Mar 18, 2014

Tayyip Erdoğan'a Sesleniyorum: "Bak Beyim"

Bak beyim, sana iki çift lafım var...

Nasıl oluyor da hala o koltukta oturmaya devam edebiliyorsun, kabullenmek ve katlanmak çok güç. Dibine kadar çamura, pisliğe, yalana ve kana bulaşmış bir insansın. Yine de utanmadan hala demokrasi masalları ve özgürlük hikayeleri anlatmaya devam edebiliyorsun. Bizimki laf değil, icraat diyorsun… “Ben lafa değil, icraata bakarım!” Medya patronlarına yağdırdığın emirler mi icraat? İstediğin gazeteye istediğin manşeti atabilmen mi? Veya meclise uğramayan sayıştay raporlarına rağmen onaylanan bütçeler mi, özelleştirilme kamuflajıyla satılan milli varlıklar mı, yürütme merciinin yolsuzlukların savunucusu haline gelmesi mi, gece yarıları çıkartılan torba kanunlar mı, Cumhurbaşkanlığı makamının hizmetkarın olması mı, terörist ilan ettiğin komutanlar mı, bırakın delili herhangi bir sebebi olmadığı halde binlerce gün kapalı cezaevlerinde tuttuğun insanlar mı, düne kadar kendini başsavcısı olarak tayin ettiğin davalarda bugün aslında ‘katakulli’ olduğunu söylemen mi, sıfırlayamadığın paralar mı, yatırımcısını zengin eden kamu ihaleleri mi, dünyanın en büyük adliyesini yaparak hukukun sağlandığını düşünmen mi, elini kolunu sallayarak serbest kalan çocuk tecavüzcüleri mi,  “Deniz Feneri” mi, kopya skandalları mı, kademeli olarak artan işsizlik oranları mı, on bir yıldır atanamadığı için annesinin yüzüne bakamayan öğretmenler mi, soğuktan zatürree olup can veren Ayaz bebek mi, yoksa halkının üzerine doğrulttuğun gaz fişekleri mi veya öldürdüğün insanlar mı?

Ve dahası… Onlarcası...

İnsanlar öldü, farkında mısın? Çocuklar öldü. Çıkıp, ülkedeki büyüyen ekonomiden bahsedebiliyorsun, nasıl bir masalsa, o ayrı; oysa bugün ülkede tabutlar küçülüyor git gide, bunu görmezden geliyorsun. Görmezden gelsen yine iyi, toplum önünde suçlu ilan ediyorsun çocukları, kalabalıklara yuhalattırıyorsun. Evladı ölmüş anneleri hedef gösteriyorsun, düşman ilan ediyorsun. Masal değil bu, gerçek. Başka zavallı çocuklar ölürken gösterdiğin duyarlılığın sebebinin siyasi malzeme olduğunu kabullenmiş oldun bugün. Aynı hassasiyeti ülkende ölen çocuklar için de gösterebilseydin keşke, belki derdik; gerçekten üzüldüğü için ağlamış ekranlarda. Gösteremedin, gösteremezsin de… Sen ancak yaftalamayı bilirsin. Terörist dersin, vandal dersin. Başka bir şeyler dersin. Biri karşında durmayadursun, hiçbir geçerli sebebi olamaz, öyle değil mi? Ölmeyi hak eder sana boyun eğmeyenler, demokratik hak değildir çünkü seni protesto edebilmek. Ama sen de çok iyi biliyorsun ki, hepsinin kanı senin ellerine bulaşmış vaziyette. Çünkü çıkıp gururla “Emri ben verdim.” diyebildin. O çocukları öldürenler kahraman çünkü değil mi, destan yazar çocukları öldürenler. Onurlu bir insan olsaydın eğer, bugün her biri yaşamaya devam ediyor olacaktı. Bu halk bunu unutmayacak hiçbir zaman, aklında bulunsun.

İnsanlar ölüleri yarıştırır hale geldi artık senin yüzünden. İğrençliğin bu kadar ucuzu, tükenmişliğin son noktasıdır bu. Bir ölünün arkasından üzülmek, üzülebilmek; sorgulanır oldu. Kendi bakış açısına, hayat tarzına ve belki de ideolojisine ters düştüğü için başkalarının ölümüne sevinen canlılar var bu ülkede, iyi ki ölmüş, diyorlar ölen insanlar için. Hiçbir insan ve hatta canlı ‘iyi ki’ ölemez. Sen ülke yönetiminin en başındaki kişi olarak bu toplumsal kaosun önünde duracağına, alev almış yangını körüklemeye devam ediyorsun utanmadan. İnanılır gibi değil. Bu nasıl bir şeref yoksunluğudur, bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür. Mide bulandırıyorsun. İnsanlar ölüyor, çocuklar ölmeye devam ediyor... Toplum aklını yitiriyor artık, neyi ne şekilde çözümleyebileceğini şaşırır oldu insanlar. Yeter.

Ama halk arkanda senin öyle değil mi? Benimki de laf. Sandık orada. Bak sandık ne diyor, değil mi? Bağımsız irade, özgür düşünce filan. Fatih, sana diyorum! Efendim büyüğüm? Özgür düşünce diyorum, halkı özgür düşündürün biraz. Tamam efendim, derhal efendim. Ferit, gerekeni yap. Ama. Tamam uzatma. Benim başörtülü bacılarım, imam hatiplerim. Elif Yavuz neden öldü? Ne için? Düşündün mü hiç? Bomba patladı. Öldü Elif. “Bilmem.” Doğru ya başörtüsüz Elif. Bilmezsin. Senin bacın değil. Esma senin bacın, ona üzülüyoruz, değil mi? Oysa hepsi, her biri, Esma da, Elif de, hepsi hepimizin bacısı; hepsi insan çünkü. Anlayamazsın. Ama darbeci bunlar. Üç beş ağacı bahane ed... Sus. Sallandıracaksın bunl... Sus. Başbakan beni evimde zor tutuyormuş. Dur bilinçleneyim biraz! Hanım açsana, Habertürk’te ne diyor? Vatandaşı vatandaşa, kardeşi kardeşe kırdırtmak. Başkaldıran mı oldu? İşte bakın oyuna geliyorlar, hep dış mihraklar bunlar. Lobiler mobiler. Duydunuz mu? Cervantes’ten masallar! Muammer, karıştır ortalığı. Adam nuh diyor peygamber demiyor ki. Böyle aşka montaj derler. Ne diyeceksin ki başka değil mi? Gemi var gemicik var, sahi. Fakat katledilen ağaçlar var, yeşili delen betonlar. Zenginleşen şirketler de var. Ananı da al öyle git. Çiftçiler ağlıyor. Olsun. O kadar da olur. Yandaş şirketler gülüyor. Gülsün. Türkiye bunları aştı, sabah bir hareketlenme oldu ama sonra toparladı. Toparlasın. Abdestinden şüphen yok, namazından hiç olmaz; kuşkusuz. Elhamdülillah müslümanız, cennete gider elbet yolumuz. Gitmeyecek. Cennettin penceresinden sana el sallayacak çok güzel insanlar var. Utanacaksın.

Oysa ne kadar da hoşuna gidiyor değil mi? Koltukların kabarıyor. Binlerce insan karşında durmuş, öylece sana bakıyor. Belki de sen çıkıp o gürleyen sesinle bir şeyler söyleyeceksin diye saatlerce beklediler. Ama olsun, sen konuş, onlar beklerler. Sen geç, onlar yollarının kapanmasına, elektriklerinin kesilmesine göz yumarlar. Söylediğin her sözde “Evet lan, doğru.” diye boyun kıracaklar ve emin ol, üzerine basarak vurguladığın ve şiddetini arttırarak sarf ettiğin her kelimeden sonra alkış kıyameti koparacaklar. “Ben çocuklarıma helal lokma yedirmedim.” diyebilirsin, önemli değil, yine de alkışlanacaksın. Çünkü önemli olan söylediklerinin içeriği değil, senin herhangi bir şey söylemiş olman.

Bilinmiyor tabi. İnsan, sahip olduğu herhangi bir inanç kırılsın, doğru bildiği bir düşünce yanlış çıksın istemez. Kabullenmesi zor bir gerçektir çünkü bu. Yalnızca siyasi düşünce veya takım taraftarı olmak gibi konjonktürel konularda değil; en basitinden, sıradan fikir ve olağan görüşler için de geçerlidir bu durum. Senin savundukların gerçekten doğru mu, söylediklerinin ne kadarı yalan insanlar tarafından sorgulanmıyor bu yüzden. Nasıl olsa doğrudur yargısı baskın geliyor. Sorgulamak zahmetli ve risklidir çünkü. İnsanlar zoru başarıp sorgulamaya ve düşünmeye başladığı zaman yıllardır inandıkları, güvendikleri, hayatlarını inşa ettikleri ve kesinlikle doğru olduğunu düşündükleri bazı değerlerin, aslında tam tersi olduğu ve dolayısıyla doğru olmadığı gerçeğiyle karşılaşabilir. Bu bir ihtimaldir. Bu sebeple sorgulamaktansa reddetmek, en kolayı ve garantilisidir. Ellerin ne kadar pislik içerisinde olursa olsun, paçalarına ne kadar çamur bulaşırsa bulaşsın, bu olguları destekleyecek her argüman, önünde duran ve ağzından çıkacak her cümleyi sahiplenmeyi destur edinmiş bu topluluk tarafından reddedilecek ve bu da senin sahip olduğun gücün muhafaza edilmesini sağlayacak. Bu yüzden sen ne dersen doğru olacak, bu yüzden her sözünden sonra alkışlanacaksın. Nasıl bir manzara, insanın gerçekten aklı gidiyor değil mi? “Türkiye seninle gurur duyuyor.” diye haykırıyor insanlar, kolay değil. Eminim ki sen bile gerçekten gurur duyulacak bir insan olduğuna inanıyorsun bazen.

