Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri
değildir. Çocuk parklarının varoluş maksadı -adından da anlaşılacağı üzere-
çocukların oyun oynayarak vakit geçirmesi temeline oturtulmuştur ve tasarımı bu
yöndedir.
Bildiğiniz gibi çocuk denen canlı, henüz akli
terazisini dengeleyememiş, düşünme ve muhakeme yeteneğini düz bir çizgiye
oturtamamış enteresan bir varlıktır. Tarkan’ın "Dudu" şarkısını “Ata ata dertleri hep içime attım…” kısmı
da dahil olmak üzere baştan sona komple ezberlemesi aslında bir çocuğu üstün
zekalı yapmaz. Yalnızca buna inanmaya meyilli ebeveynler tarafından öyle olduğu
düşünülür. Tıpkı aynı çocuğa oyun parkında tahterevalliye binmek için
kendisinden önce gelen başka çocukları beklemek zorunda olduğunun izah
edilememesinin onu salak yapmayacağı gibi. Bu yüzden çocuktur bu; ağlar ve ennihayetinde
olgundur bu; gerilir. Çünkü bir olgun için herhangi bir şekilde sıra beklemek
son derece olağandır ve bu durum ağlamayı gerektirmez. Gelgelelim bir çocuk
için tahterevalli sırası beklemek, Gangnam Style’ı veya Beşiktaş’ın kadrosunu -forma
numaralarıyla birlikte- ezberlemekten ya da akıllı telefonda Temple Run
oynamaktan daha zordur. Olgun mantığına göre, koca bir şarkıyı hafızaya atabilecek
kadar gelişmiş olan bir akıl, bu gayet sıradan olan toplumsal refleksi de
bünyesinde taşıyabilmelidir. Bütün çatışmalar da bu basit beklenti/eylem etkileşiminin
aynı paralelde ilerlememesinden doğmaktadır zaten. Bu yüzden olgun olan kişi
“Çocuğum sus artık…” dediğinde ağlamaktan vazgeçip susan bir çocuk
görülmemiştir. Çünkü adı üzerinde o çocuktur.
Eylemsel bir hadisenin içine ‘çocuk’ giriyorsa eğer, olayın
matematiği tamamen değişkenlik gösterir ve bazı hareketler doğru orantı gibi,
mantık gibi psikolojik nedenselleme çemberine kadar uzanabilmeye müsait birtakım
bilimsel kavramlarla açıklanamaz. Bunun en güzel kaçış yolu “Çocuk işte”
butondur. Evet. Bu cümle tutarlılık gözetmeksizin meydana gelebilecek bütün
ihtimalleri saydam bir daire içine almaya ve oluşabilecek muhtemel zararları kayıtsız
şartsız meşrulaştırmaya yarar. Çünkü bir çocuk, yaşı henüz iki elindeki toplam parmak
sayısını (normal şartlar altında: on) geçmemiş olmasına rağmen çift basamaklı
sayıları toplamakta zorlanmayabileceği gibi, hiç beklemediğiniz bir anda
avucuna aldığı kum veya çakıl taşı gibi yabancı maddeleri ensenizden içeri
atmakta ya da ağız dolusu bir tükürüğü başka bir çocuğun suratına yapıştırmakta
da bir sakınca bulmayabilir. Bunlar gerçekleşmeye müsait, ihtimal dahilinde
olan bazı temsili gerçeklerdir. Bu tarz birbirine zıt reflekslerin nasıl oluyor
da aynı bünyede barınabiliyor olduğuna şaşırmayın. Ve hatta benzer bir durumla
karşılaştığınızda kendinizi kullanılmış ve ihanete uğramış gibi de hissetmeyin,
çünkü bu olağan bir hadisedir. Siz hayatınızdan ve vaktinizden fedakarlık etmiş
olabilirsiniz ancak o çocuktur ve elindeki meyve suyunu beyaz tişörtünüze dökme
konusunda sınırsız özgürlüğe sahip olduğunu bilir. Parktaki yabancı çocuğun
suratına püskürtülen tükürüklerden dolayı anne-babasından özür dilemeye çalışırken,
içinizden kırk altı ve yirmi ikinin toplamının kaç ettiğini düşünerek
sakinleşmeniz mümkün değildir. İşin daha da acıklı kısmı, siz düşünürken o
