Kapıyı olabildiğince sessiz bir şekilde kapattım. Beni
beklediğini biliyordum, beni beklediğinden emindim hatta. Yine de ellerim
terliyordu, nefes alışlarım düzensizdi. İnsan bazen başına gelecek veya
karşısına çıkacak olan durumun ne olduğunu bilse dahi bazı bedensel reflekslere
engel olamaz ya; işte kalbim bunun doğruluğunu kanıtlamak istercesine göğüs
kafesimi dürtüklüyordu. Nitekim beden ve zihin ikilisi; Tümer ve İlhan gibi
ezbere, Nükhet Duru ve Cenk Eren gibi gönülden çalışmıyordu bende ne yazık ki. Daha
ziyade Rocksteady ve Bebop tadındaydı vücudumun çalışma standartları. Hiçbir 23
Nisan’da şiir okuyamadım bu yüzden kürsüde, hep kalabalığın içinde alkışlayan
oldum. Bedenim yüksek toplarla rakibin dengesini bozmaya çalışırken, zihnim
orta sahadaki pas trafiğini arttırıp derinlemesine oynamayı hedefliyordu. Biri
evlilik yıl dönümünü unutan adam, diğeri dünden kalan yemeği ısıtan kadındı. Bu
duruma katlanmak zorundaydım. Galiba artık alışmaya da başlamıştım. Biliyordum,
beni bekliyordu. Umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm.
Bu esnada çocukluk arkadaşım Kerem geldi aklıma. Kerem
alıp başını yürümüştü çoktan, daha doğrusu uzaktan duyduğum kadarıyla. Yoksa
bugün karşısına çıksam beni tanıyacağından emin değildim. Kerem iş adamı
olmuştu. Kerem lüks bir araba almıştı. Kerem lüks bir araba daha almıştı. Kerem
deniz gören geniş bir evde oturuyordu. Kerem’in bir çok deniz görmeyen geniş
başka evleri de vardı. Benim deniz gören bir eve misafirliğe gitmişliğim bile
yoktu. Araba kullanmayı da bilmiyordum, bilmeme de gerek yok gibi duruyordu
üstelik. Aylık akbile zam gelince üç gece kederden içmiştim. Kerem’in iki tane
çocuğu vardı. Kerem çocuklarının istediği ve dahi isteyebileceği hemen her şeyi
karşılayabilecek nüfustaydı. Hayat Kerem için o kadar kusursuzdu ki, çocukları
bile tam istediği gibi, bir kız ve bir erkek olarak doğmuştu. Tanrı bile
Kerem’in tarafındaydı. İlkokulda aynı fayansa işemişliğimiz vardı Kerem’le, bir
de sınıfın camından bahçeye tükürmüşlüğümüz. O günleri anımsatsam Kerem kahkahalar
içerisinde anlatırdı eminim ki. Ben utanırdım kesinlikle.
Sonra vazgeçtim. Az sonra Jim ile yüz yüze bakacaktık
ve umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm. Beni beklediğinden
emindim. Belki bir iki şarkı mırıldanırdım, belki bir parça şiir gelirdi
aklıma. Ya da susardım da Jim o büyülü sesiyle kulağımda yeni bir sayfa açardı: “This
is the end… Beautiful friend…” Karanlık koridorun duvarlarından destek
alarak doğru yeri bulmaya ve odaya yönelmeye çalışıyordum. Kerem’i unuttum
çoktan. Çünkü Kerem, mevcut düzenin kölesi olmuş içi boş bir adamdı. Belki çok
zengin ve mutluydu ancak hayata dair ne bilirdi ki? İyi ki Kerem gibi değilim,
diye düşünerek ileride zar zor görebildiğim ışığa doğru yöneldim. Bu ışık, o
ışık mıydı?
Önce kapıyı bir kez çalmayı düşündüm. Sonra bu
düşünceme güldüm istemsizce. Parmak uçlarımla kapının metal tokmağını kavradım,
küçük bir hamleyle içeriye doğru ittirdim. Açılmadı. Daha sert bir hamle
uyguladım, yine açılmadı. Sonra kendime doğru çektim. İçerideki turuncumsu loş
ışık açılan kapıyla birlikte yüzüme yansıdı. Derinlerden, daha önce hiç
duymadığım bir müzik sesi geliyor gibi bir hal vardı ve içerisi son derece
havasızdı. Birkaç adım attım, kirpiklerimi birbirine değdirmeden etrafı
gözetledim. Gözlerim yandı. Duvara asılı renkli bir tablo vardı ve Jim, sırtı
kapıya yüzü tabloya dönük bir şekilde ahşap koltukta öylece duruyordu.