Bu söylediklerimle halkı küçümsedim değil mi? Sorgulamıyorlar dedim, gerçeğin ne olduğunu göremiyorlar dedim. Belki de “Halk cahil yaa.” dedim, sana göre. Kendimi onların yanında üstün gördüğüme inanıyorsun şu anda. Oysa halk benim ulan, ben vatandaşım, ben Yaşar Usta’yım, Ahmet’im, Ayşe’yim... Halkı küçümseyen ise sensin. Aksini söylüyor olabilirsin ancak; kendini halkın üzerine çıkartmaya çalışan da sensin. Çünkü halktan korkuyorsun, halkın gerçeği görmesinden kaçıyorsun. Düşünmesine, muhakeme etmesine fırsat vermiyorsun. Daha doğrusu halkı kendi özgür iradesiyle baş başa bıraktığını söylüyor, bir yandan da bu fikir özgürlüğüne kısıtlama getirebiliyorsun. Bu yüzden ta dünyanın öbür ucunda olsan bile bazı kanal yetkililerini arayıp, insanlar senin aleyhinde bir şeyler söyleyecek, toplumun bazı gerçeklerine dikkat çekecek ve küçük bir ihtimal de olsa bir kısım insanların aklına soru işareti düşmesine sebep olacak diye, televizyon yayınlara hiç tereddütte bulunmadan bütün pişkinliğinle müdahale edebiliyorsun. Dün omuz omuza yürüdüğün medya organları bugün çıkarlarınız ayrı düştü diye düşmanın kesiliyor. Şimdi sana hizmet etmiyor diye onlara karşı ne güzel de cephe alabiliyorsun. Bugün bu medya organlarını “Birileri tarafından yönetiliyor.” diye eleştiriyorsun, bu demek oluyor ki; ya düne kadar bu yayınların birileri tarafından yönetilmesine göz yumuyor ve müsaade ediyordun, ya da bugün diğer bazılarını yönettiğin gibi düne kadar onları yöneten de sendin. Bugün sana boyun eğmiyorlar diye kötü oldular öyle mi? Yine de bu gazete ve kanallara zamanında bunca gücü ve imkanı verenin sen olduğunu anlatan olursa eğer, başını ezmekten, birilerini suçlamaktan çekinme. Sonuçta mağdur olan gibi gözükmelisin ki, halkın tutumunu tercih ettiğin doğrultuda yönlendirebilesin. İstiyorsun ki, her ne oluyor ve ne yapılıyorsa; kendi çıkarına olsun, kendi istediğin gibi olsun. Onlarca koruma ordusuyla gezen, geçeceksin diye yolları trafiğe kapayan, üst geçitlerin üzerine kolluk kuvvetlerini diken senden başkası değil, biliyorsun. Söylesene birader, bu denli neyden korkuyorsun?

Biz halkız ve biz sıradan vatandaşız diye mi bizi küçük görüyorsun? Seni bu kadar ulaşılmaz kılan ne? Sen bizim işçimiz değil misin? Biz varız diye orada oturmuyor musun? Dilediğimiz zaman sana hesap soramayacaksak, hesap sormak için sana ulaşamayacaksak ne için varsın? Senin buna cevabın hazır, biliyorum: “Git sandıkta hesabını sor.” İyi de arkadaşım (sözgelimi), bir vatandaşın sana hesap sorabilmek için senin partine oy vermemiş olmaktan başka bir seçeneği yok mu? Doğru ya, sana hesap soracak adamın, senin karşında dik duracak adamın, seni sorgulayacak adamın senin partinin (sizin diyemiyorum) bünyesinde bulunmasına, senin bulunduğun safta durmasına izin yok. Seni eleştiren adam sana oy vermiş olamaz, değil mi? Böylelerini derhal dışlamalı, kelleleri tez vurulmalı. Fakat ben örneğin vatandaştan gizlenen sayıştay raporlarının gerçek yüzünü gidip sandığa soramam ki. Bunun mantıklı izahatını sandık mı yapacak bana? Günün birinde, sahibinin kendi damadın veya ahbabın olmadığı bir televizyon kanalında, karşında eğilip büzülmeyecek ve senin ve icraatlarının hesabını önceden prova edilmemiş gerçek sorularla sorabilecek omurgalı bir gazeteciyle veya fark etmez; bir hukukçuyla veya bir siyasetçiyle ya da en basitinden bir öğrenciyle veya gençle veyahut bir vatandaşla da konuşmanı temenni ederim. Bundan korkacak değilsin ya!

Aslında böyle bir şey olmayacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Bunun o kadar uzağındasın ki. İspanya başbakanıyla birlikte yaptığın basın toplantısında sorulan basit bir soru üzerine nasıl buz kestiğini çok iyi gördük. Hatta sonrasında her suçlu gibi hiddetlenerek kendini savunmaya çalıştığını da. Çünkü cesur bir adam değilsin. Dahası, temiz bir adam da değilsin. Senin yolun karşındakini sindirmekten, kitleleri korkutmaktan, toplumları tehdit etmekten geçiyor çünkü. Dediğim gibi, halkın bilinçlenme ihtimali senin kabullenemeyeceğin bir durum bu yüzden. Çünkü bilinçli bir adam senden korkmayacak, düşünen bir insan senin önünde diz çökmeyecek (karşında durması şart değil, önemli olan seni kendinden yukarıda görmeyecek olması); bunu çok iyi biliyorsun. Etrafına konuşlanmış ve varlığından fayda sağlayan mutual yaşam ürünü mikroorganizmaların tartışmasız bağlılığının sebebinin ne olduğu ortada; kendi varlıklarını sana borçlular. Onlara diyecek bir şey zaten yok, akıl fikir dilemekten başka. Bu, o kadar vahim bir noktaya erişmiş durumda ki, örneğin hakkında çıkan ses kayıtlarının senin günah işleme özgürlüğünü ihlal ettiğini savunan veya senin allahın vasıflarıyla donatıldığın düşüncesini taşıyan vekil ve yoldaşların var. Bu nasıl bir akıl sağlığı kaybıdır bana izah et. Ancak (kömür ve makarna yardımları dışında) senin nimetlerinden faydalanamayacak kadar uzağında bulunan insanları yanında tutabilmenin yolunun onları bazı değer yargılarıyla kullanmak, bakış açılarını istediğin gibi kontrol altında tutmak olduğunun gayet farkındasın. Zaten bütün bu medya manipülasyonu ve yaptığın mitinglerde özellikle üzerinde durduğun konular da bunun bir yansıması.

Örneğin dini değerler. Din olgusu, toplumumuzda insanların karşısındaki birey hakkında fikir sahibi olması açısından ‘nedense’ önemli bir yer tutar. Bu konu, anlaşılmaz bir biçimde fazlasıyla ayırt edici bir yapıdadır. Oysa din, bırakın toplumlardan topluma olmayı; kişiden kişiye bile farklılık gösterir. Öyle ki tek bir kişi bile zaman içerisinde öğrendikleri, araştırdıkları, tecrübe ettikleri ve sorgulamaya çalıştıklarıyla din başlığı altında düz bir çizgide ilerlemeyebilir. Bu, anormal değildir. Herkes dilediğine inanmakta özgür, istediği yaşamı sürdürmekte serbesttir. Öyle mi? Değil. Daha doğrusu, teoride bunun ifade edilişi böyle olsa da, dediğim gibi pratikte toplumumuzdaki yansıması böyle değildir. Bu durum toplumun bir ‘bug’ıdır. Sen de bunun farkındasın ki, hiç korkmadan, en ufak bir tereddüt dahi etmeden ve bütün saygısızlığınla birlikte böylesine hassas bir konuyu, şahsi menfaatlerin uğruna ayaklar altına serebiliyor ve insanları ötekileştirebiliyorsun. Sanki Sivasları, Maraşları yaşayan bu topraklar değilmiş gibi. Bundan haz mı alıyorsun?