gelir ve “altmış sekiz” diyebilir, buna hazırlıklı olun. Mağlubiyeti kabullenin
ve içinizden aynı cümleyi tekrarlayıp olayı mantık çerçevesinde irdelemekten
vazgeçerek söz konusu kaçış butonuna basın: “Çocuk işte…”
Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri
değildir. Bunu yeğenim Yiğitcan’ı sıcak bir eylül günü çocuk parkına götürdüğümde
anlamıştım. Yiğitcan demişken. Yiğitcan ismi esasında pek güncel sayılmaz dönem
koşullarınca. Evet. Biraz modası geçmiş gibi. Çünkü Yiğit gibi, Mert, Berk, Egemen
gibi gücü, kudreti ve kuvveti ifade eden isimler bundan aşağı yukarı yirmi,
yirmi beş sene kadar önce konuluyordu çocuklara. Artık o çocuklar büyüdüler.
Okullarını bitirdiler, aralarında askere gidenler oldu, bedelliden faydalananlar
bile olmuştur muhakkak. Doğrusunu söylemek gerekirse iş güç sahibi olup evlenen
Mert’ler de tanıyorum. Belki o Mert’lerden Yiğit’lerden biri, doğacak çocuğuna kendi
babasının ismini koyabilmek için karısı Burcu’yla kavga etti. Belki bazıları
boşandı. Eğer içlerinden kendi babasının ismini çocuğuna ikinci isim olarak bile
olsa koydurmayı başaranlar varsa eminim ki şanslıydılar. Çünkü o Burcu’ları, Sinem’leri
iyi tanırım; oğluna Nurullah ismini koymayı kabul etmeleri için kendilerine diretmek
gerçekten anlamsızdır. Genellikle mağlubiyete boyun eğip sahayı sportmence terk
etmek gerekir böyle durumlarda. Eğer etrafınızda Süleyman Kaan gibi Mustafa
Çınar gibi oldukça alakasız kombinasyonlara sahip isimli çocuklar dolanıyorsa
bunun sebebi, dediğim şekilde sahayı terk etmeyip uzatmaların son anına kadar
golü kovalayan ve neticede en azından bir puanı hanesine yazdırmayı
başarabilmiş Mert’lerin gösterdiği direnişin zaferidir.
Elbette bir süre sonra etraftaki bütün çocukların adı
Yiğit olmaya başlayınca farklı bir çözüm aradı insanoğlu bundan yaklaşık on, on
beş yıl kadar önce. Tamamen eskiye; Turgut'lara, Niyazi'lere dönmek pek akıl
karı değildi, çünkü eskilerin çoğu hala hayattaydı ve nereden baksanız otuz küsür
seneleri daha vardı. Yeni bir akım yaratmak için ise oldukça erkendi, o zamanın
(Nihat Doğan mode: On) konjonktürel (Nihat Doğan mode: Off) yapısı dikkate alındığında
toplumun bunu benimsemesi mümkün değildi. Bir geçiş dönemine ihtiyaç vardı. Bu
sebeple Yiğitcan’lar, Berkay’lar, Oğuzhan’lar bir öncekilerin yeni sürümü
olarak atmosfere salındı ve on küsür senelik geçiş dönemi bu talihsiz yöntemle
atlatıldı. Yeğenim Yiğitcan da bu akımın arta kalan rüzgarından etkilenmiş bir
çocuk işte. Doğrusunu söylemek gerekirse söz konusu geçiş dönemi atlatılalı ve
yeni jenerasyonun isim jargonu belli bir kalıba sokularak kullanıma açılalı
hatırı sayılır bir süre geçti ve bu şartlarda kendisine isim tercihi yapılırken
Yiğitcan'ı seçmek yerine, bazı iklimsel ve jeolojik terimlerden veya çeşitli
bitki isimlerinden faydalanılmalıydı. Yukarıda modası geçmiş derken kastettiğim
buydu yani. Ayrıca Yiğitcan isminin modası geçmiş isimler arasında anılması
kulağınızı tırmalıyor ve algınızda karşılık bulmuyor olabilir ancak kabul
etmeliyiz ki altı yaşındaki yeğenimin adı günümüzün isim koyma modası dikkate
alındığında Yiğitcan değil de ne bileyim Poyraz, Çınar veya Doruk gibi bir şey olmalıydı
sanki. Toplumun öngördüğü davranış biçimi bunu gerektiriyor gibiydi. Her neyse.
