Oct 30, 2014

Çocuk İşte

Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri değildir. Çocuk parklarının varoluş maksadı -adından da anlaşılacağı üzere- çocukların oyun oynayarak vakit geçirmesi temeline oturtulmuştur ve tasarımı bu yöndedir.

Bildiğiniz gibi çocuk denen canlı, henüz akli terazisini dengeleyememiş, düşünme ve muhakeme yeteneğini düz bir çizgiye oturtamamış enteresan bir varlıktır. Tarkan’ın "Dudu" şarkısını “Ata ata dertleri hep içime attım…” kısmı da dahil olmak üzere baştan sona komple ezberlemesi aslında bir çocuğu üstün zekalı yapmaz. Yalnızca buna inanmaya meyilli ebeveynler tarafından öyle olduğu düşünülür. Tıpkı aynı çocuğa oyun parkında tahterevalliye binmek için kendisinden önce gelen başka çocukları beklemek zorunda olduğunun izah edilememesinin onu salak yapmayacağı gibi. Bu yüzden çocuktur bu; ağlar ve ennihayetinde olgundur bu; gerilir. Çünkü bir olgun için herhangi bir şekilde sıra beklemek son derece olağandır ve bu durum ağlamayı gerektirmez. Gelgelelim bir çocuk için tahterevalli sırası beklemek, Gangnam Style’ı veya Beşiktaş’ın kadrosunu -forma numaralarıyla birlikte- ezberlemekten ya da akıllı telefonda Temple Run oynamaktan daha zordur. Olgun mantığına göre, koca bir şarkıyı hafızaya atabilecek kadar gelişmiş olan bir akıl, bu gayet sıradan olan toplumsal refleksi de bünyesinde taşıyabilmelidir. Bütün çatışmalar da bu basit beklenti/eylem etkileşiminin aynı paralelde ilerlememesinden doğmaktadır zaten. Bu yüzden olgun olan kişi “Çocuğum sus artık…” dediğinde ağlamaktan vazgeçip susan bir çocuk görülmemiştir. Çünkü adı üzerinde o çocuktur.

Eylemsel bir hadisenin içine ‘çocuk’ giriyorsa eğer, olayın matematiği tamamen değişkenlik gösterir ve bazı hareketler doğru orantı gibi, mantık gibi psikolojik nedenselleme çemberine kadar uzanabilmeye müsait birtakım bilimsel kavramlarla açıklanamaz. Bunun en güzel kaçış yolu “Çocuk işte” butondur. Evet. Bu cümle tutarlılık gözetmeksizin meydana gelebilecek bütün ihtimalleri saydam bir daire içine almaya ve oluşabilecek muhtemel zararları kayıtsız şartsız meşrulaştırmaya yarar. Çünkü bir çocuk, yaşı henüz iki elindeki toplam parmak sayısını (normal şartlar altında: on) geçmemiş olmasına rağmen çift basamaklı sayıları toplamakta zorlanmayabileceği gibi, hiç beklemediğiniz bir anda avucuna aldığı kum veya çakıl taşı gibi yabancı maddeleri ensenizden içeri atmakta ya da ağız dolusu bir tükürüğü başka bir çocuğun suratına yapıştırmakta da bir sakınca bulmayabilir. Bunlar gerçekleşmeye müsait, ihtimal dahilinde olan bazı temsili gerçeklerdir. Bu tarz birbirine zıt reflekslerin nasıl oluyor da aynı bünyede barınabiliyor olduğuna şaşırmayın. Ve hatta benzer bir durumla karşılaştığınızda kendinizi kullanılmış ve ihanete uğramış gibi de hissetmeyin, çünkü bu olağan bir hadisedir. Siz hayatınızdan ve vaktinizden fedakarlık etmiş olabilirsiniz ancak o çocuktur ve elindeki meyve suyunu beyaz tişörtünüze dökme konusunda sınırsız özgürlüğe sahip olduğunu bilir. Parktaki yabancı çocuğun suratına püskürtülen tükürüklerden dolayı anne-babasından özür dilemeye çalışırken, içinizden kırk altı ve yirmi ikinin toplamının kaç ettiğini düşünerek sakinleşmeniz mümkün değildir. İşin daha da acıklı kısmı, siz düşünürken o gelir ve “altmış sekiz” diyebilir, buna hazırlıklı olun. Mağlubiyeti kabullenin ve içinizden aynı cümleyi tekrarlayıp olayı mantık çerçevesinde irdelemekten vazgeçerek söz konusu kaçış butonuna basın: “Çocuk işte…”

Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri değildir. Bunu yeğenim Yiğitcan’ı sıcak bir eylül günü çocuk parkına götürdüğümde anlamıştım. Yiğitcan demişken. Yiğitcan ismi esasında pek güncel sayılmaz dönem koşullarınca. Evet. Biraz modası geçmiş gibi. Çünkü Yiğit gibi, Mert, Berk, Egemen gibi gücü, kudreti ve kuvveti ifade eden isimler bundan aşağı yukarı yirmi, yirmi beş sene kadar önce konuluyordu çocuklara. Artık o çocuklar büyüdüler. Okullarını bitirdiler, aralarında askere gidenler oldu, bedelliden faydalananlar bile olmuştur muhakkak. Doğrusunu söylemek gerekirse iş güç sahibi olup evlenen Mert’ler de tanıyorum. Belki o Mert’lerden Yiğit’lerden biri, doğacak çocuğuna kendi babasının ismini koyabilmek için karısı Burcu’yla kavga etti. Belki bazıları boşandı. Eğer içlerinden kendi babasının ismini çocuğuna ikinci isim olarak bile olsa koydurmayı başaranlar varsa eminim ki şanslıydılar. Çünkü o Burcu’ları, Sinem’leri iyi tanırım; oğluna Nurullah ismini koymayı kabul etmeleri için kendilerine diretmek gerçekten anlamsızdır. Genellikle mağlubiyete boyun eğip sahayı sportmence terk etmek gerekir böyle durumlarda. Eğer etrafınızda Süleyman Kaan gibi Mustafa Çınar gibi oldukça alakasız kombinasyonlara sahip isimli çocuklar dolanıyorsa bunun sebebi, dediğim şekilde sahayı terk etmeyip uzatmaların son anına kadar golü kovalayan ve neticede en azından bir puanı hanesine yazdırmayı başarabilmiş Mert’lerin gösterdiği direnişin zaferidir.

Elbette bir süre sonra etraftaki bütün çocukların adı Yiğit olmaya başlayınca farklı bir çözüm aradı insanoğlu bundan yaklaşık on, on beş yıl kadar önce. Tamamen eskiye; Turgut'lara, Niyazi'lere dönmek pek akıl karı değildi, çünkü eskilerin çoğu hala hayattaydı ve nereden baksanız otuz küsür seneleri daha vardı. Yeni bir akım yaratmak için ise oldukça erkendi, o zamanın (Nihat Doğan mode: On) konjonktürel (Nihat Doğan mode: Off) yapısı dikkate alındığında toplumun bunu benimsemesi mümkün değildi. Bir geçiş dönemine ihtiyaç vardı. Bu sebeple Yiğitcan’lar, Berkay’lar, Oğuzhan’lar bir öncekilerin yeni sürümü olarak atmosfere salındı ve on küsür senelik geçiş dönemi bu talihsiz yöntemle atlatıldı. Yeğenim Yiğitcan da bu akımın arta kalan rüzgarından etkilenmiş bir çocuk işte. Doğrusunu söylemek gerekirse söz konusu geçiş dönemi atlatılalı ve yeni jenerasyonun isim jargonu belli bir kalıba sokularak kullanıma açılalı hatırı sayılır bir süre geçti ve bu şartlarda kendisine isim tercihi yapılırken Yiğitcan'ı seçmek yerine, bazı iklimsel ve jeolojik terimlerden veya çeşitli bitki isimlerinden faydalanılmalıydı. Yukarıda modası geçmiş derken kastettiğim buydu yani. Ayrıca Yiğitcan isminin modası geçmiş isimler arasında anılması kulağınızı tırmalıyor ve algınızda karşılık bulmuyor olabilir ancak kabul etmeliyiz ki altı yaşındaki yeğenimin adı günümüzün isim koyma modası dikkate alındığında Yiğitcan değil de ne bileyim Poyraz, Çınar veya Doruk gibi bir şey olmalıydı sanki. Toplumun öngördüğü davranış biçimi bunu gerektiriyor gibiydi. Her neyse. Konumuz bu değil.

Çocuk parklarında salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan çocuklar bulunur. Tahterevalli bulunur, barfiks demirleri bulunur. Bu aletler ortalama çocuk ölçüleri dikkate alınarak tasarlanmıştır. Çocuk parklarında ağaçlar bulunur. Parklar, doğal bir görünüm kazanması maksadıyla kimi renkli bitkilerle süslenmiş olur. Bazı çocuklar düşer ağlar, bazıları kavga eder ağlar. Bu yüzden yanlarında bir refakatçi muhakkak vardır. Parkın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş oturma bankları da bu refakatçilerin dinlenebilmesi, yeri geldiğinde yakınlaşıp yeni arkadaşlıklar kurabilmesi içindir. Bir dede, bir abi, bir teyze ve nadiren de olsa bir anne mutlaka gözlemlenir bu çerçevede. Hafta sonları ise genellikle babalar üstlenir bu görevi. Güneş gözlüklü, naylon yelekli, spor ayakkabılı, tıraşsız babalar. Bu ortamlarda babaların arkadaş edindiği pek görülmez. Yetişkinlerin parkta bulunma maksadı kesinlikle yanlarında getirdikleri çocuğu gözetmekten, ne bileyim bindiği salıncağı sallamaktan veya dondurma, mısır, cips gibi zararlı besinleri yedirmekten öteye geçmemelidir. Görevlerini yerine getirmeli ve olaysız şekilde dağılmalıdırlar. Çünkü çocuk parkları çocuklar oynasın ve güzel vakit geçirsin diye vardır. Serserilik ve taşkınlık yapmak için değil.