İstiyorsun ki insanlar senin sayende dini özgürlüklerine kavuşuyor sansınlar, sen varsın diye cennete gidebileceklerine inansınlar. Toplum korksun istiyorsun. Zaten aleyhinde düşünen herkesi ateist, dinsiz, ayyaş vs. diye yaftalaman da bunun bir göstergesi. Toplumun büyük bir kısmının muhafazakar olduğu bilinen bir gerçek ve bu kesimi kontrol altında tutmanın yöntemi çok basit. Azınlık olanları dışlamakta herhangi bir abes bulmuyorsun bu yüzden, anında görmezden gelebiliyorsun. Çoğunluğu yanımda tutarsam kaybedeceklerim o kadar da mühim değil, diye düşünüyorsun. Vatandaş da sanıyor ki sen olmazsan camiler yıkılacak, türbanlı kadınlar sokakta yakalanıp zorla başları açılacak, yerlerde sürüklenecek filan. Bütün imamlar veya din adamlarına zulmedilecek zannediliyor. Toplumun bu kesimi, bugünkü siyasi ortamda dinin senin tekelinde olduğunu düşünüyor. Oysa büyük bir komediden başka bir şey değil bu.

Türban meselesi bu konunun temelini oluşturur… Dini görüşü ne olursa olsun toplumun hiçbir kesiminden kamuda ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına herhangi bir tepki çıkmadı esasında, bildiğin gibi. Bence bunun bu kadar anlayışla ve sükunetle karşılanabileceğini beklemiyordun. Kafanda o kadar çok büyüttün ki bu konuyu, toplum olarak ortak bir paydada birleşilmesine rağmen, ister istemez büyük bir boşlukta buldun kendini. Yine de hala bu konunun ekmeğini yemeye gayret ediyorsun. Çünkü kendini buna odaklamıştın, buna konsantre olmuştun. Türban meselesini büyük bir mağduriyet haline getirip çıkmaza sokmaktaki amacın da kişisel menfaatlerine ve çıkarlarına alet etmekti zaten, artık bunu herkes biliyor. Sanıyordun ki buna karşı bir tepki olacak ve sen bu tepkiyi işaret ederek muhafazakar kesimin gözündeki imajını kuvvetlendirip toplumun “Biz olmazsak camiler yakılır.” düşüncesini perçinleyecektin. Kimsenin kişilerin dini özgürlükleriyle derdi olmadığı için bu konuda herhangi bir tepki de doğmadı doğal olarak. Geçmişteki yanlışlardan ders çıkarılmıştı belli ki. Ama kullanmak için büyük heves duyduğun bir mağduriyet elinde patlamak üzereydi ve bulduğun her fırsatta bunu kullanmadan edemezdin; bu yüzden yalan söylemekte de en ufak bir tereddüt etmedin çoğu kez: Kabataş’ta türbanlı bacına saldırıldığı hikayesi veya camide içki içildiği masalı bunun bir yansıması. Hiç yüzün kızarmadan, utanmadan yalan söyledin, ısrarla söylemeye de devam ediyorsun hatta. Oysa işin rengi çok farklıydı. Senin, sonrasında “Destan yazdılar.” diye gaz verdiğin polisler, başka gazlarla gencecik insanların canlarını almak istedi/aldı ve bu insanlar bir akşam senin bu paralı askerlerinden kaçmak için allahın evine, yani camiye sığındı. Orada can çekişti. Kusura bakma, aralarından bazıları can havliyle ayakkabılarını çıkarmayı unutmuş olabilir, bağışla. Yerlere kan bulaşmış, lütfen affet. Sen bu gibi olayları çarpıttıkça, sana inanmaya hazır insanlar da öyle düşündü haliyle; “Bak gördün mü camiye girmişler.”, “Ne olduğunu biliyoruz, türbanlı kadınlara saldırıyorlar.”, “Başbakanımız olmazsa başımıza neler gelir kim bilir?” Oysa sen büyük bir sahtekarsın.

Sonuçta insan özgürdür ve dini inancı gereği türban kullanması gerekiyorsa pekala kullanabilir. Eğer devlet olarak, tüm dini sembollerin kullanımını ve kişinin dilediği şekilde giyinme hakkını, fikir ayrılığı ve taraf gözetmeksizin serbest bırakırsanız bu geçerlidir. Ya tamamen şeffaf ve her görüşe açık olmalısınızdır, ya da devletin temsil edildiği noktalarda dini yargılarınızı bir kenara bırakıp hareket etmelisinizdir. Çünkü demokratik ülkelerde devletin dini olmaz, din bireye mahsus bir olgudur. “Biz müslüman bir toplumuz.” diyemezsiniz. En fazla “Toplumumuzun büyük bir bölümü müslümandır.” diyebilirsiniz. Bu doğrultuda müslüman kesimin imkanlarının diğerlerine göre daha geniş olması, ya da örneğin cami sayısının kilise sayısından çok daha fazla olması son derece doğaldır; ve sonsuza dek doğal kalmaya devam edecektir. Eğer ki toplumun yönetimsel kavramları dini unsur ve değerlere göre belirlenecekse, bu ülke demokratiklik çizgisinden sıyrılmış olur. Zamanında söylediğin gibi “Ben müslümanım, diyen her insan, ben şeriatçıyım demeye mecburdur. İlim bunu böyle emreder." fikrini hala savunuyorsan, bunu açıkça söyleyebilirsin, bundan çekinmeni gerektirecek bir unsur yok. Gelgelelim bu fikrinden, tıpkı “Hem müslüman hem laik olunamaz.” görüşünden olduğu gibi, vazgeçmiş de olabilirsin. Sonuçta insanın fikirleri ve düşünceleri zamanla değişebilir. Normaldir. Yine de ne yazık ki, tavırların ve söylemlerin, hareketlerin ve yaptırımlarında uyuşmuyor işte. Ülkeyi dini yargılara göre şekillendireceksen demokrasi masalları anlatma, demokrasiden bahsedeceksen de her düşünceye karşı şeffaflık ve anlayış göster. Mevlana’nın da dediği gibi “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.” Korkma. Oynama. Her ne olursa olsun, yine de iktidar partisinin sözcüsü, senden bulduğu kuvvetle bir televizyon kanalının yayınında alenen bir kadın sunucunun kıyafetini eleştirip, bu kişinin işine son verilmesini sağlayabiliyorsa veya bir adam hiçbir endişe duymadan ve büyük bir rahatlıkla devlete ait televizyon kanalı ekranından “Hamile kadın sokağa çıkmamalıdır.” diyebiliyorsa ortada doğru gitmeyen bazı noktalar var demektir. Vakti zamanında toplum içerisinde başörtüsü nedeniyle baskı altında kalmış ve fazlasıyla zorluklar yaşamış bazı –özünde masum- kimselerin, bugün başka kişilerle empati kuramıyor oluşu ve farklı düşünce yapılarına karşı tamamen kapalı olmaları da oldukça acıklı ve çelişkili bir durumdur. Bugün din, dil, ırk, mezhep ayırmaksızın herkesi kucakladığını söylüyorsun, ne güzel; diliyorum ki zamanında muhalefet partisi lideri için sarf ettiğin “Biliyorsunuz Alevi.” veya Reyhalı’daki bombalı saldırı sonrası ölen vatandaşlarımızdan bahsederken “53 sünni vatandaşımız şehit oldu.” gibi yanlış anlaşılmaya müsait söylemlerden de ders çıkarmış, böyle bir yaklaşımın hiçbir zaman sağlıklı sonuçlar doğurmayacağının farkına varmışsındır. Sonuçta sen yaratılanı, yaratandan ötürü seversin değil mi? Bu yüzden elini vicdanına koymanı tavsiye ediyorum; tabi bulabilirsen.