Saçlarından tanıdım onu. Çatallı ve titrek bir ses çıkartabildim ancak,
heyecandan ölebilirdim: “Selamın aleyküm.”
Jim konuşmadan önce boğazını temizledi, sanırım uzun
zamandır ağzından çıkacak ilk kelimelerdi bunlar: “Selam. Demek
gelebildin.” Beni beklediğini biliyordum. Gelebilmiştim, haklıydı. “Evet.
Annemler, Hacer ablalardaydı, Hacer ablanın annesi rahatsızlanmıştı geçenlerde
de onu ziyarete gittiler, onları alıp eve bıraktım önce. Tabi minibüs kalmıyor
bu saatte, taksiyle geldim. Market de kapanmış galiba, bir iki bira alırım
diyordum.” Jim hafifçe doğrultu koltuktan ve ayağa kalktı. Üzeri
çıplaktı, altında eski bir kot pantolon vardı. Dikkatlice suratına baktım,
sakalları upuzundu. Oysa Jim’in hayatını anlattıkları filmde ölmeden önce
sinekkaydı tıraş olduğu gözüküyordu ve gerçekten de son sahnede Val Kilmer’ın
yüzü oldukça parlaktı. Filmler hep yalandı demek ki. Belki de kuşlar insanlara
saldırmıyordu gerçekte. Bu da mı film icabıydı?
“Sorma” diyerek iç çekti Jim. “Zaten saat ondan
sonra içki satmıyor. Ulan bana yapma bari! Biz yabancı mıyız? Sonra da
kapatıyor gidiyor. Yahu zaten o saatten sonra içkiden başka ne satacak ki adam,
mecbur tabi, kuruyemiş parasıyla elektriği bile karşılayamaz. Hiç olmazsa evde
çocuğunu görür.” Oysa bizim evin karşısındaki bakkal çatır çatır
satıyordu saat ondan sonra ve daha geçen ay sıfır kilometre bir araba aldı,
işleri de oldukça iyi gidiyordu. Demek ki bazı standartlara erişebilmek için
oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam
bilemiyordum. Kerem de öyle yapmıştı demek ki. Ne zaman kaleye geçtiğinde gol
yese, taş üstü diye itiraz ederdi istisnasız. Bazen kabul ederdik, bazen gol
olurdu. Böyle böyle unuttuk sokakta top oynamayı. Sonra Kerem iş adamı oldu
işte.
Jim bana doğru yaklaştı. Tanrı gibi bir adamdı
doğrusu. Hoş, tanrının neye benzediğine dair bir fikrim yoktu ama yine de
gözüme tanrı gibi gözüktüğü bir gerçekti. Karanlık duvarın dibinde duran,
minderi işlemeli sandalyeyi göstererek oturmamı söyledi. Adam tanrının dilinden
konuşuyordu, ister istemez oturdum. Lafa girmesi geç olmadı. “Okumazlar
oğlum. Ne yaparsan yap okumak gelmez içlerinden. Yalnızca şöyle bir göz
gezdirirler ve bir kenarda unutulur gidersin.” dedi. Ne dediğini
bildiğine emindim. “Hiç mi okumazlar?” diyebildim, sesimdeki
umutsuzluğa vurgu yapmaya özen göstererek. Yaşayacağım hayal kırıklığına
aldırmadan “Hiç okumazlar.” dedi. Gözlerim dolu dolu oldu.
Beni bazı gerçeklerle yüzleştirmeye can atıyor gibi bir hali vardı. Jim, çok
acayip bir adamdı. “Vaz mı geçmeliyim?” diye sordum. Vereceği
cevabı hem biliyordum, hem de çok korkuyordum. “Dünya çok değişti.” dedi,“İşler
bizim zamanımızdaki gibi yürümüyor. İnsanlar parçası oldukları oyunun farkında
değiller ve işin tuhaf kısmı, bulundukları durumun vahametinin derinliğini
anlayamamaları bir yana, elde ettiklerinin daha doğrusu önlerine itildiklerinin
bir nimet olduğunu düşünmeye alıştırıldılar. Bilgi yahut ufuk dediğimiz
pencere, bugün eskisi gibi lüks ve değerli değil, sıradan alelade bir gerçek.
