Mar 16, 2012

Beşiktaş Neye Kaybetti?

Beşiktaş neye, nelere, neden kaybetti diye sormadan, 'Beşiktaş Kaybetti Mi?'nin cevabını vermeliyiz öncelikle. Ve evet, Beşiktaş futbol takımı bu sezon kaybetti. Normal sezonun bitimine 4 hafta (ki sıralamada daha yukarıda olan takımların biribirleriyle olan maçları ve Beşiktaş'a göre nispeten daha zorlu bir fikstüre sahip olmaları gerçeği mevcut farkın azalmasını ve play-off'ta elde edilecek olan şansın daha da artmasını sağlayabilme ihtimali olsa bile) ve üzerine oynanacak olan play-off maçları da olmasına rağmen, evet kaybetti. Bunun cevabını şimdi verebilmemizin sebebi, son çırpınışlarla tutunabildiği Uefa Avrupa Ligi macerasının da son bulması aslında, yoksa senaryo çok önceleri belli etmişti kendini. Elbette yoluna devam ettiği Türkiye Kupası'nı kazanabilir mi Beşiktaş? Pek tabii kazanabilir, ki bu da bir başarı mıdır? Elbette bir başarıdır, hatta çoğu zaman kazananlarına hak ettiği değerin verilmediğine inandığım bir başarıdır. Ama sezon sonunu Beşiktaş Türkiye Kupası'nı kazanmış bir şekilde bitirse bile sezon başında koyulan hedeflerle karşılaştırıldığında taraftarı ve camia dahilinde başka kimseleri pek tatmin edecek bir sonuç olmayacaktır bu (şahsi fikrim o kulvarda da önünün pek parlak olmadığı yönünde ama yine de aksi bir durum kimseyi şaşırtmaz). En fazla Carlos Carvalhal "Avrupa'da kulüp tarihinin en iyi ikinci derecesini elde ettik, ligde en iyi üç takımdan biri olduk, kupayı da kazandık, gayet başarılıyız, oyuncularımın performansından memnunum" diyerek, gönlü rahat ve huzur dolu bir şekilde yaz tatili planları yapmaya koyulur, hepsi bu.


Peki Beşiktaş'ı tatmin edecek olan neydi? Geçtiğimiz sezondan devam eden ve yaz aylarındaki takviyelerle 'kağıt üzerinde' daha da kaliteli bir hale gelen muazzam bir kadro mevcuttu. Hatta muhtemel rakiplerinden Galatasaray'ın çok kötü geçen bir sezonun ardından yeni kurulmuş ve ilk sezondan gelmeyecek olan bir şampiyonlukta bile taraftarlarının anlayışla karşılayabileceği bir ortamı, Fenerbahçe'nin şike muhabbetlerinin peşisıra gelen tutuklamalarla karışan halleri ile Lugano, Emenike olayları ve Trabzonspor'un önceki sezon ligi son haftaya kadar götürmelerini sağlayan önemli oyuncularından bir kaçını kaybetmiş bir kadrosu mevcuttu. Her ne kadar Beşiktaş da teknik direktörünü kaybederek, mecburi bir plan değişikliğine gitmek zorunda kalsa da, doğruyu söylemek gerekirse, Trabzonspor ile birlikte öne çıkan iki takımdan biriydi sezon başlamadan önce hatta bir adım önde olduğunu da söyleyebiliriz. Böyle bir durumda koyulan hedefler belki üç kulvarda da zirveye ulaşmaktı ama lig şampiyonu olmanın yanına bir de avrupada yarı final görebilmek, Türkiye Kupasını kazanamasa bile, Beşiktaş için başarılı sonlandırılmış bir sezon olacaktı. Bunlar Beşiktaş'ı ve Beşiktaşlıları gayet tatmin edecekti ve açıkçası imkansız olmayan, doğru tavır ve hamlelerle son derece mümkün sonuçlardı. Peki elde kalan resimde mevcut olanlar neler? Beşiktaş'ın play-off muhabbetine rağmen ligi iyi bir yerde bitiremeyeceği aşikar, avrupa macerası uzatmalı da olsa son bulmuş durumda ve son bir umut kazanılması halinde kimseyi tatmin etmeyecek olmasına rağmen henüz ciddi bir rakiple karşılaşılmamış kupa macerası (bu arada kimse çıkıp, play-off sonrası Şampiyonlar Ligi bileti almanın başarı olduğunu filan söylemesin, yakışık almaz çünkü). Peki neden kaybetti Beşiktaş, nelere kaybetti?