Yine de insanların büyük bir çoğunluğu kayıtsız şartsız samimi olduğuna inanmış vaziyette çünkü hangi parametrelerle onları yakalayabileceğini, siyaseten usulen veya usulsüzce, fark gözetmeksizin, çok iyi biliyorsun. Bilmediğin bir şey varsa o da bu durumun, aşırı fanatiklik ve kör gözlülüğü doğurduğu. Esasında oldukça tehlikeli bir durumdur. Belki de biliyorsun ve bu daha çok işine geliyor, bunu da ben bilemiyorum. Egoları yüksek bir karaktersin sonuçta. Her neyse, bu düşünceye sahip kişilerin, sana karşı ileri sürülen herhangi bir olayda, duruma fiilen müdahil olmadıkları müddetçe gerçekleri görmeleri mümkün değil. Yani senin rüşvet aldığına inanmaları için para çantanı taşımaları gerekiyor. Veya gemin olduğuna inanmaları için o gemiye binip gezmeleri. Düşün ki yarın öbür gün bir kasedin çıksa inanmaları için ne olması gerekecek! Neyse. Gezi Parkı Direnişi için söylenegelen “Meydana çıktılar, sağa sola zarar verdiler. Camları taşladılar, polise saldırdılar.” zihniyeti de bu elementlerin bileşkesiyle ortaya çıkıyor. Yani senin kontrollü yönelim mekanizmanla insanların düşüncelerinin nasıl şekil kazandığının çok güzel bir örneğidir bu. Bu kişilerin hiçbiri olaylar esnasında Gezi Parkı’nda bulunmadı. Olaylar, önceleri ana akım medyada iyi veya kötü hiçbir şekilde yer almadı. Daha sonra bazı haberlerde “Provakatörler yine iş başındaydı.” tandanslı yayınlar yapıldı ve bu bir süre bu şekilde devam etti: “Şunu bahane edip polise saldırdılar.”, “Bunu bahane edip dükkanları taşladılar.” Zaten senin manipülasyonuna maruz kalmış bu kitlenin zihninde, bu eylemler doğrudan seni hedef aldığı ve sana yönelik olduğu için refleksif olarak ‘inandığından şüphe duymama’ mekanizması harekete geçti ve sonuç olarak toplumda “Polise saldırdılar” inancı hakim oldu. Oysa bugün “Birilerinin oyununa geliyorlar.” diye insanların diline sakız olmuş bir kavram var ve o birilerinin kim olduğu nedense bilinmiyor. İşin enteresan kısmı ise bu düşünceye sahip olan insanların, kimin oyunuyla ve kimin söylemleriyle hareket ettiğinin aleni bir şekilde ortada olmasıdır. Herhangi bir argüman ve kanıt olmamasına rağmen yalnızca senin “Camiye girip içki içtiler.” ifadeni arkalarına alıp böyle bir eylem olduğuna inanan kişiler, orada bulunan insanların -yine herhangi bir delil ve belirli bir durum yokken- bazı güçler tarafından kontrol edildiğini savunuyor. Gerçekten kulağa komik geliyor. İnsanlar farkında olmadan eşine dostuna, terörist muamelesi yapar hale geldi. Kimi gençler birtakım finansörlerin kuklası olduklarını amcalarından, dayılarından, kuzenlerinden öğrendi tuhaf bir şekilde: “Vay be Amerika'dan talimat alıyormuşuz.” dedi. Oysa kimin nereden talimat aldığı gayet ortadadır, sen daha iyi bilirsin. Toplumun aydınlık ve duyarlı gençlerinden oluşan kalabalığın, bölgedeki ağaçların kesilip yerine senin tamamen kişisel zevklerine, taleplerine ve çıkarlarına hizmet etmek adına usulsüz bir şekilde inşa edilmek üzere olan alışveriş merkezinin yapılmasını önlemek adına başlattığı –ki kendisi demokratik bir haktır- protesto, tamamen senin emrindeki kolluk kuvvetlerinin orantısız ve insanlık dışı müdahalesi neticesinde toplum geneline yayıldı. Ben o gece çadır kuranlardan biri değildim. Ancak orada çadır kurmak ve kitap okuyup şarkı söylemekten başka herhangi bir eylemde bulunmayan dostlarıma, kardeşlerime, o güzel insanlara yapılan insanlık dışı muameleydi ertesi gün beni oraya götüren. Ve elbette daha önceki birikmişliklerdi. Kabul ediyorum, olması gerekenden daha duyarsız bir nesildik bundan on ay öncesine kadar ancak şimdi; Direnmenin Estetiği'nde geçen "Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı..." sözünün ne manaya geldiğini çok iyi biliyoruz. Ve insanlar buna tepkiliydiler, devletin böylesine acımasız olmasına, akıl almaz derecede düşüncesiz hareket etmesine. Ve duyarsızlığına. Kimse Amerika’dan, İsrail’den telefon etmedi bizlere. Hiçbir siyasi partinin bayrağını dalgalandırmadık orada. Emin ol, senin partine oy vermiş insanlar da vardı orada, samimi ve güzel insanlardı çünkü. Tam da senin korktuğun şeydi bu; insanların aslında beraber ne kadar da güzel yaşayabildiği gerçeği. Ayrışmadan, ötekileşmeden, dışlanmadan, aynı tastan çorba içerek, aynı ekmeği bölüşerek yaşamak. Ateisti de hıristiyanı da genci de yaşlısı da orada aynı iftar sofrasına oturdu bir akşam. Fakat sen buna tahammül edemedin. Senin ve devletin tepkisi sertliğini korudukça bundan istifade eden birçok örgüt de müdahil oldu önüne geçilmeye ve engellenmeye çalışılsa da. Şimdi şimdi anlıyoruz ki senin de derdin buymuş, son çıkan konuşma kayıtlarından şahit olduğumuz üzere. Ortalık daha da kızışsın, kargaşa daha da büyüsün. Hatta bunun için birtakım girişimlerde bulunduğuna da eminim. Yani orada zarar gören kamu mallarının da, ekmeğiyle oynanan esnafın da sorumlusu sensin. Gelinen noktada olayların özünden habersiz kesim (daha doğrusu evdeki rahat koltuğundan kalkmamasına rağmen bir çırpıda olayları çözümleyebilecek kadar sosyolojik ve toplumsal tecrübe edinmiş kesim); eylemcilerin, otobüs yakan, camiye ayakkabıyla giren, başörtülü kadınları darp eden, kamu mallarına düşman olan ve civardaki esnafın dükkanlarını tahrip eden kişiler olduğunu düşünüyor. Aslında bu düşünceyle, başkalarını kim oldukları belirsiz güçlerin oyununa gelmekle itham ederek işin içinden sıyrılıp, oynatanın kim olduğu gayet ortada olan birer kuklaya dönüşüyorlar. Orada tahrip olan bizim bedenlerimizdi oysa. Zihinlerimiz sapasağlam yerinde duruyordu, dimdik. Senin polisin can aldı sadece. İnsanları öldürdü, yaraladı. Destanı yazan polis değil, halktı.

Toplumun bu hatırı sayılır kısmının -ki bu kesim seni sandıkta ayakta tutabilecek nüfuza sahip- bahsettiğim düşünce yapısı ve vizyonuyla siyaseten başka doğrultuda ilerlemesi çok zor. Çoğunluğu ancak neredeyse apolitiklik seviyesinde politik düşünebilen kişilerden oluşan bu topluluğun bazı basit nüansların etkisiyle kontrol altında kalması kaçınılmaz. Mesela korku. İktidar el değiştirirse, ülkenin çıkmaza sürükleneceğinden dolayı korku duyan insanlar olduğuna eminim. Düşünce çerçevesi, senin on iki yıldır başbakanlık yapman ve kendisinin on iki yıldır hasbelkader yaşamaya devam ediyor olmasından ibaret. Eğer siyasi istikrar varsa işler yolunda gidiyor demek ki, diye düşünür ister istemez. Örneğin yüksek benzin fiyatını protesto amaçlı bir imza kampanyası başlatsak, bu kişiler “Benim arabam yok ki, bana ne!” diye cevap verip olayları uzaktan izlemeyi tercih eder.

Ve elbette “icraatlar.”

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; topluma hizmet etmek, halkın hayatını kolaylaştıracak projeler gerçekleştirmek, şehirleri ve bölgeleri daha yaşanılır kılmak, vatandaştan vergisini alan her hükümetin zaten yapmakla yükümlü olduğu görevlerdir. Bunun bir lütufmuş gibi, sanki devlet yetkililerinin cebinden çıkan paralarla bazı uygulamalar gerçekleşiyormuş ve vatandaşa aslında hak etmediği hizmetler sunuluyormuş gibi lanse etmek pek sağlıklı bir davranış değildir (bunun bu kadar göze sokulmaya çalışılarak yapılması, ya halkı küçümsemenin bir göstergesidir ya da üzeri örtülmesi ve vatandaşın bilmemesi gereken bazı usulsüz dümenlerin döndüğü düşüncesini meydana getirir, ki zaten senin yaptığın da tam olarak budur). Ne acıdır ki devletin vatandaşa hizmet vermesinin nimet sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bunu kayıtsız şartsız alkışlamaya, bunun neticesinde yapılabilecek hemen her türlü yanlışı görmezden gelmeye zorlanıyoruz. Oysa nasıl ki parası karşılığında kendisinden leblebi satın aldığımız kuruyemişçi Nevzat amca “Bakın size leblebi satıyorum.” diye propaganda yapmıyor ve “Vay be adama bak bize leblebi sattı.” diye kendisini alkışlamıyorsak, devletin getirdiği hizmeti de bu doğrultuda olağan karşılamalıyız. Çünkü zaten kazancımızın standardın çok üzerinde olan bir kısmını devlete vergi olarak ödüyoruz ve hizmet almak en doğal hakkımız. Hatta yediğimiz ekmekten giydiğimiz çoraba kadar parayla satın aldığımız her ürünle birlikte devletin kasasına giren vergiler karşılığında yaptırılan ve bir nevi asıl sahibinin biz vatandaşlar olduğu köprülerden veya otobanlardan geçmek için bir kez daha para ödemek zorunda kalıyoruz. Ayrıca Nevzat amcaya leblebilerin bayat olduğuyla ilgili şikayette bulunursanız, vakur tavrıyla bir dahakine tazelerini temin edeceğine dair teminat verir ve asla sizi “Size leblebi satıyorum yahu. Daha ne yapayım!” diye paylamaz. Ama bizler sayende devletin veremediği bir hizmeti veya yanlış olduğunu düşündüğümüz bir projeyi eleştirme ve karşısında durma lüksüne sahip değiliz. “Daha ne istiyorsunuz be. Size yol yapıyoruz, hastane yapıyoruz, üniversite yapıyoruz işte.” değil mi?