Esasında çok alakasız bir sebepten ötürü pek alışık olmadığımız bir muhitteydik o gün. Çevredeki binalar, yerleşim şekli, insan popülasyonu her zaman karşılaştığım, gözümün aşina olduğu perspektifte değildi. Eski kasa bir Renault ile gelmiştik buraya ve bazı çocuklar paçalarından çekiştirerek geldiğimiz arabayı gösteriyordu babalarına. Değişik bulmuşlardı demek ki çocuk aklıyla işte, ilgilerini çekmişti yani. Babaları bizden iğreniyordu muhtemelen. Onların egzozlarından okyanus esintili oda parfümü salınıyordu çünkü. Hayatımda hiç görmediğim cinsten kaldırım taşları vardı yerlerde, değişik desenlerle şekillendirilmişti bu taşlar ve adını bilmediğim ağaçlara uzun uzun baktım. Parlak renklerle özenle boyanmış dünyanın ortasında kalmış kapkara bir gölge gibiydik ailecek. Yine de konum olarak bazı çok güzel kızlara birkaç metre uzaklıkta gibiydim. Hiç şansım olmadığını biliyordum ancak, en azından Titanic’i seyretmişliğim vardı. Yiğitcan’ı parka götürme konusu söylentide karşılık bulsa da henüz eylemsellik kazanmamıştı. Fırsattan istifade, hazır zengin ve lüks bir muhitteyken; dalıp gitmiştim bir an.

Benim çocukluğumda seyyar çocuk parkları gelirdi mahallemize; para verir, öyle binerdik salıncağa. Forsumuz büyüktü. Oysa çocukluğumun büyük bir kısmı Bayrampaşa’da geçmişti ve oturduğumuz sokak yokuş aşağıydı. Sanki bütün yokuşların ucu güneye çıkıyormuş gibi gelirdi bana küçükken, çünkü güneyi sadece atlaslardan tanıyordum ve dolayısıyla bütün mahalle maçlarımız güneye doğruydu bu yüzden. Zor bir deplasmandı Selimpaşaspor doğrusunu söylemek gerekirse, kolay kolay mağlup olmazdık kendi sokağımızda; takım içi uyumumuz son derece iyi, pazardan aldığımız kramponlarımız ise çakma birer Diadora'ydı. Kör Samet kalede devleştikçe, ben Batigol olurdum uçuşan saçlarımla ki attığımı vurduğum günlerdi o zamanlar, kızların gözü üzerimde. Okulların açılmasına beş kala, tek renk jelatinle kaplanmış defter ve kitapları koltukla minder arasına koyup düzleşmesi için saatlerce üzerinde otururduk o dönemde. Yazın kavurucu sıcaklarında dahi Haliç'ten geçerken arabanın camlarını kapatırdık. Kıyasıya geçen çivili tahta müsabakalarında Christian Ziege'yi sol beke alırdım Almanya'yı seçtiğim zamanlarda ve çivili tahtada orta sahalar beş kişiden oluşmazdı asla. Bir topu, dikişleri patlayana kadar kullanmanın ve hatta dikişleri patladığı için kauçuğu çöp olan o topun şambreliyle çift kale maç yapmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirdim. Kontra pedallı bisikletlerimizle cayır cayır izler bırakırdık asfaltlarda, pedalı kontra olmayan zengin çocuklarına bir iki tur verirdik, sevinsin garibanlar diye. Onlar servisle giderken okula, biz Magirus’un motorunda muavinlik yapardık. Çarkıfeleği Tarık Tarcan sunardı. Lunaparklarda para ödeyerek tümsek ve çukur aynalara bakılırdı, saçma sapan işler. Galatasaray'lı Suat'ın sırma saçları gündemdeki yerini kaybetmezdi hiçbir zaman. Bir de Nartallo vardı. Gazoz kapağı oynardık; günümüzde bu oyunu oynayan bir çocuk var mı, emin değilim. O zamanlar hücum süreleri otuz saniyeydi, tek pota maçlarda sayıyı atan değil yiyen başlardı oyuna ve John Starks'ı Ender Bilgin'in sesinden dinlemek zorundaydık. Daha da güzeli; gerçi gayet klişedir ama, hiçbir yaz tatilinde tatil beldelerine, sahil şeritlerine gitmemiştim. Çocukluğumun bütün yazları köyde geçmişti ve iyi bir çelik çomak oyuncusu olamasam da bir günde kunut dualarını ezberlemeyi başarmıştım. Belki de din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini, ezberlediğim her dua için anneannemden aldığım bahşişler sayesinde öğrenmiştim. Bir keresinde bir markım bile olmuştu bu sayede. Bu yüzden kimse benden, fıskiyenin bir medeniyet göstergesi olduğuna inanmamı veya ceket giydirilmiş süs köpeğini normal bir şeymiş gibi karşılamamı beklememeliydi burada. Şaşkın bakışlarımın sebebi geçmişimin izleriydi. Olsun. Hiç şansım olmadığını bilsem de oldukça yakınlarda çok güzel kızlar olduğuna emindim ve burnuma gelen gri eşofman altı kokusu bunun bir kanıtıydı.

Yiğitcan'ı parka götürme konusu ciddiyet kazandıkça heyecanım artmaya başlamıştı. Çünkü bizim mahalleden Sedat Abi'nin ilk karısıyla tanışma hikayesi bir çocuk parkında geçiyordu ve bu efsanevi hikayeyi dinlediğim andan itibaren aşkın bazı tesadüfleri ve haliyle şiirsel rastlantıları sevdiğine kanaat getirmiştim. Gerçi evliliklerinin onuncu ayında şiddetli geçimsizlikten veya şiddetsiz geçimlilikten dolayı boşanmışlardı ancak bu durumu Sedat Abi'yi az çok tanıdığım için normal karşılamayı becerebilmiştim. Sonucundan ziyade, olayın beni içine çeken kısmı o masalsı başlangıcıydı.