Öncelikle beklenmedik bir durumla kaybettikleri ve dönüşü de beklediklerinden uzun süren bir Tayfur Havutçu meselesi vardı başlarda. Geçici olarak çözebilmek ve takımın başıboş kalmaması adına Carlos Carvalhal getirildi kulübeye. Belki Carvalhal geçmişi ve kariyeri pek parlak bir hoca değildi ama o günlerde bulunması mümkün alternatiflerde bol değildi aslına bakarsanız, biraz da mecbur kalındı gibi, Mendes'in eline bakıldı daha doğrusu. Tayfur'un dönmesi beklenenden daha uzun sürdü ve nasıl bir tesadüftür ki dönüşü takımın üst üste galibiyetler aldığı ve iyi form grafiği yakaladığı döneme denk geldiğinden dolayı Carlos'u takımın başından alıp yerine Tayfur'u koymak mümkün olmadı. Zaten öyle bir hamle ne kadar sağlıklı olurdu, tartışılır. Carlos Carvalhal son derece sempatik ve gerek taraftarların gerekse medyanın kanının ısındığı bir isim olsa da teknik açıdan yeterli olmadığı ortada. Maçlardan önce ve ya maç içinde, hatta maç dışında yapdığı/yapamadığı hamleler, kullandığı/kullanamadığı yöntemler, uygulayıp/uygulayamadığı stratejiler açısından son derece etkisiz kaldı. Takımı ve camiayı sonuna kadar benimsediğine, kendini tamamen Beşiktaş'a ait hissettiğine -ki aidiyet duygusu herhangi bir konuda başarılı olabilmenin önemli bir adımıdır- kesinlikle inanıyorum, samimiyetinden şüphe duyan da yoktur sanırım ama dediğim gibi bir takımın başında olmak ve doğru adımlar atabilmek sempatiklikten ziyade teknik verimlilikle daha mümkün.

Hem liglerin geç başlaması hem de ligin sonuna play-off oyunu eklenmesi neticesinde, eskilere göre daha geç başlayıp daha çok maç oynanacak olan bir sezonda üstelik Avrupa Ligi ve Ziraat Türkiye Kupası maceraları da mevcutken, sıkıştırılmış fikstürlerle çıkılan maçlar, takımın rakiplere karşı hazırlanma sürecini kısaltırken, oyuncuların fiziksel yorgunluklarının yanına bir de seyahatlerle doğru orantılı olarak artan zihinsel yorgunluklarla bir kat daha zorlu bir hal aldı. Kabul edelim, iki maçın arasına bulunan iki günün birinde seyahat edip, sadece maçtan önceki gün taktik antrenmanı yapıp maçlara çıkmak, hiç de kolay değil. Hangi ara rakibi analiz edeceksin, kafanda rakibe karşı strateji belirleyip, bunu oyuncularına aktaracaksın, ne zaman, hangi boşlukta? Bırakalım o 'İngilizler de öyle oynuyor' saçmalığını, iki haftada bir haftaiçi maçı oynamak ile 14 günde 5 maç yapmak arasında dağlar kadar fark var ki Sir Alex Ferguson'un bile Old Trafford'daki Athletic Bilbao maçından sonra bulunduğu sersezişlerden haberdarsınızdır. Bu sıkışık maç trafiği neticesinde puan kaybetti mi bu sezon Beşiktaş, kesinlikle kaybetti. En basit örneği bir kaç hafta önceki Galatasaray maçı aslında ki başka örnekler de mevcut. Benzer bir durum yaşayan Trabzonspor'un avrupa macerası sonlandıktan sonra lig maçlarında saha içindeki değişen performansı da bu durumun ne kadar etkileyici bir konu olduğunu gayet net bir biçimde ortaya koyuyuor aslında. Alınan sonuçlardan bahsetmiyorum, ortada oynanan oyun, mücadele ve rakiplere karşı hazır ve bilinçli bir şekilde hamle yapabilme durumu benim altını çizdiğim. Eğer izlediyseniz, zaten anlamışsınızdır demek istediğimi.