Evet, yapıyorsun.

Ama…

Biliyor musun ki hastane yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip müteahhidini zengin etmek demek değildir. Eğer vatandaşına sağlık hizmeti vereceksen, diktiğin beton yığınlarına hastane diyeceksen eğer, içlerini kapasitesi karşılığındaki hizmeti verebilecek düzeyde doktorla ve sağlık personeliyle doldurmak zorundasın demektir. Oysa bırak yeni yaptıklarını doldurmayı, halihazırda olan doktorların devlet hastaneleri ve özel sektör arasında tercih yapmak zorunda bırakılması başlı başına tartışma konusu. Devletten kazanabileceği paranın erişebileceği maksimum seviyenin ne olduğunu bilen kaliteli doktorlar bu uygulamayla özel sektöre kaydı ister istemez ve devlet hastanelerinde ise yetersiz ve tecrübesiz doktorların eline bakar oldu halk. Üstelik bu kalitesiz hizmeti alabilmek için günler, haftalar veya aylarca sıra gelmesini beklemek zorunda olmak da işin cilası. Üniversite hastanelerindeki doktorların ise performansa dayalı hizmet sisteminde hasta başına ayırabildiği süre de birkaç dakikaya kadar geriledi. Belki bir hastaya geç müdahale edildi, belki bir başka hastaya yanlış tanı konuldu. Belki özel hastanelerdeki standart muayene ücreti halkın her kesiminin altından kalkabileceği seviyeye çekildi ancak en basitinden bir serum, tahlil veya MR hizmeti almanın bedeli de yüksek seviyelerde seyretmeye devam etti. Elbette genel bir düzenleme yapıldığı ve gelişen teknolojiyle birlikte kolaylık kazanan uygulamalar olduğu doğrudur, ancak anlatılan gibi; dünyanın örnek alacağı bir sağlık sistemimiz tabi ki yok. Üstelik, artık hastane yönetimlerinin baskısı ve teklini midir bilmiyorum, en ufak bir bel ağrısına fizik tedavi, basit bir antibiyotikle düzelecek bir gribe serum verilir oldu. Sayende sağlık sektöründe devrim oldu beyim. Zengin olanlar kaliteli hizmeti hızlı bir biçimde, fakir olanlar ise kalitesiz hizmeti uzun zaman dilimlerinde alabilir oldu.

Biliyor musun ki üniversite yapmak demek beton yığınından ibaret bir bina dikip müteahhidini zengin etmek demek değildir. Parasını basanın leblebi gibi okul açabildiği ve bu okulları rant kapısı olarak gördüğü binaların içerisinde bilim ve teknoloji adına üretebileceklerin sınırı kısıtlıdır. Herhangi bir akademik başarı elde etmeyen, sadece öğrencilerin sıcak para bıraktığı, sahibinin parasına para kattığı ve kaliteli eğitimden uzak, “Üniversite diplomam olsun da, önemli olan o.” zihniyetine hizmet eden okullar bunlar. Ve birçoğu belli başlı ideolojileri benimsemiş ve bünyesinde bulunan öğrencilere benimsetmeyi de görev edinmiş sözde eğitim yuvaları. Peh. Bugün diktiğin ve adına okul veya üniversite dediğin binaların kapısını, uçsuz bucaksız kontenjanlarla ardına dek açarsan, nitelikli olarak ne doktor yetiştirebilirsin ne de mühendis. Böyle bir altyapın zaten yok. Meydanlarda her ile bir üniversite yapılmasının propagandasını yapmayı çok iyi biliyorsun ancak içlerini nitelikli bir şekilde dolduramadıktan, bu okullardan mezun olan öğrenciler mesleklerini layıkıyla yerine getiremedikten sonra –ki iş bulabilmeleri ayrı bir konu- içi boş binalardan başka bir şey değildir o yapılar. İçinde ODTÜ geçen her cümleyi ve haberi duyunca tırnaklarını kemiriyorsun değil mi? Oranın aydınlık insanları seni korkutuyor çünkü.

Sen bilime düşmansın. Teknolojiye düşmansın. Doğru ya, her öğrenciye bir tablet bilgisayar dağıtıyorsun. Benimki de laf. Sen teknolojinin dostusun. Özür dilerim. Bugün Uruguay’da ülke sınırlarının kapsadığı her noktada ücretsiz internet bağlantısı hizmetinin projesi yapılırken, biz özelleştirilmiş bir firmadan kalitesiz bir hizmet alacağız diye üstelik bilmemkaç ay kullanma sözüyle birlikte –çünkü biliniyor ki söz vermeden bu kadar uzun süre kullanabilmek mümkün değil verilen hizmeti- altmış yetmiş lira karşılığında internet bağlantısına erişebiliyoruz ancak. Olsun ama, 2001 yılında kaç tane evde internet vardı, değil mi? Doğru.

Söyleyeceklerim İstanbul ile sınırlı kalacak olsa da, toplu taşıma hizmetine değinmeden edemeyeceğim. Gerçi fazla detaya girmek istemiyorum. Toplu ulaşım araçlarının açılış günlerinde makinist veya şoför koltuğuna oturmak ve şöyle bir tur atmak ne kadar da tatlı geliyor değil mi? İşte bu yahu, hizmet dediğin budur, diyorsun eminim. Ücretinin yüksekliğini filan geçiyorum. Fazla uzatmayacağım dediğim gibi; gel, maske şapka gözlük filan tak, sadece bir sabah Bahçeşehir yönünden hareket eden 146 numaralı İ.E.T.T. otobüsüne bin veya en bilineni 500T’ye bin veya bir akşam saati Zincirlikuyu’dan Metrobüse bin. Başka da bir şey demiyorum.

Duble yollar. En eskilerden... Doğrusu, kabul ediyorum; -senin tabirinle- “duble” yollar son derece gerekli ve bölünmemiş yollara nazaran daha tehlikesiz. Duble yollarla ulaşımın daha da kolaylaşması demek dolaylı olarak ekonominin düzelmesi demektir. Nasıl mı? Ülkemiz coğrafi hacim olarak oldukça geniş bir bölgeye yayılmış bir ülkedir ve bu yüzden hammadde merkezleri ile üretim tesislerinin, üretim tesisleri ile tüketim bölgelerinin, yurt dışına ihracat yapan üretim tesisleri ile ülke sınırlarının birbirine olan uzaklığı oldukça fazladır. İşte bu duble yollar, bu mesafenin kısalmasına daha doğrusu ulaşım hızının artmasına sebep olur. Böylelikle sanayi büyür, işsizlik oranı düşer, üretim kapasitesi artar ve ekonomi kendini ayakta tutar hale gelir.  Fakat böyle bir şey ne yazık ki olmadı. Ne cari açığımız, ne dış borcumuz… Hiçbir şekilde bitmedi, bitmesi de mümkün değil zaten. Yollar vatandaşın cebinden çıkan paralarla yapılırken, ekonomi ithalata odaklı hale geldi. Üstelik yine müteahhidini zengin eden ve rant fırsatı olarak görülerek inşa edilmiş yolların her yıl yenilenme gereksinimi ise içler acısı bir durum. Yoğun yaz sıcaklarında eriyen ziftler, üstlerine yapılan yamalar, toz toprak. Elini vicdanına koy ve bugün, ortalama 300 kilometrelik bir yol kat edimi esnasında, bir tarafı tadilat için kapatılmış ve ulaşımın diğer yöne aktarılmış olduğu bir yolla karşılaşma ihtimalin nedir, cevap ver. Almanya’da hala Hitler zamanından kalan otoyollar jilet gibi kullanılabiliyorken, biz 2014 yılında çukurlarla çakıllarla mücadele eder vaziyetteyiz. Üstelik otoyollardaki enteresan hız sınırlaması da düşündürücü bir durumdur. Sonra bekle ki sanayi gelişsin, üretim hızlansın da istihdam artsın. Tabi.

Ayrıca maksadın ve hedefin ekonominin kalkınması olsa ülkenin en büyük sanayici ve iş adamlarını karşına almaz, meydanlarda onlar aleyhinde propaganda yapmaya kalkmaz, bu iş adamlarını hedef göstermezdin. Senin derdin tamamen şahsi menfaatlerin. Kişisel çatışmaların ve hesaplaşmaların. Hızla zenginleşen iş adamlarının kim olduklarını ve neye, ne adına hizmet ettiklerini biliyoruz.

