Jan 28, 2015

The Spy

Kapıyı olabildiğince sessiz bir şekilde kapattım. Beni beklediğini biliyordum, beni beklediğinden emindim hatta. Yine de ellerim terliyordu, nefes alışlarım düzensizdi. İnsan bazen başına gelecek veya karşısına çıkacak olan durumun ne olduğunu bilse dahi bazı bedensel reflekslere engel olamaz ya; işte kalbim bunun doğruluğunu kanıtlamak istercesine göğüs kafesimi dürtüklüyordu. Nitekim beden ve zihin ikilisi; Tümer ve İlhan gibi ezbere, Nükhet Duru ve Cenk Eren gibi gönülden çalışmıyordu bende ne yazık ki. Daha ziyade Rocksteady ve Bebop tadındaydı vücudumun çalışma standartları. Hiçbir 23 Nisan’da şiir okuyamadım bu yüzden kürsüde, hep kalabalığın içinde alkışlayan oldum. Bedenim yüksek toplarla rakibin dengesini bozmaya çalışırken, zihnim orta sahadaki pas trafiğini arttırıp derinlemesine oynamayı hedefliyordu. Biri evlilik yıl dönümünü unutan adam, diğeri dünden kalan yemeği ısıtan kadındı. Bu duruma katlanmak zorundaydım. Galiba artık alışmaya da başlamıştım. Biliyordum, beni bekliyordu. Umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm.

Bu esnada çocukluk arkadaşım Kerem geldi aklıma. Kerem alıp başını yürümüştü çoktan, daha doğrusu uzaktan duyduğum kadarıyla. Yoksa bugün karşısına çıksam beni tanıyacağından emin değildim. Kerem iş adamı olmuştu. Kerem lüks bir araba almıştı. Kerem lüks bir araba daha almıştı. Kerem deniz gören geniş bir evde oturuyordu. Kerem’in bir çok deniz görmeyen geniş başka evleri de vardı. Benim deniz gören bir eve misafirliğe gitmişliğim bile yoktu. Araba kullanmayı da bilmiyordum, bilmeme de gerek yok gibi duruyordu üstelik. Aylık akbile zam gelince üç gece kederden içmiştim. Kerem’in iki tane çocuğu vardı. Kerem çocuklarının istediği ve dahi isteyebileceği hemen her şeyi karşılayabilecek nüfustaydı. Hayat Kerem için o kadar kusursuzdu ki, çocukları bile tam istediği gibi, bir kız ve bir erkek olarak doğmuştu. Tanrı bile Kerem’in tarafındaydı. İlkokulda aynı fayansa işemişliğimiz vardı Kerem’le, bir de sınıfın camından bahçeye tükürmüşlüğümüz. O günleri anımsatsam Kerem kahkahalar içerisinde anlatırdı eminim ki. Ben utanırdım kesinlikle.

Sonra vazgeçtim. Az sonra Jim ile yüz yüze bakacaktık ve umarım söyleyecek bir şeylerim vardır, diye düşündüm. Beni beklediğinden emindim. Belki bir iki şarkı mırıldanırdım, belki bir parça şiir gelirdi aklıma. Ya da susardım da Jim o büyülü sesiyle kulağımda yeni bir sayfa açardı: “This is the end… Beautiful friend…” Karanlık koridorun duvarlarından destek alarak doğru yeri bulmaya ve odaya yönelmeye çalışıyordum. Kerem’i unuttum çoktan. Çünkü Kerem, mevcut düzenin kölesi olmuş içi boş bir adamdı. Belki çok zengin ve mutluydu ancak hayata dair ne bilirdi ki? İyi ki Kerem gibi değilim, diye düşünerek ileride zar zor görebildiğim ışığa doğru yöneldim. Bu ışık, o ışık mıydı?