Konumuz bu değil.
Çocuk parklarında
salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan çocuklar bulunur. Tahterevalli bulunur,
barfiks demirleri bulunur. Bu aletler ortalama çocuk ölçüleri dikkate alınarak
tasarlanmıştır. Çocuk parklarında ağaçlar bulunur. Parklar, doğal bir görünüm
kazanması maksadıyla kimi renkli bitkilerle süslenmiş olur. Bazı çocuklar düşer
ağlar, bazıları kavga eder ağlar. Bu yüzden yanlarında bir refakatçi muhakkak vardır.
Parkın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş oturma bankları da bu refakatçilerin
dinlenebilmesi, yeri geldiğinde yakınlaşıp yeni arkadaşlıklar kurabilmesi
içindir. Bir dede, bir abi, bir teyze ve nadiren de olsa bir anne mutlaka
gözlemlenir bu çerçevede. Hafta sonları ise genellikle babalar üstlenir bu
görevi. Güneş gözlüklü, naylon yelekli, spor ayakkabılı, tıraşsız babalar. Bu
ortamlarda babaların arkadaş edindiği pek görülmez. Yetişkinlerin parkta
bulunma maksadı kesinlikle yanlarında getirdikleri çocuğu gözetmekten, ne
bileyim bindiği salıncağı sallamaktan veya dondurma, mısır, cips gibi zararlı
besinleri yedirmekten öteye geçmemelidir. Görevlerini yerine getirmeli ve
olaysız şekilde dağılmalıdırlar. Çünkü çocuk parkları çocuklar oynasın ve güzel
vakit geçirsin diye vardır. Serserilik ve taşkınlık yapmak için değil.
Esasında çok alakasız bir sebepten ötürü pek alışık
olmadığımız bir muhitteydik o gün. Çevredeki binalar, yerleşim şekli, insan
popülasyonu her zaman karşılaştığım, gözümün aşina olduğu perspektifte değildi.
Eski kasa bir Renault ile gelmiştik buraya ve bazı çocuklar paçalarından
çekiştirerek geldiğimiz arabayı gösteriyordu babalarına. Değişik bulmuşlardı
demek ki çocuk aklıyla işte, ilgilerini çekmişti yani. Babaları bizden iğreniyordu
muhtemelen. Onların egzozlarından okyanus esintili oda parfümü salınıyordu çünkü.
Hayatımda hiç görmediğim cinsten kaldırım taşları vardı yerlerde, değişik desenlerle
şekillendirilmişti bu taşlar ve adını bilmediğim ağaçlara uzun uzun baktım. Parlak
renklerle özenle boyanmış dünyanın ortasında kalmış kapkara bir gölge gibiydik
ailecek. Yine de konum olarak bazı çok güzel kızlara birkaç metre uzaklıkta
gibiydim. Hiç şansım olmadığını biliyordum ancak, en azından Titanic’i
seyretmişliğim vardı. Yiğitcan’ı parka götürme konusu söylentide karşılık bulsa
da henüz eylemsellik kazanmamıştı. Fırsattan istifade, hazır zengin ve lüks bir
muhitteyken; dalıp gitmiştim bir an.