Üzerimde en sevdiğim gömlek, içimde en sevdiğim donum vardı. Açıkçası hoş bir hanımefendiyle ilk buluşmama gidecek ve güzel bir akşam yemeği yiyecek olsam yine o şekilde giyinir, saçlarımı o gün olduğu gibi tarardım. Parka doğru yola koyulduğumuzda Yiğitcan’ın kocaman gözlerinde beliren aydınlık, sanki hiç sönmeyecekmiş gibi gelmişti. Ortam güzeldi ve doğrusu acelemiz de yoktu. Sanki öğlen yürüyüşüne çıkmış; makyajsız, güneş gözlüklü ve siyah taytlı bir Bade İşçil, acar magazin muhabirlerinden birine yakalanacak ve ayaküstü röportaj vererek unutulmak üzere olan yüzünü insanlara yeniden hatırlatacak gibi bir atmosfer vardı civarda. Çünkü biz pazar günü kahvaltı sofrasında magazin programı seyreden bir toplumduk ve nerede bir Bade İşçil görsek, tanırdık.

Çocuk parkına vardığımızda etraf beklediğimden daha sakindi. Küçük bir velet, tasmasından sıkı sıkıya tuttuğu köpeğinin çişini yaptırıyordu bazı süs bitkilerinin üzerine. Bizi görür görmez çekiştirerek uzaklaştırdı köpeği ortamdan ve giderken arkasına bile bakmadı. Diyecek bir lafım yoktu oysa çocuğa. Defalarca umuma açık alanlarda işemişliğim vardı çünkü. Yiğitcan önce kaydırağa koştu, birkaç kez kaydı. Ben uzaktan onu seyrederken bana el salladı. Çocuk belli ki hayatında ilk defa böylesine kaliteli bir park görüyordu. Demirleri pas tutmamış, plastikleri delinmemiş oyuncaklar. Biraz sonra Hüner Coşkuner'e benzeyen orta yaşlı bir kadın geldi yanında sarışın bir kız çocuğu ile birlikte. Ondan birkaç dakika sonra da bermuda şortlu, emekli olduğu her halinden belli olan bir amca torununu getirdi parka. Sinekkaydı tıraşı göz kamaştırıyordu. Ortam yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Az sonra Yiğitcan salıncağa geçince onu sallamam gerektiğini fark ettim. Birkaç dakika boyunca salladım. Sonra salıncaktan vazgeçip zincirlere tırmandı. Zincirlerden indi tahterevalliye bindi. Tahterevalliden inip tekrar kaydıraktan kaydı. Bir süre sonra sıkılacağını bu döngünün başa sarmasından tahmin etmeye başlamıştım. Çocuk mutlu olsun diye “Şu an en çok ne istersin?” gibi gayet riskli bir soru sordum. “Tabanca” dedi. Çocuk tabi, bulunduğumuz muhitin seyyar oyuncakçıları veya pamuk şekercileri barındıramayacağının farkında değildi. “Burada bulamayız ki!” dedim, sebebini sorsa muhtemelen açıklayamazdım. Neyse ki sormadı. Sonra Yiğitcan’ın elinden tuttum, parkın karşısındaki Migros Jet’e götürdüm ve birkaç parça zararlı yiyeceklerden aldım. Çünkü zararlı yiyecekler çocukların en sevdiği şeylerin başında geliyordu. Söylesenize mavi renkli yiyecekler boya değildi de, hangi meyvenin aromasıydı?

Parka döndüğümüzden kısa bir süre sonra, üzerindeki parlak eşortmanlardan anlaşıldığı üzere yürüyüş yapmaya çıkmış elli küsür yaşlarında bir adam, Hüner Coşkuner’e benzeyen kadına “Merhaba Hüner hanım. Uzun zamandır yoktunuz ortalıklarda.” dedi. Kadın demek ki Hüner Coşkuner’di. Merakla dinledim. “Türkbükü'ndeydik Münir Bey, yeni geldik. Nasılsınız görüşmeyeli?” diye yanıtladı Hüner Coşkuner. Az ünlüler, şöhretlerini yitirdikten sonra nasıl oluyor da hala lüks bir hayat yaşamaya devam ediyorlardı, anlayamıyordum. Yani Hüner Coşkuner şu an nereden para kazanıyordu da yazlarını eşi dostuyla Türkbükü'nde geçirebiliyordu. Veya böylesine lüks bir muhitte yaşayabiliyordu. Albüm satıp para kazanmadığına emindim. Demek ki çok iyi bir miras kalmıştı bir yerlerden. Ne bileyim işte, daha fazla level atlayamıyordum bu düşünce perspektifiyle. Demek ki, diyordum, zamanında çok fazla daire almış kazandığı parayla. Demek ki iyi kazanıyormuş. Evet. Bu kadardı işte. Elime büyük miktarlarda para geçmesi durumunda, paranın tamamı ile daire alıp onların kirasıyla geçinmekten başka bir fikir canlanmıyordu kafamda. Kabul etmeliyim ki, ticari zekam ve ahlakım içler acısıydı. “İyiyiz, sağolun. Fazla uzaklaşmayın buralardan, özlüyoruz sonra.” dedi Münir Bey Hüner Coşkuner’e pis pis sırıtarak ve terini soğutmadan uzaklaştı. Ayaküstü, iki potansiyel yaşlının flörtleşmesine tanık olmuştum. Giderken Münir Bey’i arkasından izledim ve elindeki yarısı erimiş çikolatayı emen Yiğitcan’ı dürterek salıncağa götürdüm. “Hadi biraz daha sallanalım da, gideriz.” dedim. Keyfim kaçmıştı.