Sıkışık maç trafiğinin sebebiyet olduğu bir başka durum ise, yaşanan sakatlıklar. Fikstürü ve sakatlıkları yanyana koyduğunuzda iki tane durum ortaya çıkıyor. Birincisi üst üste çıkılan mücadeleler ve haliyle zorlamalar neticesinde artan sakatlanma riski, ikincisi oyuncusunu kaybeden ve avrupa seyri devam eden bir takımın yoğun maç trafiğinde o oyuncudan faydalanamadığı maç sayısnının rakiplerine göre neredeyse iki katına çıkması. Zaten geçtiğimiz sezonun ortasında takımın en formda ismi Ersan Gülüm'ü sezon sonuna dek kaybeden Beşiktaş, temmuzdaki hazırlık kampında aynı oyuncunun yine aynı dizinden sakatlanması sonucu bir şok daha yaşamış, üstelik büyük umutlarla Manchester United'dan kiralanan genç yıldız Bebe'nin de sezon başlamadan sakatlanıp aylarca oynayamayacak olmasıyla bir darbe daha almıştı. Ayrıca yaşanan Guti krizinin sözleşmenin fesh edilmesiyle son bulması, bu oyuncudan beklenen katkının ortadan kalkması demekti. Sezon içerisinde zaman zaman kısalı uzunlu, ciddi ve ya değil Quaresma, Almeida, Aurelio, Hilbert, Tanju, İsmail, Simao, Necip ve belki de şu an aklıma gelmeyen başka oyuncuların da yaşadığı sakatlıklarla, doğru rotasyonu ve beklenen kadro derinliğini bir türlü sağlayamadı Beşiktaş. Diğerlerini ayrı tutuyorum ama Roberto Hilbert'in yaşadığı sakatlık ve takımdan ayrı kalması, Beşiktaş'ın gerilemesine ve düşüşe geçmesine birinci derecede etki etti açıkçası. Ne acıdır ki, tamamen zorlamayla ve gerekli dinginlik sağlanamadığında meydana gelecek bir kas yırtılmasıydı yaşadığı. 15 maçlık yenilmezlik serisinin bozulduğu ve peşisıra oynanan kötü oyun ve alınan istenmeyen sonuçların Hilbert'in takımdan uzak kalıp, o Lig Tv spikerlerinin bahsetmekten pek hoşlandığı "Beşiktaş'ın savunma dörtüsü"nün bozulduğu zamana tekabül ettiğini görüyoruz. Ekrem Dağ'ın biribirinin fotokopisi niteliğinde yaptığı kademe hataları, bu hataların neticesinde gelen goller, zaten yoğun fikstür temposu ve yaşanan sakatlıklar yüzünden eksik kadroyla çıkılan ve ucu ucuna götürülen maçlar bir noktada çevrilemeyecek hale gelince Beşiktaş'ta işler tersine dönmeye başladı. Bir de kritik maçlar öncesi sorumsuzca ve düşüncesizce kart cezaları alan 'yıldız' oyuncular eklenince bu duruma, teknir direktör etkisi de tam anlamıyla verim gösteremiyorken, sezon başında şampiyonluk planları yapan Beşiktaş birden bire zirveden uzaklaşıp, hızla düşüşe geçti.