Benim çocukluğumda seyyar çocuk parkları gelirdi
mahallemize; para verir, öyle binerdik salıncağa. Forsumuz büyüktü. Oysa çocukluğumun büyük bir kısmı
Bayrampaşa’da geçmişti ve oturduğumuz sokak yokuş aşağıydı. Sanki bütün
yokuşların ucu güneye çıkıyormuş gibi gelirdi bana küçükken, çünkü güneyi
sadece atlaslardan tanıyordum ve dolayısıyla bütün mahalle maçlarımız güneye
doğruydu bu yüzden. Zor bir deplasmandı Selimpaşaspor doğrusunu söylemek
gerekirse, kolay kolay mağlup olmazdık kendi sokağımızda; takım içi uyumumuz
son derece iyi, pazardan aldığımız kramponlarımız ise çakma birer Diadora'ydı. Kör
Samet kalede devleştikçe, ben Batigol olurdum uçuşan saçlarımla ki attığımı
vurduğum günlerdi o zamanlar, kızların gözü üzerimde. Okulların açılmasına beş
kala, tek renk jelatinle kaplanmış defter ve kitapları koltukla minder arasına
koyup düzleşmesi için saatlerce üzerinde otururduk o dönemde. Yazın kavurucu
sıcaklarında dahi Haliç'ten geçerken arabanın camlarını kapatırdık. Kıyasıya
geçen çivili tahta müsabakalarında Christian Ziege'yi sol beke alırdım Almanya'yı
seçtiğim zamanlarda ve çivili tahtada orta sahalar beş kişiden oluşmazdı asla. Bir
topu, dikişleri patlayana kadar kullanmanın ve hatta dikişleri patladığı için
kauçuğu çöp olan o topun şambreliyle çift kale maç yapmanın ne demek olduğunu
çok iyi bilirdim. Kontra pedallı bisikletlerimizle cayır cayır izler bırakırdık
asfaltlarda, pedalı kontra olmayan zengin çocuklarına bir iki tur verirdik,
sevinsin garibanlar diye. Onlar servisle giderken okula, biz Magirus’un
motorunda muavinlik yapardık. Çarkıfeleği Tarık Tarcan sunardı. Lunaparklarda
para ödeyerek tümsek ve çukur aynalara bakılırdı, saçma sapan işler. Galatasaray'lı Suat'ın
sırma saçları gündemdeki yerini kaybetmezdi hiçbir zaman. Bir de Nartallo vardı. Gazoz kapağı
oynardık; günümüzde bu oyunu oynayan bir çocuk var mı, emin değilim. O
zamanlar hücum süreleri otuz saniyeydi, tek pota maçlarda sayıyı atan değil
yiyen başlardı oyuna ve John Starks'ı Ender Bilgin'in sesinden dinlemek
zorundaydık. Daha da güzeli; gerçi gayet klişedir ama, hiçbir yaz tatilinde
tatil beldelerine, sahil şeritlerine gitmemiştim. Çocukluğumun bütün yazları köyde geçmişti ve iyi bir çelik çomak oyuncusu olamasam da bir
günde kunut dualarını ezberlemeyi başarmıştım. Belki de din ile devlet
işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini, ezberlediğim her dua için
anneannemden aldığım bahşişler sayesinde öğrenmiştim. Bir keresinde bir markım
bile olmuştu bu sayede. Bu yüzden kimse benden, fıskiyenin bir medeniyet
göstergesi olduğuna inanmamı veya ceket giydirilmiş süs köpeğini normal bir
şeymiş gibi karşılamamı beklememeliydi burada. Şaşkın bakışlarımın sebebi
geçmişimin izleriydi. Olsun. Hiç şansım olmadığını bilsem de oldukça yakınlarda
çok güzel kızlar olduğuna emindim ve burnuma gelen gri eşofman altı kokusu
bunun bir kanıtıydı.