O esnada tanrının eli değdi işte. Bunu biliyordum. Yanında şeker mi şeker küçük bir kızla girdi parkın içine o. Kardeşi miydi, yeğeni miydi, yoksa allah korusun kızı mıydı bilemedim. Düz, parlak saçları göz kamaştırıcıydı. Sapsarıydı, güneş gibi. Mini boyutlardaki kot şortu, yaz sıcaklarının hala yürürlükte olduğuna işaretti. Tıpkı kolsuz beyaz badisi ve terlikleri gibi. Eğer anası babası adını Melek koymadıysa büyük bir terbiyesizlik yapmışlardı bundan yirmi küsür sene önce. Bir müddet izledim Melek’i. Onu izlerken Yiğitcan’ı öylesine enfes salladım ki salıncakta, çocuk adeta yeniden doğmuş gibi sevindi, daha önceki sallanışlarının hiçbir değeri kalmamıştı gözünde. Asla inmek istemeyebilirdi salıncaktan. Ne güzel işte, hiç inmezse, hep Melek’i izleyebilirdim ben de. Yanında getirdiği küçük kızı, önce parktaki diğer çocukların arasına saldı Melek. Doğru ya, benim aklıma nasıl gelmemişti böyle bir şey. Biz görmemişler gibi oyuncaklara saldırmıştık Yiğitcan’la önce, dakikalar sonra beklediği metrobüs gelen yolcular gibi aç gözlüydük, paldır küldür. Açık büfe kahvaltıda tabağını tepeleme dolduranlar gibiydik. Oysa önce sosyal çevreyi ve ikili diyalogları sağlamlaştırmak gerekiyordu.

Bir şekilde olaya dahil olmalıydım. Bu yüzden en yakın ihtimal olduğu için tahterevalliye yönelecekleri anı kollamaya başladım. Yiğitcan'ı salıncaktan indirdim, biraz yürüdük. Bir an Hüner Coşkuner'le göz göze geldik. Hemen kafamı çevirdim. Melek, koltuklarından biri boşalınca küçük kızı oturttu tahterevalliye biraz sonra. Bermuda şortlu amcanın torunuyla Melek’in yanındaki küçük kız karşılıklı sallandılar yukarı aşağı. Ufak ufak yanaştım olay yerine doğru ve kısa bir süre sonra bermudalı torununu kaldırınca Yiğitcan'ı boşalan oturağa doğru ittirdim. Hareketimin sertliği çocuğu rahatsız etmişti muhtemelen ve önce kaşlarını çattı sonra bir tekme salladı bana doğru. Neyse ki ayağının boyu kısaydı, boşluğa denk geldi. Tam Yiğitcan oturağa oturacağı esnada Melek’in seslendiğini duydum. "Pardon, şu küçük binecekti." diyerek bir başka çocuğu işaret etti. O çocuğu kesebilirdim. Doğduğunda sünnet etmemişlerse, sünnet edebilirdim. Tebessümle karşıladım ister istemez ve "Afedersiniz" diyerek Yiğitcan'ı çekiştirdim. Yiğitcan huysuzlandı. Tahterevalliye binmek için ısrar etti. Ben durumu izah etmenin bir yolunu ararken, diğer çocuk oturağa oturdu ve o andan sonra Yiğitcan’ı kontrol etmem mümkün değil gibiydi. Kolundan çekiştirdim. Karşı koydu. En sonunda kucağıma alıp olay yerinden uzaklaştırmam gerektiğine karar verdim. Belinden kavrayıp havaya kaldırdığım esnada daha büyük çırpınışlar sergileyerek kucağımdan inmeyi başardı. Sanıyorum ki onu en son üç dört yıl önce kucağıma almıştım, hazırlıksız yakalandım. Adeta güreşiyorduk ve tüm bunlar olurken Melek tahterevallinin diğer yakasından bizi izliyordu. Zaten olmayan şansım iyiden iyiye kara deliğe dönüşmeye başlamıştı.

Sonra bize doğru yaklaştı Melek. Durumun daha büyük bir tatsızlığa yol açabileceğini öngörmüştü demek ki. Kısık sesle bana Yiğitcan'ın adını sordu çaktırmadan, "Yiğitcan" dedim yüksek bir sesle. Sonra Yiğitcan'a doğru eğildi, o eğilince ben gözlerimi kaçırmaya dikkat ettim. "Yiğitcancım, önce bu kardeş geldiği için sıra onda, biz kalkınca sen binebilirsin tamam mı tatlım? Birazcık beklemelisin." dedi. Yiğitcan duruldu ve direnmekten vazgeçti, tamam dercesine başını salladı. Demek ki yalnızca beni büyülememişti.