Bu zamanlarda Beşiktaş tribünleri, hatta o adına methiyeler düzmekten çekinmeyeceğimiz Beşiktaş tribünleri bile kazanamadı, onlar da kaybetti. Benim hatırladığım 3 belki de daha fazla seyircisiz bırakmalar, sayısız para cezaları vs. Elbette takım iyi gitmiyorken bir tepki gösterilip, yer yer isyan etme durumları olacaktır, olmalıdır, normal olanı da budur ama bilinçsiz ve gereksiz hırçınlıklar, devreye girip takımı ayağa kaldırmaları gereken anda takımı daha da dibe itmeleri, onlara da hiç yakışmadı.

Balık baştan kokar ama. Yönetim zaafiyeti zaten uzun zamandır aşikar Beşiktaş'ta. Hayır işin maddi boyutuna dair hiçbir şey söylemeyeceğim, borçlar filan, o zaten ayrı bir inceleme konusu. Bir menajerin eline bakıp onun tavsiyeleriyle transfer yapmak filan, saçma sapan işler. Modern futbol dünyasında asla yeri olmayan alışveriş diyalogları bunlar. Edu gibi, Sidnei gibi hangi şartlar altında futbola başladığını anlayamayacağınız tipte futbolcular, milyon eurolar ödeyip sezon boyunca toplam 90 dakika oynamayan adamlar almak. Dünyaca tanınmış yıldız oyuncu getirip, bir anlığına Beşiktaş adını sağa sola duyurmak da kulüp adına herhangi bir olumlu sonuç doğuran bir hamle değil ne yazık ki. Getirdiğin oyuncudan alabildiğin verimdir önemli olan. Doğrusu, sezon sonunda elde ettiğin başarıdır. Guti ve ya Quaresma, hatta ve hatta Allen Iverson'ı transfer etmek belki Beşiktaş'ın adına yakışacak hamlelerdir ama fayda göstermeyip takımı bulunduğundan daha ileri götüremeyecek bu isimler hiç bir zaman 'doğru transfer' olamazlar, olsa olsa 'doğru reklam stratejisi' olur ki bu da öncelikli konu değil. Dediğim gibi, öncelikli olan başarıdır. 100. Yılda şampiyon olan Beşiktaş kadrosunu hatırlayalım. O takımın en büyük yıldızı Sergen Yalçın'dı belki de, bir de sağlıklı kalabildiği ölçüde İlhan Mansız. Yabancılar içinde adını reklam kampanyalarında kullanabileceğiniz ama otuzunu bir hayli geçmiş Zago, Giunti ve Cordoba dışında -ki bunlar da gayet mütevazi oyuncular- bir başka oyuncu yoktu. Bu oyuncular 'dünya yıldızı' değildi belki ama sahaya çıkıp oynamaya başladıklarında, Beşiktaş'ı zirveye taşıma peşindelerdi, kendilerini değil. Öncelikli olan Beşiktaş'tır her zaman, öyle olmalıdır. Şu lafları ettiğim sıralarda bir yönetimi bile yok Beşiktaş'ın aslında. Bir nevi kaçıp gitmiş bir eski başkan, yönetim, başıboş kalmış bir takım... Sonra Beşiktaşlılık duruşu, kimliği... Bu takım nasıl bu hale geldi sorgusu... Beşiktaş bu sezonu kaybetti. Belki lig ve kupa devam ediyor olabilir, ama kabul edelim, öyle ve ya böyle, Beşiktaş bu sezonu kaybetti. Hem de rakiplere değil, kendine kaybetti. Umarım bu durumun farkına varması gereken kişiler bir an önce olayların farkına varıp kalıcı çözümler üretebilir. Aksi halde aydınlık bir gelecekten söz etmek mümkün değil.