Önce kapıyı bir kez çalmayı düşündüm. Sonra bu düşünceme güldüm istemsizce. Parmak uçlarımla kapının metal tokmağını kavradım, küçük bir hamleyle içeriye doğru ittirdim. Açılmadı. Daha sert bir hamle uyguladım, yine açılmadı. Sonra kendime doğru çektim. İçerideki turuncumsu loş ışık açılan kapıyla birlikte yüzüme yansıdı. Derinlerden, daha önce hiç duymadığım bir müzik sesi geliyor gibi bir hal vardı ve içerisi son derece havasızdı. Birkaç adım attım, kirpiklerimi birbirine değdirmeden etrafı gözetledim. Gözlerim yandı. Duvara asılı renkli bir tablo vardı ve Jim, sırtı kapıya yüzü tabloya dönük bir şekilde ahşap koltukta öylece duruyordu. Saçlarından tanıdım onu. Çatallı ve titrek bir ses çıkartabildim ancak, heyecandan ölebilirdim: “Selamın aleyküm.”

Jim konuşmadan önce boğazını temizledi, sanırım uzun zamandır ağzından çıkacak ilk kelimelerdi bunlar: “Selam. Demek gelebildin.” Beni beklediğini biliyordum. Gelebilmiştim, haklıydı. “Evet. Annemler, Hacer ablalardaydı, Hacer ablanın annesi rahatsızlanmıştı geçenlerde de onu ziyarete gittiler, onları alıp eve bıraktım önce. Tabi minibüs kalmıyor bu saatte, taksiyle geldim. Market de kapanmış galiba, bir iki bira alırım diyordum.” Jim hafifçe doğrultu koltuktan ve ayağa kalktı. Üzeri çıplaktı, altında eski bir kot pantolon vardı. Dikkatlice suratına baktım, sakalları upuzundu. Oysa Jim’in hayatını anlattıkları filmde ölmeden önce sinekkaydı tıraş olduğu gözüküyordu ve gerçekten de son sahnede Val Kilmer’ın yüzü oldukça parlaktı. Filmler hep yalandı demek ki. Belki de kuşlar insanlara saldırmıyordu gerçekte. Bu da mı film icabıydı?

“Sorma” diyerek iç çekti Jim. “Zaten saat ondan sonra içki satmıyor. Ulan bana yapma bari! Biz yabancı mıyız? Sonra da kapatıyor gidiyor. Yahu zaten o saatten sonra içkiden başka ne satacak ki adam, mecbur tabi, kuruyemiş parasıyla elektriği bile karşılayamaz. Hiç olmazsa evde çocuğunu görür.” Oysa bizim evin karşısındaki bakkal çatır çatır satıyordu saat ondan sonra ve daha geçen ay sıfır kilometre bir araba aldı, işleri de oldukça iyi gidiyordu. Demek ki bazı standartlara erişebilmek için oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam bilemiyordum. Kerem de öyle yapmıştı demek ki. Ne zaman kaleye geçtiğinde gol yese, taş üstü diye itiraz ederdi istisnasız. Bazen kabul ederdik, bazen gol olurdu. Böyle böyle unuttuk sokakta top oynamayı. Sonra Kerem iş adamı oldu işte.

Jim bana doğru yaklaştı. Tanrı gibi bir adamdı doğrusu. Hoş, tanrının neye benzediğine dair bir fikrim yoktu ama yine de gözüme tanrı gibi gözüktüğü bir gerçekti. Karanlık duvarın dibinde duran, minderi işlemeli sandalyeyi göstererek oturmamı söyledi. Adam tanrının dilinden konuşuyordu, ister istemez oturdum. Lafa girmesi geç olmadı. “Okumazlar oğlum. Ne yaparsan yap okumak gelmez içlerinden. Yalnızca şöyle bir göz gezdirirler ve bir kenarda unutulur gidersin.” dedi. Ne dediğini bildiğine emindim. “Hiç mi okumazlar?” diyebildim, sesimdeki umutsuzluğa vurgu yapmaya özen göstererek. Yaşayacağım hayal kırıklığına aldırmadan “Hiç okumazlar.” dedi. Gözlerim dolu dolu oldu. Beni bazı gerçeklerle yüzleştirmeye can atıyor gibi bir hali vardı. Jim, çok acayip bir adamdı. “Vaz mı geçmeliyim?” diye sordum. Vereceği cevabı hem biliyordum, hem de çok korkuyordum. “Dünya çok değişti.” dedi,“İşler bizim zamanımızdaki gibi yürümüyor. İnsanlar parçası oldukları oyunun farkında değiller ve işin tuhaf kısmı, bulundukları durumun vahametinin derinliğini anlayamamaları bir yana, elde ettiklerinin daha doğrusu önlerine itildiklerinin bir nimet olduğunu düşünmeye alıştırıldılar. Bilgi yahut ufuk dediğimiz pencere, bugün eskisi gibi lüks ve değerli değil, sıradan alelade bir gerçek. Çünkü bilgi orada, ulaşılması son derece kolay. Elimizin altında ve insanoğlu bilgiye ne kadar yakınsa esasında bilgiden o kadar uzakta. Bu yüzden, okumazlar. Bu yüzden okumayacaklar. Dediğim gibi belki şöyle bir iki sayfasını kurcalarlar, ilk ve son cümleye göz gezdirirler ve karar verirler. Ve derler ki ‘İyiymiş, tebrikler…’ Sen de inanmak zorunda kalırsın, başka çaren yoktur çünkü.”