Her neyse, yük taşımacılığı demişken; yük taşımacılığının temel direğinin demiryolları olduğunu belirtmekte fayda var. Dünya genelinde, daha doğrusu gelişmiş ekonomilerde uygulanan yöntem bu. Hani şu Konya’dan Ankara’ya tek bilet fiyatı 15 lira olmasına rağmen okula gitmek için yolculuk eden arkadaşın kullandığı (demek ki ablanın durumu iyimiş), billboardlarda ve televizyonlarda piksel piksel reklamı yapılan, ancak Ankara’dan yalnızca Pendik’e kadar gelebilen ve ülkenin çok cüzi bir kısmının faydalanabildiği hızlı trenlerden bahsetmiyorum. Orada ölen vatandaşlarımızın acısı, yüreğimizde her zaman büyük bir yara olarak kalacaktır. Sanayi lojistiği yapacak, hammaddeyi üreticiye, üretim sonrası ürünü tüketiciye taşıyacak trenlerden bahsediyorum. Bu raylı sistem, duble yola nazaran daha işlevseldir. Ancak bu bağlamda atılmış herhangi bir adım mevcut değil ne yazık ki.

Tabi bu ve bunun gibi sözde icraatların zeminini hazırlayan asıl şey sıcak para ve dış borca endeksli ekonomi. Yüksek gelirli milli kaynakların özelleştirilmesi sonucu elde edilen sıcak para bu. Yani günün birinde mutlaka bitecek olan ve biten para. Ve dolaylı olarak yine bizlerin cebine yansıyacak olan ve yansıyan para. Yüksek toplu taşıma ücretleri, temel ihtiyaç malzemelerinin vergili fiyatlarının çeşitli uydurmalarla yeniden vergilendirilmesi, özel tüketim vergileri, deprem vergileri, faturalar filan… Bugün meydanlarda anlatmasını biliyorsun; “Artık IMF’ye borcumuz yok. IMF bizden borç istiyor.” diye… Yazık, vatandaş da zannediyor ki borç alınıp verilecek tek kurum "ayemef." Oysa özel bankalar, uluslar arası kuruluşlar, dünya bankası, büyük yabancı şirketler vs. gibi çeşitli dış kaynaklar da mevcut. Bunları dile getiremezsin çünkü bu gibi kurumlara olan hem geniş hem kısa vadeli borçlar ülkenin belini fazlasıyla bükmüş vaziyette. Hatta belki de yarın öbür gün senin Gezi Parkı eylemlerine veya 17 Aralık operasyonuna yamamaya çalışacağın ekonomik krizin temelini oluşturacak. Sıradan vatandaş da zaten yıllar yılı kanaat etmeye alıştırıldığı ve “Maaşımı alıyorum ya ben ona bakarım.” zihniyetiyle düşündüğü için seni alkışlamayı sürdürebiliyor. Oysa farkında değil ki, günde on beş saat çalışıp, yarı tok yarı aç kalarak, dört beş saatlik uykuyla, rahatsız toplu taşıma araçlarına binmek zorunda kalarak, hayvanlar gibi çalışıp, hayvanlar gibi çalıştığının karşılığında aldığı cüzi maaşın hatırı sayılır bir kısmını devlete ödeyerek, istediğini giyemeyerek, istediğini yiyemeyerek, istediği gibi sosyalleşemeyerek, "kutu" kadar bir evde yaşayacağım diye yıllarca ödemek zorunda kalacağı kredi borcuna girerek, gece demeden gündüz demeden çalışmak zorunda kalarak, paranın güç sayılmasından ötürü işverenlerin altında ezilmeye devam ederek; sadece bedenini değil,  aynı zamanda hayatından, varlığından ve değerlerinden vazgeçmiş oluyor. Yani bu adam kanaat etmek, verilenle yetinmesini bilmek zorunda hissediyor. Verdiği emeğin karşılığında kazandığının ona lütfedildiğini düşünüyor. “Sana iş veriyoruz daha ne istiyorsun?” Bu sözler bir yerden tanıdık geliyor değil mi?

Elbette doğru yapılan hizmetler, uygulamalar vardır; her şey tamamıyla bu denli usulsüz ve yanlış olamaz, insan psikolojisi ister istemez buna yöneliyor. Ancak yine de örneğin havaalanı sayısındaki artış, gelişen dünya standartlarında zaten olması gereken bir durum. Veya gelir düzeyi uygulamalarının bir getirisi olarak havayolu seyahatlerindeki fiyat uygunluğu. Bu kaçınılmaz. Senin hizmetin, yukarıda değindiğim dış kaynakların getirisi olarak havaalanları inşa etmek/ettirmek oldu. Ki bunun usulen yapıldığını varsayarak söylüyorum (Tamamen soru işareti olan ve neye hizmet ettiği açıklığa kavuşamayan ve bu denli yeşili koruduğunu (!) söylemene rağmen yapmak için kuzey ormanlarını gözden çıkardığın üçüncü havalimanı projesini tenzih ediyorum). Yine de bu dış borç, öz kaynaklarla ve kendi bünyende geliştirdiğin ‘üreten ekonomi’ ile eritilememeye devam etikçe ülkenin bir kamburu olmayı sürdürecektir.

Veya başka hizmetler. Muhakkak vardır. Sonuçta on iki yıldır iktidarda olan bir parti var ortada ve zahmet olmazsa yapıverilsin. Yine de, yukarıda kuruyemişçi Nevzat amca örneğinde bahsettiğim gibi vatandaşa hizmet götürmek zaten kaçınılmaz bir mecburiyettir. Yani olması gerekendir. Yani sesimizi; olduğunda değil, olmadığında çıkarmamız gereken. Tekrar ediyorum: Aklımızı o denli yitirmiş ve doğru olanları algılama biçimimizi öylesine şaşırmışız ki devletin vatandaşa hizmet etmesi bir lütuf haline gelmiş, eksiklikler ve verilemeyen hizmetler normal karşılanır olmuş. Devletin vatandaşa hizmet etmesini olağan karşılamak veya takdir etmemek tepkilere yol açar hale gelmiş. Eleştirmek ve talepte bulunmak zaten birer ütopyaya dönüşmüş. İnanılır gibi değil. “Bak adam hizmet ediyor işte.” diyorlar, “E etmesi gerekmiyor mu zaten?”

Diyelim ki yukarıda değindiğim, senin toplumların algılarını yönlendirerek doğru olduğuna inandırdığın ve aslında tam anlamıyla doğru olmayan “icraat”larında herhangi bir yanlış, herhangi bir terslik yok. Varsayalım her şey olması gerektiği gibi yapılıyor, sistem tam da işlemesi gerektiği şekilde işliyor. Bu demektir mi ki, yerel yönetimler ve hizmet esasları dışında yaptığın yanlışları görmezden gelmeliyiz. Olağan iyi belediyecilik, kötü siyaseti örter mi? Yani –teoride- okullarda ders kitaplarının ücretsiz dağıtılmasının başarılı bir uygulama olması (pratikteki yansıması enteresandır), aldığın rüşvetlerin ve yaptığın yolsuzlukların, adım adım diktatörlüğe yürüdüğün merdivenlerin sineye çekilmesini mi gerektiriyor? Veya yargı müdahalesini, uydurma davalarla insanların binlerce gün tutsak edilmesini veya devletin içine başka bir yapılanma sızdırılmasını… Çekiliyor ama. Kabulleniliyor. Bazısı “Adam müslüman abi” diyor, bazısı “Abi adam sapasağlam duruyor eğilip bükülmüyor işte” diyor. Ülkeyi kaosa sürükleyecek ideolojilerinin ve yönlendirmelerinin, metroyla veya köprüyle örtülebilmesine razı oluyor insanlar. Bu düşünceye mensup kesime genel olarak ‘Adam yiyor ama çalışıyor’cular diyoruz. Duyarsız, vicdan muhasebesinden yoksun… Kendi fakirleşmesine rağmen senin villalara, gemilere, uçaklara hatta ve hatta adalara kadar uzanan zenginliğinin karşısında boyun bükenler. Bu kesimin son zamanlarda savunduğu en önemli düşünce “Kim gelse rüşvet yer, bu işler yolsuzluk yapmadan yürümez.” düşüncesidir. Yazık. Algılarımızın bu kadar çirkinleştiği gerçeği, kabullendiğimiz yanlışlar ne kadar da acı. Oysa buna paralel düşünce yapısıyla bir başkası da şöyle diyebilir: “Zamanla gelişen dünya düzeninde, teknoloji ve bilimin de imkanlarının artmasıyla, kim olursa olsun, kim gelirse gelsin köprü de yapar duble yol da inşa eder. Bu bir marifet değildir.” Yani artık neyi neyle çarpıştırır hale gelmişiz. Oysa doğru bir tanedir, olması gereken tektir. Devlet yönetirken; hepsinden önemli olan vatandaşın kimliğini, varlığını ve değerini yüceltmektir. İnsanlara saygı göstermektir. Toplumun hizmetkarı olabilmektir. Vizyonu geniş, algıları açık düşünmektir. Duyarlı davranmaktır. Sen bilmezsin ama böyle şeyleri, camiler ahır yapıldı kırklarda filan, öyle değil mi? Herkes sana düşman.

