şeye hakim olabiliyorken, seni koltuğundan etme
girişiminde bulunacak kadar büyük bir hacme sahip hale gelen bir yapının
oluşumundan haberdar olmadığını söyleme bana sakın. Yanıbaşında böylesine büyük
çapta tezgah dönerken fark edemeyen bir başbakan gelecek adına neyi ne kadar
güvence edebilir ki? Diğer açıdan, bu yapılanma legal bir oluşumsa eğer, şimdi
meydanlarda estirdiğin rüzgarlar tamamen popülizme hizmet ediyor demektir ve soruşturmalardan
alınan savcılar, görev yeri ve yetki alanları değiştirilen polisler ve diğer
birtakım yetkililer tamamen senin kendi pisliğini örtmek ve toplumun
gerçeklerle yüzleşmesini engellemek adına yaptığın bir hamleye maruz kalmış
demektir. Yani zamanında kendi kazdığın kuyuya kendin düşmüş oldun ve şimdi bu
kuyudan sağlam bir şekilde çıkmanın yolunu arıyorsun. Eğer kuyuya düştüysen,
kusura bakma ama ıslanmadan çıkamazsın. Ne yargı bağımsızlığı, ne kuvvetler
ayrılığı ne de hukukun üstünlüğü… Bir ülkede yargı bağımsız değilse, o ülkede
demokrasiden bahsedemezsiniz. Yani, “Ne istediler de vermedik.” cümlesi, “Bir
hata yapmışız.” savunmasıyla duymazlıktan gelinecek kadar basit bir ifade
değil. Bu yüzden olayın bu tarafının kurcalanmasından kaçıyorsun. Bugün ağzını
köpürterek saldırdığın yapının mimarı olduğunun pas geçilmesini istiyorsun. Sen
sadece ses kayıtlarının gerçekliği ve sahteliği üzerinden ilgiyi başka noktaya
çekmeyi amaçlıyorsun. Tam da istediğin gibi insanlar bu başlık altında
yoğunlaşıyor. Fikirlerini, kayıtların gerçekliği ve sahteliği üzerinden ikiye
bölerek tartışıyorlar. Asıl resmin büyüklüğünü tartışan kimse çıkmıyor ortaya.
Nasılsa bir süre sora gündem değişeceğinden ötürü, asıl suçunun unutulacağını
biliyorsun. Nitekim de öyle oldu.
Ben
bir vatandaş olarak, paralel devlet, çete, illegal örgüt filan tanımam... Bak
beyim, sana çok basit bir soru soracağım: “Eğer 17 Aralık operasyonu
gerçekleşmeseydi, Ergenekon tutukluları bugün yine serbest kalacak mıydı?” Yahu
bir de utanmadan serbest kalanların teşekkür etmemesine sitem ettin. Şaka gibi.
Peki
kayıtlar…
Bugünkü
AKP İzmir Belediye Başkan adayının bundan birkaç yıl önce sarf ettiği (ki bu
kendisinin yaşamı boyunca ettiği nadir güzel laflardan biri olabilir) “Eğer
yasadışı bir icraatınız yoksa dinlenmekten korkmayın.” gibi aslında durumu çok
güzel özetleyen bir lafı vardır. Pekala, mahkeme kararı olmadan yasadışı
dinleme yapmak cezalandırılmayı gerektirir ve hukuken karşılık bulmalıdır. Tamam.
Peki, bu durum konuşmaların içeriğinin niteliğini ortadan kaldırır mı? Bunun
hukuken bir karşılığı yok mudur? Senin demene göre ortaya çıkan bu kayıtlar eşinle
dostunla yaptığın telefon görüşmelerine ait. Özel hayata müdahale. İyi de; konuşmalarının
içeriği Emine hanıma “Akşam eve gelirken yoğurt alayım mı?” diye sormandan
ibaret değil ki; neyin özel hayatı, kimin eşi neyin dostu? Bildiğin çalınan
paralar, alınan rüşvetler… Yolsuzluklar… Konuşmaların içeriği tamamen skandaldan
ibarettir. Böyle bir ortamda bırak başbakanı, herhangi bir devlet görevlisinin
dahi bir dakika bile görevinde kalmaması gerekir. Sen, başka kaçış yolun
olmadığı için mecburen, montaj bahanesine, ‘düblaj’ yalanına sığınıyorsun. Çünkü
bu mücadeleyi vermekten başka şansın yok. Son dakikada kazanılan köşe vuruşunda
kalecinin gol aramak için rakip ceza sahasına gitmesi gibi bir durum. Peki,
neden soruşturulmasına izin vermiyorsun, madem masumsun, madem ortada böyle bir
şey yok, bırak araştırılsın, izin ver TİB’den konuşma kayıtları alınsın, böyle
bir şey olmadığı kanıtlansın, insanların aklında şüphe kalmasın. Olmaz mı?