Yiğitcan'ı parka götürme konusu ciddiyet kazandıkça heyecanım
artmaya başlamıştı. Çünkü bizim mahalleden Sedat Abi'nin ilk karısıyla tanışma
hikayesi bir çocuk parkında geçiyordu ve bu efsanevi hikayeyi dinlediğim andan
itibaren aşkın bazı tesadüfleri ve haliyle şiirsel rastlantıları sevdiğine
kanaat getirmiştim. Gerçi evliliklerinin onuncu ayında şiddetli geçimsizlikten
veya şiddetsiz geçimlilikten dolayı boşanmışlardı ancak bu durumu Sedat Abi'yi
az çok tanıdığım için normal karşılamayı becerebilmiştim. Sonucundan ziyade, olayın
beni içine çeken kısmı o masalsı başlangıcıydı.
Üzerimde en sevdiğim gömlek, içimde en sevdiğim donum
vardı. Açıkçası hoş bir hanımefendiyle ilk buluşmama gidecek ve güzel bir akşam
yemeği yiyecek olsam yine o şekilde giyinir, saçlarımı o gün olduğu gibi
tarardım. Parka doğru yola koyulduğumuzda Yiğitcan’ın kocaman gözlerinde
beliren aydınlık, sanki hiç sönmeyecekmiş gibi gelmişti. Ortam güzeldi ve
doğrusu acelemiz de yoktu. Sanki öğlen yürüyüşüne çıkmış; makyajsız, güneş
gözlüklü ve siyah taytlı bir Bade İşçil, acar magazin muhabirlerinden birine
yakalanacak ve ayaküstü röportaj vererek unutulmak üzere olan yüzünü insanlara
yeniden hatırlatacak gibi bir atmosfer vardı civarda. Çünkü biz pazar günü
kahvaltı sofrasında magazin programı seyreden bir toplumduk ve nerede bir Bade
İşçil görsek, tanırdık.
Çocuk parkına vardığımızda etraf beklediğimden daha
sakindi. Küçük bir velet, tasmasından sıkı sıkıya tuttuğu köpeğinin çişini
yaptırıyordu bazı süs bitkilerinin üzerine. Bizi görür görmez çekiştirerek
uzaklaştırdı köpeği ortamdan ve giderken arkasına bile bakmadı. Diyecek bir
lafım yoktu oysa çocuğa. Defalarca umuma açık alanlarda işemişliğim vardı
çünkü. Yiğitcan önce kaydırağa koştu, birkaç kez kaydı. Ben uzaktan onu
seyrederken bana el salladı. Çocuk belli ki hayatında ilk defa böylesine
kaliteli bir park görüyordu. Demirleri pas tutmamış, plastikleri delinmemiş
oyuncaklar. Biraz sonra Hüner Coşkuner'e benzeyen orta yaşlı bir kadın geldi
yanında sarışın bir kız çocuğu ile birlikte. Ondan birkaç dakika sonra da
bermuda şortlu, emekli olduğu her halinden belli olan bir amca torununu getirdi
parka. Sinekkaydı tıraşı göz kamaştırıyordu. Ortam yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Az sonra Yiğitcan salıncağa
geçince onu sallamam gerektiğini fark ettim. Birkaç dakika boyunca salladım.
Sonra salıncaktan vazgeçip zincirlere tırmandı. Zincirlerden indi
tahterevalliye bindi. Tahterevalliden inip tekrar kaydıraktan kaydı. Bir süre
sonra sıkılacağını bu döngünün başa sarmasından tahmin etmeye başlamıştım. Çocuk
mutlu olsun diye “Şu an en çok ne istersin?” gibi gayet riskli bir soru sordum.