Yanlarından uzaklaşırken inceden bir göz kırptım Melek’e ama fark edip etmediğini algılayamadım. Hemen yanımızdaki boş banka oturduk. Aradaki boşluğu bütün çocuklara sorulan bazı saçma sorularla Yiğitcan'ı sıkıştırarak değerlendirmeyi tercih ettim. Yiğitcan yeni eğitim sisteminin içine çektiği masum çocuklardan biriydi. "Sevgilin var mı?" diye sordum. Kafasını salladı sağa sola, bu yok demekti muhtemelen. Şaşırmış gibi yaptım. "Nasıl yani sizin sınıfta kız yok mu?" diye ısrar ettim. "Var" dedi. "En güzeli hangisi?" diye sordum. "Hiçbiri" dedi. Tanrım, çocuklar neden bu kadar zordu. Baktım olacak gibi değil, “En sevdiğin ders hangisi?” diye sormak zorunda kaldım. Verdiği cevaba hem şaşırdım, hem de sevindim. “Matematik” dedi, benim de en sevdiğim ders matematikti. “Kırk altı yirmi iki daha kaç eder?” diye sordum. “Ne saçma şeyler konuşuyorsun ya!” diye bağırdı. Kızdım. Halbuki altmış sekiz ederdi.

Küçük kız tahterevalliden inince Melek ile birlikte yürümeye başladılar. Artık son kozumu oynamalıydım. Yiğitcan’a döndüm ve Melek’in yanındaki küçük kızı işaret ederek, “O kızı öpersen sana tabanca alırım.” dedim. Halbuki derdim, Yiğitcan’ın küçük çocukla arkadaş olmasından ziyade, Melek ile diyalog kurabilmek, iletişimimizi sağlayabilecek ilk kıvılcımı ateşlemekti. Sedat Abi ile ilk karısının tanışma hikayesi ise tamamen bambaşkaydı. Açıkçası rastgele kızlara yazdığım, bu tip serserilikler ve taşkınlıklar yaptığım pek olmamıştı, hatta hiç olmamıştı. Ancak en azından bir kıza nasıl yazılmayacağını öğrenmiş oldum o gün. Zaten o günden sonra maket gemi yapmaya ve yağlı boya tablolara verdim bütün dikkatimi. Kızlar ilgi alanıma girmez oldu. Her neyse. Yiğitcan tabancayı duyar duymaz fırladı ve küçük kızın yanına koştu. Aramızda az da olsa bir mesafe olduğu için kısa bir süre, tam olarak detaylarıyla göremesem de kızı öpmeye çalıştığını anladım. Sonra küçük kızın Yiğitcan’ı ittirdiğini gördüm. Bu durumda olacakları kontrol edemeyebilirdim. Melek ise bu esnada küçük kıza “Asya’cım napıyosun? Arkadaş canım o, niye ittiriyorsun ki?” diyerek serzenişte bulundu. Tabi Yiğitcan’ı tanımıyordu haliyle.

Ben hızlı adımlarla olay yerine doğru giderken Yiğitcan önce kıza esaslı bir tokat attı, kız henüz ağlamaya başlamadan bir de ağız dolusu tükürdü. Sonra ağladı tabi kız. Ben o esnada Melek’in gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. Muhtemelen hayatında böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Dondu. Küçük kızın yanağındaki tükürüklere gözyaşları bulandı. Bütün park bizi izliyordu. Çocuklar salıncaklarından indi, dedeler sudokularını bıraktı. Migros’taki kasiyer kız kapıya çıktı. Hüner Coşkuner yanında getirdiği çocuğu aldı ve parkın çıkışına doğru yürümeye başladı. “Cık cık cık” sesleri kulağıma çalınıyordu ve bir şekilde özür dilemem gerekiyordu. Yanlarına vardığımda ağlamakta olan Asya’yı kucağına aldı Melek ve bir iki adım geri çekildi. Bir an koşarak kaçacak sandım, kaçmadı. Gözlerine bakarak “Kusura bakmayın.” dedim. Hiç cevap vermedi. Durumu izah edebilecek geçerli bir yöntemim ve mantıklı bir açıklamam yoktu. Başka çıkışım kalmamıştı: “Kusura bakmayın. Çocuk işte…”