Peki, dış politika… Geçenlerde Ukrayna’da yaşanan olaylar üzerine Dış İşleri Bakanlığı’ndan “Türkiye gerekirse devreye girer.” diye bir açıklama yapıldı. Güldüm. Burnunu soktuğu her olayı çıkmaza sürükleyen Türkiye mi devreye girecek? Hangi sorunu çözebilmişiz de bunu çözebileceğiz? Hangi vizyonumuzla, hangi tavrımızla? Yabancı dil bilmeyen Dış İşleri Bakanımızla mı? Artık herhangi bir ülkenin bizi ciddiye aldığını söylemek çok güç. Bir türlü eskimeyen “One Minute” çıkışının da nasıl geri döndüğüne hep beraber şahit olduk. Birçok durumda, bazı söylemlere anında yalanlama geliyor, işin doğrusunun öyle olmadığı şeklinde izahatlar sunuluyor. Birkaç sene önceye kadar böyle değildi, en azından yalanımıza bir ortak çıkıyordu. Artık durum böyle değil. Ne Mısır, ne Amerika, ne Irak ve elbette ne Suriye… Bak beyim, dış politikamız tamamen bitmiştir, ülkelerarası ilişkilerin varabileceği en dip noktaya gelmiştir, bilesin. Suriye’de Esad rejiminin tavrı ve yönetim usulleri elbette sorgulanmalıdır, ancak başkalarının iç işlerine bu denli karışır, terör örgütü El-Kaide’yle dostluk kurup, onlara tırlarca silah, uçaksavar taşıyıcı kamyonetler gönderirsen ve elindeki imkanların kullanılmasına izin verirsen, masum insanların ölmesinde pay sahibisin demektir. Oysa ne güzel savunuyordun Mursi’yi. Sandıkla seçilmiş iktidara darbe yapıldı diye çığırtkanlığını yapıyordun meydanlarda. Oradaki çatışmalarda ölen Esma için gözyaşları döktün. Gerçi Mısır cephesinden iç işlerine karışmaman üzerine “Batı uşağı bir ajandan akıl alacak değiliz.” diye ayar da yedin o ayrı bir konu da, oradaki olaylara ne kadar da duyarlıydın oysa, onu diyorum esasında (her ne kadar seçim sisteminin tuhaflığı söz konusu olsa da). Fakat Ukrayna’da da seçimle iktidar olmuş bir hükümet vardı. Bununla ilgili ağzından tek bir kelime çıkmadı. Darbe yapılmadı mı orada da? Aradaki fark neydi? Onların müslüman olmaması mı? Hani demokratiktin, hani eşitliğin, özgürlüğün timsaliydin. Ne oldu?

Oysa kendi iç meselelerimizin üstesinden gelebilmiş değiliz ki dış meselelere el atalım. Gerçi Kürt meselesinin bir çırpıda çözüme kavuşmasını beklemek yersiz olur, öylesine basit bir konu değil ancak atılan veya atılamayan adımlar, gelinen noktalar ve yapılan hamleler göz önünde bulundurulduğunda olayın tamamen bir fiyasko ve göz boyama silsilesine dönüştüğü aşikar. Öncelikle bir terör örgütüyle müzakere etmek, terminolojik olarak hatalı bir ifadedir, bırakalım eylemsel olarak doğru olmamasını. Çünkü bir devlet, ancak başka bir devletle girilen çıkmazı, çözülemeyen sorunları müzakere edebilir. Ancak sen sözde akil adamlarla, çeşitli temsilciler aracılığıyla açık açık terör örgütüyle pazarlık ediyorsun ülkenin başbakanı olarak. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Senin takındığın tavır, her tarafın ağzına bir parmak bal çalmaktan ibaret. Orta sahada top çeviriyorsun, beraberliğe oynuyorsun. Bugün gittiğin her şehirde “Ey Adana bir yıldır kaç tane şehit verdin?”, “Ey Manisa halkı, son bir yıldır şehrinize kaç tane şehit geldi?” diye kalabalıklara sesleniyorsun. Peki bu kalabalıklara açıklar mısın, bunu engelleyen unsur nedir? Sorunun silahla çözülemeyeceği, daha doğrusu çözüm yolunun silahlı çatışma olmadığı kabul edilmelidir ve elbette akan kanın durmasıdır istenen. Buna kimsenin itirazı yok. Ancak bölgedeki insanların ne istediği, senden beklediklerinin ne olduğu da ortada. 30 Mart seçimleri de bu beklentilerin karşılanması noktasında bir miladı teşkil ediyor ve ortadaki durgunluğun en büyük sebebi bu. Yani bir yandan karşı tarafın taleplerine bir nevi eyvallah diyor veya geçiştiriyorsun, diğer yandan da seçmenlerine müzakere sürecinde taviz verilmeyeceğini söylüyorsun. Çünkü biliyorsun ki, Türkiye’nin bölünmesine izin vereceğin bir politika seni koltuğundan edecek, o koltuğun nimetlerinden faydalanamaz hale geleceksin ve farkındasın ki karşı taraf için çözüme kavuşturmayacağın her beklenti yeniden kan akmasına sebep olacak. Durumun bu noktaya gelmesinin sebebi ise tamamen başarısız ve kötü uygulanmış siyasi stratejilerdir.

Tıpkı, “Türbanlı bacıma saldırdılar.” lafına inanıldığı gibi “icraat” masalların da gerçekmiş gibi ilgi topluyor, alkışlanıyor. Sanılıyor ki gerçekten kusursuz bir ekonomimiz var, toplum olarak gelir düzeyimiz ve yaşam standartlarımız çok yüksekte, işsizlik diye bir şey yok, kusursuz ülke yönetiminin bir nişanesisin, dış ülkelerle ilişkilerin çok iyi, terör konusunda tamamıyla çözüme ulaşmış bir politikan var… Oysa ne ekonomik, ne kültürel, ne siyasi, ne sportif, ne teknolojik, ne de bilimsel anlamda adından söz ettirebilmiş bir ülke değiliz. Vatandaşı aşağılayan, farklı düşünenleri dışlayan, sivil toplum örgütleriyle çatışma halinde olan, iş adamlarıyla, futbol kulüpleriyle, siyasi partilerle, öğrencilerle, öğretmenlerle, doktorlarla ve işçilerle kavgalı olan bir başbakanımız var. Sana göre herkes yanlış, bir tek sen doğrusun, değil mi? Hatayı aynada arasın millet.

Şimdi de paralel devlet diye tabir ettiğin yapı… Taze düşmanların. Oysa düne kadar koalisyon ortaklarındı bu insanlar ve bugün sahip olduğun gücün kaynağı, belki de yol gösterenleriydi… Ortaya çıkan ses kayıtları, yolsuzluk operasyonları filan, enteresan bir çatışma ortamı söz konusu şimdi… Parmağınla işaret edip hesabını soracağını haykırıyorsun bu yapıyı sorumlu göstererek ancak, hesap sorulacak kişilerin başında sen geliyorsun. Bunun tedirginliği, endişesi son derece gözlemlenebilir düzeyde.

Aslında, hakkında sana ait olduğu ileri sürülen ses kayıtlarının gerçek olduğunun kanıtlanması değil seni tedirgin eden. Senin asıl korkun, devlet içerisinde örgütlenmiş ve görünen o ki gerçekten ciddi bir şekilde kuvvet sahibi olmuş yapılanmanın esas mimarı olduğundan dolayı sana sorulacak hesabın cevabını verememek. “İyi niyetimize kurban edilmişiz.” demek, söz konusu bir ülke yönetimi ise, kusura bakma ama gülünç bir kaçış yolu aramaktan başka bir işe yaramaz. Eğer sen bugün – tıpkı Öcalan’a ‘İmralı’ diye seslenmen gibi kendisine hitap ederken ‘Pennsylvania’ sıfatını kullandığın - Fethullah Gülen’in önderi olduğu cemaati devlet içerisinde bir paralel yapılanma kurmak ve bu yapılanmanın ülkeyi karıştırma politikası izlediğini öne sürmek suretiyle suçlayıp, yargının içerisine adam sızdırdıklarına inanarak ‘temizleme’ operasyonu yapmaya kalkıyorsan ve bunun üzerine, olayların sorumlularından gereken hesabın sorulması ve hak edilen cezaların verilmesi gerekliliğini savunuyorsan, diğer yandan da zamanında bu yapılanmayla iş birliği içerisinde olan, omuz omuza yürüyen ve tüm yetkilerini kullanarak kendi imkanlarından faydalandırabilen biri olduğundan ötürü önce aynada kendini sorgulamak ve sonrasında gerekli cezayı çekmeye razı olmak durumundasın demektir. Eğer bu yapılanma yasadışı bir şekilde filizlendiyse, bu yasayı çiğneyenlerden biri sensin. Bir televizyon kanalının altyazısına kadar her şeye hakim olabiliyorken, seni koltuğundan etme girişiminde bulunacak kadar büyük bir hacme sahip hale gelen bir yapının oluşumundan haberdar olmadığını söyleme bana sakın. Yanıbaşında böylesine büyük çapta tezgah dönerken fark edemeyen bir başbakan gelecek adına neyi ne kadar güvence edebilir ki? Diğer açıdan, bu yapılanma legal bir oluşumsa eğer, şimdi meydanlarda estirdiğin rüzgarlar tamamen popülizme hizmet ediyor demektir ve soruşturmalardan alınan savcılar, görev yeri ve yetki alanları değiştirilen polisler ve diğer birtakım yetkililer tamamen senin kendi pisliğini örtmek ve toplumun gerçeklerle yüzleşmesini engellemek adına yaptığın bir hamleye maruz kalmış demektir. Yani zamanında kendi kazdığın kuyuya kendin düşmüş oldun ve şimdi bu kuyudan sağlam bir şekilde çıkmanın yolunu arıyorsun. Eğer kuyuya düştüysen, kusura bakma ama ıslanmadan çıkamazsın. Ne yargı bağımsızlığı, ne kuvvetler ayrılığı ne de hukukun üstünlüğü… Bir ülkede yargı bağımsız değilse, o ülkede demokrasiden bahsedemezsiniz. Yani, “Ne istediler de vermedik.” cümlesi, “Bir hata yapmışız.” savunmasıyla duymazlıktan gelinecek kadar basit bir ifade değil. Bu yüzden olayın bu tarafının kurcalanmasından kaçıyorsun. Bugün ağzını köpürterek saldırdığın yapının mimarı olduğunun pas geçilmesini istiyorsun. Sen sadece ses kayıtlarının gerçekliği ve sahteliği üzerinden ilgiyi başka noktaya çekmeyi amaçlıyorsun. Tam da istediğin gibi insanlar bu başlık altında yoğunlaşıyor. Fikirlerini, kayıtların gerçekliği ve sahteliği üzerinden ikiye bölerek tartışıyorlar. Asıl resmin büyüklüğünü tartışan kimse çıkmıyor ortaya. Nasılsa bir süre sora gündem değişeceğinden ötürü, asıl suçunun unutulacağını biliyorsun. Nitekim de öyle oldu.