“Tabanca” dedi. Çocuk tabi, bulunduğumuz muhitin seyyar oyuncakçıları veya
pamuk şekercileri barındıramayacağının farkında değildi. “Burada bulamayız ki!”
dedim, sebebini sorsa muhtemelen açıklayamazdım. Neyse ki sormadı. Sonra Yiğitcan’ın
elinden tuttum, parkın karşısındaki Migros Jet’e götürdüm ve birkaç parça
zararlı yiyeceklerden aldım. Çünkü zararlı yiyecekler çocukların en sevdiği
şeylerin başında geliyordu. Söylesenize mavi renkli yiyecekler boya değildi de,
hangi meyvenin aromasıydı?
Parka döndüğümüzden kısa bir süre sonra, üzerindeki
parlak eşortmanlardan anlaşıldığı üzere yürüyüş yapmaya çıkmış elli küsür
yaşlarında bir adam, Hüner Coşkuner’e benzeyen kadına “Merhaba Hüner hanım.
Uzun zamandır yoktunuz ortalıklarda.” dedi. Kadın demek ki Hüner Coşkuner’di. Merakla
dinledim. “Türkbükü'ndeydik Münir Bey, yeni geldik. Nasılsınız görüşmeyeli?”
diye yanıtladı Hüner Coşkuner. Az ünlüler, şöhretlerini yitirdikten sonra nasıl
oluyor da hala lüks bir hayat yaşamaya devam ediyorlardı, anlayamıyordum. Yani
Hüner Coşkuner şu an nereden para kazanıyordu da yazlarını eşi dostuyla Türkbükü'nde
geçirebiliyordu. Veya böylesine lüks bir muhitte yaşayabiliyordu. Albüm satıp
para kazanmadığına emindim. Demek ki çok iyi bir miras kalmıştı bir yerlerden.
Ne bileyim işte, daha fazla level atlayamıyordum bu düşünce perspektifiyle. Demek
ki, diyordum, zamanında çok fazla daire almış kazandığı parayla. Demek ki iyi
kazanıyormuş. Evet. Bu kadardı işte. Elime büyük miktarlarda para geçmesi
durumunda, paranın tamamı ile daire alıp onların kirasıyla geçinmekten başka
bir fikir canlanmıyordu kafamda. Kabul etmeliyim ki, ticari zekam ve ahlakım
içler acısıydı. “İyiyiz, sağolun. Fazla uzaklaşmayın buralardan, özlüyoruz
sonra.” dedi Münir Bey Hüner Coşkuner’e pis pis sırıtarak ve terini soğutmadan
uzaklaştı. Ayaküstü, iki potansiyel yaşlının flörtleşmesine tanık olmuştum.
Giderken Münir Bey’i arkasından izledim ve elindeki yarısı erimiş çikolatayı
emen Yiğitcan’ı dürterek salıncağa götürdüm. “Hadi biraz daha sallanalım da,
gideriz.” dedim. Keyfim kaçmıştı.
O esnada tanrının eli değdi işte. Bunu biliyordum.
Yanında şeker mi şeker küçük bir kızla girdi parkın içine o. Kardeşi miydi,
yeğeni miydi, yoksa allah korusun kızı mıydı bilemedim. Düz, parlak saçları göz
kamaştırıcıydı. Sapsarıydı, güneş gibi. Mini boyutlardaki kot şortu, yaz
sıcaklarının hala yürürlükte olduğuna işaretti. Tıpkı kolsuz beyaz badisi ve terlikleri gibi. Eğer anası
babası adını Melek koymadıysa büyük bir terbiyesizlik yapmışlardı bundan yirmi
küsür sene önce. Bir müddet izledim Melek’i. Onu izlerken Yiğitcan’ı öylesine
enfes salladım ki salıncakta, çocuk adeta yeniden doğmuş gibi sevindi,
daha önceki sallanışlarının hiçbir değeri kalmamıştı gözünde. Asla inmek
istemeyebilirdi salıncaktan. Ne güzel işte, hiç inmezse, hep Melek’i
izleyebilirdim ben de. Yanında getirdiği küçük kızı, önce parktaki diğer
çocukların arasına saldı Melek. Doğru ya, benim aklıma nasıl gelmemişti böyle
bir şey. Biz görmemişler gibi oyuncaklara saldırmıştık Yiğitcan’la önce, dakikalar
sonra beklediği metrobüs gelen yolcular gibi aç gözlüydük, paldır küldür. Açık
büfe kahvaltıda tabağını tepeleme dolduranlar gibiydik. Oysa önce sosyal
çevreyi ve ikili diyalogları sağlamlaştırmak gerekiyordu.