Oct 27, 2014

Sözgelimsel: (Dört) Debriyaj

basıyorum
-ayağımın tabanında karıncalar geziyor-
debriyaja ve hiç basmadığım bir türde
anlıyorum ki
debriyaja basışların
bile türlü türlüsü var
dörtteydi biliyorum
hazır basmışım diyorum
ve
atıyorum vitesi
beşe
kamyonet yükünce şeker
sığması mümkün değil
pantolona
dağıtıyorum kimsesizlere
çocuklara
dosta ve eşe
çiçekler bugün bedava
yani satılmıyor
yağmur yağarsa
ıslanmaktan korkmuyoruz üstelik
güneşe karşı duruyorum
ellerimle doyuruyorum güneşi
güneşi söküp alıyorum olduğu yerden
-parası neyse veriyorum-
ve
oyunlar oynuyorum
iki mars bir düz edip
hep yek bakıyorum
yörüngeye doğru
masallar kasabasından
ki
kavgamız sebayi dü
güneşle oturup
aynı kadehten içiyoruz sonra
gece yarısı sessizliğinde
alelacele
ve tatlı bir telaşlı
ve aklıma gelen her şey
bir bölü iki
gömleğimin düğmeleri açık kalmış gibi
ayağımda terliklerle
fırlamışım
metroların turnikelerinden
kiliselerin bahçelerinden
ve
kapıların kirişlerinden
bütün bu heyecanım
ve titremesi ellerimin
düzensiz soluk alışlar
hep bu
özleyişlerimden
hatırlıyorum
bilinçli bir anınız yok
diyordu nietzche
ki haklıydı
çünkü basmıyorsa ayaklarımız yere
ve kanatlandırıp uçuruyorsa bizi
içimizdeki kelebekler
bilincimiz yerinde sayılmıyordu
ve doğru akışkanlardan muaftı
müfredatımız
ve ben parmaklarım ucundan fırlamış
naylon terliklerleydim koşarken
dikiz aynasından izliyordum
otoban kenarından akan
ömürleri
bütün hücrelerim yabancı bir şarapla
dolup taşarken
yollar kaygan
sanki her sabah biraz dün akşam
sanki her akşam
biraz
yarın sabah
çünkü bir avuç
belki bir kaç gram
titretiyor bizi
ferrania sandolem
bir kıtadan diğerine
-belki avrupa'dan asya'ya
belki antartika'dan afrika'ya-
zehir zemberek uçacağım
rüzgarla dans edecek
yalan yanlış taranmış saçlarım
bir nefeste
tek bir nefeste
ne var ne yok
dökülecek içim
tansiyonum çıktı
büyük on dokuz
küçük o biçim
-söylesenize nasılım-
söylemeyin
bence gayet
iyiyim

Oct 10, 2014

Sözgelimsel: (Üç) Toz

bu yazının içinden ölüm geçmez
bu ölümün içinden yaşam
hiç
geçmedi zaten
tatlı sularda yok oldu katranca
gayelerimiz
çünkü alçaktı bütün kavgalar
sığ
ve bulanık
oltanın iğnesinde bir tomar ekmek ve belki bir solucan kafası
maksadımız karagözlü bir balık
daha yaratıcı olmalıydı insanoğlu
ellerini sabunla yıkamalıydı belki de
toprağa çıplak ayakla
aya çıplak olmayan bir ayakla

basmalıydı
ayın yüzeyi beş bin beş yüz fahrenheit
ayın yüzeyi dikenli
elbet çıkarılacak bir ders
bulunacaktır
her med cezirden
geldik
gelmeyi umduğumuz yer burası değildi
oysa
oysa bir dilim domates
hatta nakaratına kadar büyüyememiş bir şarkı
belki bir demlik tiyatro -ve perdesiz-
kadardı
uzun ince ve talihsiz yolculuğumuz
biz ummayı marifet sanmışız belli ki
manevgarik bir toz bulutu bu
çekiyoruz içimize
-adını her ne koyarsanız
koyabilirsiniz
hükümsüzdür dilbilgiler-
söküp attık büyük harfleri
-kitaplarımızdan değil-
-sofralarımızdan hiç değil-
alfabemizden
neticede karmaşıktır
çözülmemiştir
fark ettik ki
zaten bu çekiç gözlü harfler
hiç mi hiç büyümemiştir
bu toz bulutu şimdi
bahsi geçen
rengi belirsiz ve söz konusu
tadı damağımda ve gayet duyulmuyor kokusu
gözümüzde dilimizde pornografik filmlerimizde
kamuya açık alanlarda
kulpu parmak izli bond çantalarda
halının üzerine saçılmış ekmek kırıntısı
klozet kapağına sıçramış sidik damlası
düğün çorbasından çıkan saç teli
gibi
sizde kalsın papyonlu takım elbiseler
topuklu parlak ayakkabılar
aman efendim bize bulaşmayın
dizleriniz titrerse
bir polis kadar kanunlaşmayın
yine de
makineleşti soluklarımız
her gözlüğün bir numarası
her çantanın bir şifresi
bir yerden ısırıyorum göz olarak
bu bir elektrik akımı silsilesi
modern times

bir leyla erbil romanı mı
postmodern cambazlara göz kırpıyorum
gayet nano-postmodernce
güney sahillerinde kabuk değiştiriyorum
ve derimi
türk hava kurumuna bağışlıyorum
karşılıksız bir makbuzla
bu yazının içinden dinamit geçmez
ucu kömürleşmiş bir beton
kırkbeşlik bir plak
bu dinamitin içinden yaşam
hiç
geçmedi zaten
artık karnımız trombosite toktur
çatlaklarından sızdırıyor gezegen
kan kırmızı göz hizası
lazım olan küçük bir yoğurt kovası
var mıdır
ki muhtemelen yoktur
sesimiz duyulursa eğer
tanrının eli değecektir şüphesiz
seksenaltı meksika
tanrının kelimeleri
kifayetsiz