Çünkü bilgi orada, ulaşılması son derece kolay. Elimizin altında ve insanoğlu
bilgiye ne kadar yakınsa esasında bilgiden o kadar uzakta. Bu yüzden,
okumazlar. Bu yüzden okumayacaklar. Dediğim gibi belki şöyle bir iki sayfasını
kurcalarlar, ilk ve son cümleye göz gezdirirler ve karar verirler. Ve derler ki
‘İyiymiş, tebrikler…’ Sen de inanmak zorunda kalırsın, başka çaren yoktur
çünkü.”
Konuyu değiştirsem iyi olacaktı. Yazmayı seviyordum. “Şarkı” dedim, “Şarkı
söylemeyecek misin?” Şöyle bir düşündü. Pek söyleyecek gibi değildi.
Eliyle odanın zeminini işaret ederek “Alt kattaki kadın yeni doğum
yaptı. Şarkı söyleyince oklavayla vuruyor, rahatsız oluyorlar herhalde.” dedi. “Dinlemezler
mi?” diye sordum gözlerimi parlatarak. Jim odanın diğer tarafına doğru
uzaklaştı.“Dinlemezler.” dedi. “Çünkü dinlemek gelmez
içlerinden. Bu onların dünyası. Bizim burada yapacak fazla bir şeyimiz kalmadı.
Bizim için esas olan yolculuktur.”
Şarkı söylemeyi de seviyordum. “Ben söylesem
olmaz mı?” diye ısrar ettim. “Tamam ama kısık sesle söyle.
Başımıza iş almayalım akşam akşam” dedi. En iyi bildiğim The Doors
şarkısı değildi ama yine de The Spy’ı söylemek geldi içimden nedense. Birkaç
satır mırıldandım hatırladığım kadarıyla. Jim böldü ortadan ikiye şarkıyı, “Tamam
tamam, ağzına sağlık” diyerek susturdu beni. “Dinlemezler.” dedim
kendi kendime, dinmeyecekler. Galiba en doğrusunu Kerem yapmıştı.
Hayallerimizin ve alışkanlıklarımızın peşinden gitmek öylesine bir Don Kişot
hikayesinden başka bir şey değildi, altını gerçeklerle dolduramadığımız sürece.
Oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam
bilemiyordum.
Televizyonun gürültüsüyle uyandım. Ekranda ‘Ben Bilmem
Eşim Bilir’ isimli yarışma programı, dilimde ise Doors vardı. Hava henüz
kararmamıştı. Jim’den özür dilemem gerekiyordu. Belki duyar dedim kendi
kendime, “Kusura bakma Jim, gerçekten çok üzgünüm.” diye
söylendim: “Ama vazgeçemem ki, ben buyum çünkü…” O esnada
camda bir karartı gördüm. İki kez tıklattı. Perdeyi açtım ve Jim ile yüz yüze
geldim. “Önemli değil.” dedi Jim, “Sen elinden geleni
yaptın, canın sağ olsun. Ve asla vazgeçme, çünkü sen busun…” Yüzümü bir
gülümseme kapladı.
Hemen telefona sarılıp Hakan’ı aradım. “Lan,
Manzarek ölmüş müydü?” diye sordum açar açmaz. “O kim lan?” dedi
Hakan. Doğrusu klavye denen enstrümanı pek sevmiyordum ve hatta bazı şarkılarda
olduğundan daha fazla mı duyuluyordu ne? Sanki ölmüştü Manzarek. Geçen sene
filan. Kapıcı aidatı almak için hala gelmedi. Bugün ayın dokuzu. Başına bir şey
gelmemiştir umarım. Belki de gelmiştir. Bilmiyorum. Hakan gelecek yaz
evlenecek. Bir çeyrek altın alsam ayıp olur, o kadar hukukumuz var. “Tamam
Hakan” dedim,“Önemli değil.” Telefonu kapattım.
Hatırlıyorum evet, Manzarek ölmüştü. Bir müzik haber sitesinde yazmışlardı.
Facebook’tan paylaşmıştım. Tabi Jim’in ölmesi gibi değildi onunki. Yine de
allah rahmet eylesin, dedim kendi kendime. Gidip birkaç sayfa bir şeyler
yazabilirdim. Yazmayı seviyordum.