Ben bir vatandaş olarak, paralel devlet, çete, illegal örgüt filan tanımam... Bak beyim, sana çok basit bir soru soracağım: “Eğer 17 Aralık operasyonu gerçekleşmeseydi, Ergenekon tutukluları bugün yine serbest kalacak mıydı?” Yahu bir de utanmadan serbest kalanların teşekkür etmemesine sitem ettin. Şaka gibi.

Peki kayıtlar…

Bugünkü AKP İzmir Belediye Başkan adayının bundan birkaç yıl önce sarf ettiği (ki bu kendisinin yaşamı boyunca ettiği nadir güzel laflardan biri olabilir) “Eğer yasadışı bir icraatınız yoksa dinlenmekten korkmayın.” gibi aslında durumu çok güzel özetleyen bir lafı vardır. Pekala, mahkeme kararı olmadan yasadışı dinleme yapmak cezalandırılmayı gerektirir ve hukuken karşılık bulmalıdır. Tamam. Peki, bu durum konuşmaların içeriğinin niteliğini ortadan kaldırır mı? Bunun hukuken bir karşılığı yok mudur? Senin demene göre ortaya çıkan bu kayıtlar eşinle dostunla yaptığın telefon görüşmelerine ait. Özel hayata müdahale. İyi de; konuşmalarının içeriği Emine hanıma “Akşam eve gelirken yoğurt alayım mı?” diye sormandan ibaret değil ki; neyin özel hayatı, kimin eşi neyin dostu? Bildiğin çalınan paralar, alınan rüşvetler… Yolsuzluklar… Konuşmaların içeriği tamamen skandaldan ibarettir. Böyle bir ortamda bırak başbakanı, herhangi bir devlet görevlisinin dahi bir dakika bile görevinde kalmaması gerekir. Sen, başka kaçış yolun olmadığı için mecburen, montaj bahanesine, ‘düblaj’ yalanına sığınıyorsun. Çünkü bu mücadeleyi vermekten başka şansın yok. Son dakikada kazanılan köşe vuruşunda kalecinin gol aramak için rakip ceza sahasına gitmesi gibi bir durum. Peki, neden soruşturulmasına izin vermiyorsun, madem masumsun, madem ortada böyle bir şey yok, bırak araştırılsın, izin ver TİB’den konuşma kayıtları alınsın, böyle bir şey olmadığı kanıtlansın, insanların aklında şüphe kalmasın. Olmaz mı?

Ama gerçeğin ne olduğunu sen de çok iyi biliyorsun. Yolsuzluğa bulaşan ve seni rahatlatacak deklarasyonlarda bulunması talimatını verdiğin bakanlarından birinin, istifasını açıklarken söylediği “İmar planlarının büyük bir bölümü sayın başbakanın talimatıyla yapılmıştır. Bu milleti rahatlatmak için sayın başbakanın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyorum..." sözü birçok şeyin özetidir esasında? Ben burada sabaha kadar anlatsam, neye yarar ki?

“Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu Tayyip Erdoğan.”

Uyandın. Ve musallat oldun. Yapıştın adeta. Bir keneye dönüştün. Çünkü durumu gurur meselesi haline getirdin. Geçmiş hesaplaşmaların intikamını almayı amaçladın. Koskoca ülkeyi, babanın çiftliğini yönetir gibi yönetmeye kalktın, ‘ben ne dersem o olur’culuk oynamaya çalıştın. Ülke ve dünya tarihinde hiç mi yüzde ellinin üzerinde oy alıp iktidara gelen partiler olmadı? Elbette oldu. Hangisi senin kadar kin, nefret ve öfke doluydu. Hangisi kendi seçmeni olmayan toplumu bu denli dışladı? Hangisi olmayan düşmanlar yarattı? Hangisi köylüyü payladı, çiftçiyi azarladı? Senin ‘kitlesel hipnoz yöntemi’ ile kurduğun saltanatın adı diktatöryel rejimdir. Medyayı kukla gibi oynatma arzun, yargıyı baskı altında tutma girişimlerin... Hepsi senin adamın olsun, herkes sana hizmet etsin. Hizmetkarların sana “Büyüğüm.” diye seslensin. Karşında ne doğru düzgün bir muhalefet bulabildin (Muhalefet etmek, CHP'nin onca olup biten olaylara rağmen ancak son iki üç aydır aklına gelebilmiş vaziyette. MHP'nin zaten kendi sınırları kayıtsız şartsız muhalefete müsait değil. Belki de en sağlam şekilde muhalefet edebilecek tek parti olan BDP'nin ise derdi tamamen başka), ne de duyarlı bir halk. Nedenselliği sorgulayamayan bir toplum… Herkes senin baskı rejiminle, bu kontrollü hakimiyet mekanizmanla mücadele eder hale geldi… Bilime, felsefeye ve sanata neden düşmansın? Bu insanlar doğaları gereği düzeni eleştiren, sisteme boyun eğmeyen ve muhalif olan kişiler olduğu için mi? Devlet tiyatrolarından ne istiyorsun? Gazetecilerden ne için çekiniyorsun? Kimi, ne için susturmaya çalışıyorsun? Her şey kontrolünün altında, kişisel zevklerin çerçevesinde gerçekleşsin istiyorsun. Ve devletin güçlerini şahsi hesaplaşmalarına alet ediyorsun. Seçimleri yüzde seksenle kazansan ne olur, yüzde yüzle kazansan ne olur? Toplumsal duyarlılığın ön plana çıktığı bir cenaze sonrası; o acılı, öfkeli ve kızgın insanların yürüyüş yapmasına neden polisle müdahale ediyorsun? Kışkırtmaya çalıştığın ve meydana gelmesini sağlamaya çalıştığın şey ne? Ülkeyi kaosa sürüklemek mi maksadın? Yerel seçimlerin olmamasını sağlamak mı? Yoksa ‘Yeni Dünya Düzeni’ oyunun sıradan bir parçası mısın? “Yeni Türkiye” diyerek kastettiğin şey ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurgusunun sübliminal bir mesajı mıdır? Veya “Tek Türkiye” ifadesi, ‘Tek Dünya Devleti’nin bir alt metni midir? Oysa ağaçlar kesilmesin, dedik. Bu topraklar senin dilediğince at koşturabilmen için var olmadı. Niye inat ettin bu kadar? Neyin kavgasıydı bu? Her yerden AVM fışkırıyor gökyüzüne doğru, görmüyor musun? “Tamam.” deseydin. “Madem istemiyorsunuz, yapmayalım.” deseydin. Çok mu lazımdı? İnsanlar öldü, bak. Ama sen doymadın. İnsanları birbirine düşman ettin. Çocuklar öldü. Hepsi gökyüzünde bir yıldız oldu, parlıyorlar şimdi… Sen yeryüzündesin, çamurlu, pis, lekeli…

Ülkeni, halkını ve vatandaşlarını çok seversin sen değil mi? "Bilmem." Bunu nasıl bilebiliriz ki?

Bir takla at da görelim.

1 comment:

  1. Umutlu olmak istiyorum bir ekmek kırıntısı kadar kalmış olabilir içimde... Bu yazı ile birlikte bir dilim ekmeğe dönüştü yarın da belki bir tam ekmek olur kim bilir... Zaten herkes ekmeğinin parası peşinde değil mi şu hayatta... Güzel ümitli günler göreceğiz elbet belki yarın belki yarından da yakın :)

    ReplyDelete