Oct 8, 2014

Sözgelimsel: (İki) Otel

olabildiğince ucuz
ve rutubetli
otellerde unutuldu
-ki unutmak insana özgü-
ceplerimizde biriktirdiğimiz
bütün
edepsiz hikayeler
açık ve seçik
anlatması üç yüz
dinlemesi sarımtrak bir beyaz
insan etinin ulaşabileceği en üst mertebe
terli ve kaygan biraz
deri üstü hastalıkları
parmak ucuyla hafifçe
protoplazma
tutuldu mu bırakmak olmaz
kıyısında
aynı zamanda köşesinde
ve bir yerlerinde kalan ne varsa
veyahut
başka kalan varsa aklımızın en hegel kıvrımlarında
topladık tek tek üşenmeden
doldurduk hasır bir çuvala
hasır bir çuvalın altı delik
delik deşik beş yaşında
oysa henüz soluk almaların başında
üç basamaklı bir özgeçmiş
ve
kırmızı ışıkta
-doksan saniye-
farı tozlu bir araba dursun diye bekleyen
burnu sümüklü kızın
ceplerine koyduk
gizlice
bütün insanlık adına yaptık bunu
gören herkes utansın diye
amerika kıtası icat edildi
mertlik bozuldu böylece
kimse gördü mü
bilemedik
duyan varsa göremedik
oysa
utanmak insana özgü değil
yarım yamalak
-ve asla
bir bütün değil-
kalmak zorundayız ayakta ve utanmıyoruz
halimizden
birçok yerimizden eksiğiz
kulağımızın biri sağır
tamam
bir gözümüz görmüyor gün ışığında
pekala
ellerimiz terliyor
haşa
ve
topal bir dilenci
avucunda biriktiriyor ister istemez
geçim derdini
avuç içleri yukarı bakıyor ve tanrıya dönük
bu eylemin bir adı olmalı
yaz kızım
iki nokta üst üste
bir dilencinin yaşama direnci
gözlerindeki kırmızı ateş
artık tamamen sönük
bir tekme de biz atıyoruz
bir tekme de biz yiyeceğiz elbet
doğanın kanunu olmalı bu
madde bir
halbuki ne kadar da güzeldik ilkçağda
amerika kıtası yoktu
amerika kıtası hiç olmamıştı
hiçbir otel henüz inşa edilmemişti
ve uyumak bedavaydı
sonu gelmeyen karanlık gecelerde
düşmelere alıştı uçurumlardan
veya yüksek binaların en üst katlarından
kırık dökük yüreğimiz
artık
koynumuzda saklıyoruz kutup yıldızını
ve bir gün çıkaracağız ortaya
bütün dünya saydama
umuyoruz ki
-ve ummak insana özgü-
boyanacak sonra

Oct 2, 2014

Sözgelimsel: (Bir) Senfoni

gece rengarenk
biraz kendinden geçmiş
-vermilyon dahil-
kalbim
mantarı kaybolmuş bir şarap şişesi
geldiyse başı sonu da olmalı artık
rüzgar şiddetli
lodos
hatta binbeşyüz
gözlerini açamazsın
duyulmaz bir de sözlerin
rüzgar durulmaz ve devam eder
esmeye
aylardan viyana kuşatması
günlerden bin yedi yüz seksen dokuz
fransa'da bir gündüz vakti
buyurun
siz anlatın biz aslında yokuz
bu gece biraz kalabalık aklım
aklım bir labirent
köşelerde kaybolmak
meselesi
kaygısız bir alabalık
gibi
oysa ne kadar da destansıdır
kendini kaybetmemek mücadelesi
eğer kaybolacaksak bir şekilde
doksan derece olsun açılar
soğuk hava depolarında uyuyalım
duyulmasın pepermatik acılar
şarkı mı bu
nasıl duyabileceksin acıyı
barmen oradan bir duble senfoni bana
bahşiş kalsın gözyaşlarım sana
pasaportsuz girişler
girdi mi çıkamayışlar
girdiler mi çıkmazlar çünkü
hoş gelmişler ayıp olmasın
boş gelmemişler
mülteciler
çıkarken bırakmazlar acıtmadan
yazılı bir kanun sayılmaz
insani bir refleks
evrimbilimsel açıklanabilir
-insanlıkdışı-
kafamın içi
kafa tasımın içi
meydan muharebesi az çok
uzaydan görünen çin seddi
gibi
gündelikçi kadınlar
deterjan kokulu
etli butlu
oldukça büyük memeleri
görebiliriz
bir duyan olursa
lütfen veresiye teklif etmeyiniz
bu gece biraz akümülatör
gitmek varmak demek değil
yalnızca terk etmek demektir
her mesafenin bir karşılığı
tozlanmış seyir defterinde
bulunmuyor
diye
söylenegelmektedir
birleşik devletler gülüyor
bir gezegen boylu boyunca
yanıyor
demiri daha demir
moru daha mor görünüyor
tebrikler öldünüz
size de tebrikler
aynı tondan çaldınız
şimdi dağlar kıyıya paralel
ellerim gökyüzüne dönük
kalmadı artık aşım
ve
ağrısız değil şimdi başım
kendimde sayılmam ansızın geliyorum aşka
bu gece biraz istanbul gibi
sevsen bir türlü
sevmesen bir başka