Ama gerçeğin ne olduğunu sen de çok iyi
biliyorsun. Yolsuzluğa bulaşan ve seni rahatlatacak deklarasyonlarda bulunması
talimatını verdiğin bakanlarından birinin, istifasını açıklarken söylediği
“İmar planlarının büyük bir bölümü sayın başbakanın talimatıyla yapılmıştır. Bu
milleti rahatlatmak için sayın başbakanın istifa etmesi gerektiğine inandığımı
ifade ediyorum..." sözü birçok şeyin özetidir esasında? Ben burada sabaha
kadar anlatsam, neye yarar ki?
“Bir
sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe
dönüşmüş olarak buldu Tayyip Erdoğan.”
Uyandın.
Ve musallat oldun. Yapıştın adeta. Bir keneye dönüştün. Çünkü durumu gurur
meselesi haline getirdin. Geçmiş hesaplaşmaların intikamını almayı amaçladın. Koskoca ülkeyi, babanın çiftliğini yönetir gibi
yönetmeye kalktın, ‘ben ne dersem o olur’culuk oynamaya çalıştın. Ülke ve dünya
tarihinde hiç mi yüzde ellinin üzerinde oy alıp iktidara gelen partiler olmadı?
Elbette oldu. Hangisi senin kadar kin, nefret ve öfke doluydu. Hangisi kendi
seçmeni olmayan toplumu bu denli dışladı? Hangisi olmayan düşmanlar yarattı? Hangisi
köylüyü payladı, çiftçiyi azarladı? Senin ‘kitlesel hipnoz yöntemi’ ile
kurduğun saltanatın adı diktatöryel rejimdir. Medyayı kukla gibi oynatma arzun,
yargıyı baskı altında tutma girişimlerin... Hepsi senin adamın olsun, herkes
sana hizmet etsin. Hizmetkarların sana “Büyüğüm.” diye seslensin. Karşında ne
doğru düzgün bir muhalefet bulabildin (Muhalefet etmek, CHP'nin onca olup biten
olaylara rağmen ancak son iki üç aydır aklına gelebilmiş vaziyette. MHP'nin
zaten kendi sınırları kayıtsız şartsız muhalefete müsait değil. Belki de en
sağlam şekilde muhalefet edebilecek tek parti olan BDP'nin ise derdi tamamen başka),
ne de duyarlı bir halk. Nedenselliği sorgulayamayan bir toplum… Herkes senin
baskı rejiminle, bu kontrollü hakimiyet mekanizmanla mücadele eder hale geldi…
Bilime, felsefeye ve sanata neden düşmansın? Bu insanlar doğaları gereği düzeni
eleştiren, sisteme boyun eğmeyen ve muhalif olan kişiler olduğu için mi? Devlet
tiyatrolarından ne istiyorsun? Gazetecilerden ne için çekiniyorsun? Kimi, ne
için susturmaya çalışıyorsun? Her şey kontrolünün altında, kişisel zevklerin
çerçevesinde gerçekleşsin istiyorsun. Ve devletin güçlerini şahsi
hesaplaşmalarına alet ediyorsun. Seçimleri yüzde seksenle kazansan ne olur,
yüzde yüzle kazansan ne olur? Toplumsal duyarlılığın ön plana çıktığı bir
cenaze sonrası; o acılı, öfkeli ve kızgın insanların yürüyüş yapmasına neden
polisle müdahale ediyorsun? Kışkırtmaya çalıştığın ve meydana gelmesini
sağlamaya çalıştığın şey ne? Ülkeyi kaosa sürüklemek mi maksadın? Yerel
seçimlerin olmamasını sağlamak mı? Yoksa ‘Yeni Dünya Düzeni’ oyunun sıradan bir
parçası mısın? “Yeni Türkiye” diyerek kastettiğin şey ‘Yeni Dünya Düzeni’
kurgusunun sübliminal bir mesajı mıdır? Veya “Tek Türkiye” ifadesi, ‘Tek Dünya
Devleti’nin bir alt metni midir? Oysa ağaçlar kesilmesin, dedik. Bu topraklar
senin dilediğince at koşturabilmen için var olmadı. Niye inat ettin bu kadar?
Neyin kavgasıydı bu? Her yerden AVM fışkırıyor gökyüzüne doğru, görmüyor musun?
“Tamam.” deseydin. “Madem istemiyorsunuz, yapmayalım.” deseydin. Çok mu
lazımdı? İnsanlar öldü, bak. Ama sen doymadın. İnsanları birbirine düşman
ettin. Çocuklar öldü. Hepsi gökyüzünde bir yıldız oldu, parlıyorlar şimdi… Sen
yeryüzündesin, çamurlu, pis, lekeli…
Ülkeni,
halkını ve vatandaşlarını çok seversin sen değil mi? "Bilmem." Bunu
nasıl bilebiliriz ki?
Bir
takla at da görelim.