Bir şekilde olaya dahil olmalıydım. Bu yüzden en yakın
ihtimal olduğu için tahterevalliye yönelecekleri anı kollamaya başladım. Yiğitcan'ı
salıncaktan indirdim, biraz yürüdük. Bir an Hüner Coşkuner'le göz göze geldik.
Hemen kafamı çevirdim. Melek, koltuklarından biri boşalınca küçük kızı oturttu
tahterevalliye biraz sonra. Bermuda şortlu amcanın torunuyla Melek’in yanındaki
küçük kız karşılıklı sallandılar yukarı aşağı. Ufak ufak yanaştım olay yerine
doğru ve kısa bir süre sonra bermudalı torununu kaldırınca Yiğitcan'ı boşalan
oturağa doğru ittirdim. Hareketimin sertliği çocuğu rahatsız etmişti muhtemelen
ve önce kaşlarını çattı sonra bir tekme salladı bana doğru. Neyse ki ayağının
boyu kısaydı, boşluğa denk geldi. Tam Yiğitcan oturağa oturacağı esnada Melek’in
seslendiğini duydum. "Pardon, şu küçük binecekti." diyerek bir başka
çocuğu işaret etti. O çocuğu kesebilirdim. Doğduğunda sünnet etmemişlerse,
sünnet edebilirdim. Tebessümle karşıladım ister istemez ve
"Afedersiniz" diyerek Yiğitcan'ı çekiştirdim. Yiğitcan huysuzlandı.
Tahterevalliye binmek için ısrar etti. Ben durumu izah etmenin bir yolunu
ararken, diğer çocuk oturağa oturdu ve o andan sonra Yiğitcan’ı kontrol etmem
mümkün değil gibiydi. Kolundan çekiştirdim. Karşı koydu. En sonunda kucağıma
alıp olay yerinden uzaklaştırmam gerektiğine karar verdim. Belinden kavrayıp
havaya kaldırdığım esnada daha büyük çırpınışlar sergileyerek kucağımdan inmeyi
başardı. Sanıyorum ki onu en son üç dört yıl önce kucağıma almıştım,
hazırlıksız yakalandım. Adeta güreşiyorduk ve tüm bunlar olurken Melek
tahterevallinin diğer yakasından bizi izliyordu. Zaten olmayan şansım iyiden
iyiye kara deliğe dönüşmeye başlamıştı.
Sonra bize doğru yaklaştı Melek. Durumun daha büyük
bir tatsızlığa yol açabileceğini öngörmüştü demek ki. Kısık sesle bana
Yiğitcan'ın adını sordu çaktırmadan, "Yiğitcan" dedim yüksek bir
sesle. Sonra Yiğitcan'a doğru eğildi, o eğilince ben gözlerimi kaçırmaya dikkat
ettim. "Yiğitcancım, önce bu kardeş geldiği için sıra onda, biz kalkınca
sen binebilirsin tamam mı tatlım? Birazcık beklemelisin." dedi. Yiğitcan
duruldu ve direnmekten vazgeçti, tamam dercesine başını salladı. Demek ki
yalnızca beni büyülememişti.
Yanlarından uzaklaşırken inceden bir göz kırptım
Melek’e ama fark edip etmediğini algılayamadım. Hemen yanımızdaki boş banka
oturduk. Aradaki boşluğu bütün çocuklara sorulan bazı saçma sorularla
Yiğitcan'ı sıkıştırarak değerlendirmeyi tercih ettim. Yiğitcan yeni eğitim
sisteminin içine çektiği masum çocuklardan biriydi. "Sevgilin var mı?"
diye sordum. Kafasını salladı sağa sola, bu yok demekti muhtemelen. Şaşırmış
gibi yaptım. "Nasıl yani sizin sınıfta kız yok mu?" diye ısrar ettim.