Mar 13, 2012

Koraç Kupası

Kupa, Koraç Kupası. Belki teşkil ettiği önem açısından dönemin üçüncü sıradaki turnuvasıydı fakat o yıla has bir durum mu tam emin değilim, ama üzerindeki Avrupa Şampiyonlar Kupası ve Kupa Galipleri Kupası'dan çok daha büyük bir heyecana sahne olmuş, kalite açısından bir hayli yüksek seviyede geçmiş bir turnuva olmuştu. Yıl, 1996... Mart 13. Rakip, sonraları daha da yakından tanıyacağımız Bogdan Tanjevic'in koçluğunu yaptığı, Ferdinando Gentile, Rolando Blackman, Dejan Bodiroga ve Gregor Fucka gibi şimdilerde 'efsane' diye zikrettiğimiz oyunculardan kurulu Stefanel Milano. Ki İtalyan takımlarının en formda, liglerinin de zirve zamanları. Efes Pilsen ise kenarda Aydın Örs'ün, parkede Petar Naumoski'nin önderliğinde rahmetli Conrad McRea'li, Tamer Oyguç'lu, Ufuk Sarıca'lı efsane kadrosuyla. İlk maçta İstanbul'da elde edilen 76-68'lik galibiyetin avantajı, Naumoski'nin 31 sayısı, maçın sonunda Fucka'nın koluna inen baltalar, bir sayının bile değeri... Yer, Milano... Bu kez skor 77-70 Stefanel lehine... Murathanoğlu'nun dediği gibi, tam bir matematik problemi. O psikolojiyle, sayılar kendi değerinde değil haliyle. Ama her şeye rağmen İtalyanlara "Yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor..." Murat Evliyaoğlu'nun saçma sapan üçlükleri, son anlardaki serbest atışlar, Gentile'nin attığını vurduğu şutlar ve 'Kupa Bizim' nidaları... Türkiye spor tarihinde ilk büyük başarı. Tam 16 yıl öncesi.

O zamanlar ilkokul dönemimdi ve daha ziyade futbol peşindeydim, diğer çocuklar gibi. Babam da gerçi hiç bir zaman net ve tamamıyle bir basketbol izleyicisi olmamıştır ama tesadüf olsa gerek, yakından ilgilendiği ve "Olsun, basketbol daha heyecanlıdır, bakma sen" diye yargıda bulunduğu, maçların hiç birini kaçırmadığı bir zamandı. Bu son maçın da diğerleri gibi haftaiçi oynanıyor olması belki uyku saatimle çakışıyordu ama muhtemelen baba savunmasıyla çözmüştük onu da, anne hücumlarına karşı. Tam hatırlamıyorum aslında, erken miydi yoksa? Ama hatırladığım bir şey var... O zamana dek hep bıyıklarla olan kötü bağlantıları nedeniyle uzaklaştırıldığım ve tadını hayli merak ettiğim Türk Kahvesi'ni, annemin insiyatifiyle ilk kez içmiştim. Maçın heyecanı içerisinde Naumoski diye haykırıp havalara sıçrarken, bir yandan da özenle kahve fincanını kolluyordum. Sonraları pek içmedim, uzunca yıllar hatta, sevmem de zaten hala, ya da aramam diyeyim. Belki de içtiğim ve ya içeceğim hiç bir kahvenin tadının o akşamkine yaklaşamayacak olmasından dolayıdır bu durum, kim bilir. O akşam kahvenin içinde biraz bira vardı, ellerde kupa, gözlerde mutluluk. Herkes birbirini kucaklamış, çığlıklar atıyordu. Ben babamın sırtında, bir elim havayı yumruklarken, annem ayağa kalkmış ellerini birbirine vuruyor, bir yandan da "Aferin" diyordu, "Helal olsun". 13 Mart'tı. Tam 16 yıl öncesi.

https://www.youtube.com/watch?v=fUH8imq8nHg