"Var" dedi. "En güzeli hangisi?" diye sordum.
"Hiçbiri" dedi. Tanrım, çocuklar neden bu kadar zordu. Baktım olacak
gibi değil, “En sevdiğin ders hangisi?” diye sormak zorunda kaldım. Verdiği
cevaba hem şaşırdım, hem de sevindim. “Matematik” dedi, benim de en sevdiğim
ders matematikti. “Kırk altı yirmi iki daha kaç eder?” diye sordum. “Ne saçma
şeyler konuşuyorsun ya!” diye bağırdı. Kızdım. Halbuki altmış sekiz ederdi.
Küçük kız tahterevalliden inince Melek ile birlikte yürümeye
başladılar. Artık son kozumu oynamalıydım. Yiğitcan’a döndüm ve Melek’in yanındaki
küçük kızı işaret ederek, “O kızı öpersen sana tabanca alırım.” dedim. Halbuki
derdim, Yiğitcan’ın küçük çocukla arkadaş olmasından ziyade, Melek ile diyalog
kurabilmek, iletişimimizi sağlayabilecek ilk kıvılcımı ateşlemekti. Sedat Abi
ile ilk karısının tanışma hikayesi ise tamamen bambaşkaydı. Açıkçası rastgele
kızlara yazdığım, bu tip serserilikler ve taşkınlıklar yaptığım pek olmamıştı,
hatta hiç olmamıştı. Ancak en azından bir kıza nasıl yazılmayacağını öğrenmiş
oldum o gün. Zaten o günden sonra maket gemi yapmaya ve yağlı boya tablolara
verdim bütün dikkatimi. Kızlar ilgi alanıma girmez oldu. Her neyse. Yiğitcan
tabancayı duyar duymaz fırladı ve küçük kızın yanına koştu. Aramızda az da olsa
bir mesafe olduğu için kısa bir süre, tam olarak detaylarıyla göremesem de kızı
öpmeye çalıştığını anladım. Sonra küçük kızın Yiğitcan’ı ittirdiğini gördüm. Bu
durumda olacakları kontrol edemeyebilirdim. Melek ise bu esnada küçük kıza “Asya’cım
napıyosun? Arkadaş canım o, niye ittiriyorsun ki?” diyerek serzenişte bulundu. Tabi
Yiğitcan’ı tanımıyordu haliyle.
Ben hızlı
adımlarla olay yerine doğru giderken Yiğitcan önce kıza esaslı bir tokat attı,
kız henüz ağlamaya başlamadan bir de ağız dolusu tükürdü. Sonra ağladı tabi
kız. Ben o esnada Melek’in gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. Muhtemelen hayatında
böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Dondu. Küçük kızın yanağındaki tükürüklere
gözyaşları bulandı. Bütün park bizi izliyordu. Çocuklar salıncaklarından indi,
dedeler sudokularını bıraktı. Migros’taki kasiyer kız kapıya çıktı. Hüner
Coşkuner yanında getirdiği çocuğu aldı ve parkın çıkışına doğru yürümeye
başladı. “Cık cık cık” sesleri kulağıma çalınıyordu ve bir şekilde özür dilemem
gerekiyordu. Yanlarına vardığımda ağlamakta olan Asya’yı kucağına aldı Melek ve
bir iki adım geri çekildi. Bir an koşarak kaçacak sandım, kaçmadı. Gözlerine
bakarak “Kusura bakmayın.” dedim. Hiç cevap vermedi. Durumu izah edebilecek geçerli
bir yöntemim ve mantıklı bir açıklamam yoktu. Başka çıkışım kalmamıştı: “Kusura
bakmayın. Çocuk işte…”