Konuyu değiştirsem iyi olacaktı. Yazmayı seviyordum. “Şarkı” dedim, “Şarkı söylemeyecek misin?” Şöyle bir düşündü. Pek söyleyecek gibi değildi. Eliyle odanın zeminini işaret ederek “Alt kattaki kadın yeni doğum yaptı. Şarkı söyleyince oklavayla vuruyor, rahatsız oluyorlar herhalde.” dedi. “Dinlemezler mi?” diye sordum gözlerimi parlatarak. Jim odanın diğer tarafına doğru uzaklaştı.“Dinlemezler.” dedi. “Çünkü dinlemek gelmez içlerinden. Bu onların dünyası. Bizim burada yapacak fazla bir şeyimiz kalmadı. Bizim için esas olan yolculuktur.”

Şarkı söylemeyi de seviyordum. “Ben söylesem olmaz mı?” diye ısrar ettim. “Tamam ama kısık sesle söyle. Başımıza iş almayalım akşam akşam” dedi. En iyi bildiğim The Doors şarkısı değildi ama yine de The Spy’ı söylemek geldi içimden nedense. Birkaç satır mırıldandım hatırladığım kadarıyla. Jim böldü ortadan ikiye şarkıyı, “Tamam tamam, ağzına sağlık” diyerek susturdu beni. “Dinlemezler.” dedim kendi kendime, dinmeyecekler. Galiba en doğrusunu Kerem yapmıştı. Hayallerimizin ve alışkanlıklarımızın peşinden gitmek öylesine bir Don Kişot hikayesinden başka bir şey değildi, altını gerçeklerle dolduramadığımız sürece. Oyunu kuralına göre oynamak gerekiyordu. Ya da kuralına göre oynamamak. Tam bilemiyordum.

Televizyonun gürültüsüyle uyandım. Ekranda ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’ isimli yarışma programı, dilimde ise Doors vardı. Hava henüz kararmamıştı. Jim’den özür dilemem gerekiyordu. Belki duyar dedim kendi kendime, “Kusura bakma Jim, gerçekten çok üzgünüm.” diye söylendim: “Ama vazgeçemem ki, ben buyum çünkü…” O esnada camda bir karartı gördüm. İki kez tıklattı. Perdeyi açtım ve Jim ile yüz yüze geldim. “Önemli değil.” dedi Jim, “Sen elinden geleni yaptın, canın sağ olsun. Ve asla vazgeçme, çünkü sen busun…” Yüzümü bir gülümseme kapladı.

Hemen telefona sarılıp Hakan’ı aradım. “Lan, Manzarek ölmüş müydü?” diye sordum açar açmaz. “O kim lan?” dedi Hakan. Doğrusu klavye denen enstrümanı pek sevmiyordum ve hatta bazı şarkılarda olduğundan daha fazla mı duyuluyordu ne? Sanki ölmüştü Manzarek. Geçen sene filan. Kapıcı aidatı almak için hala gelmedi. Bugün ayın dokuzu. Başına bir şey gelmemiştir umarım. Belki de gelmiştir. Bilmiyorum. Hakan gelecek yaz evlenecek. Bir çeyrek altın alsam ayıp olur, o kadar hukukumuz var. “Tamam Hakan” dedim,“Önemli değil.” Telefonu kapattım. Hatırlıyorum evet, Manzarek ölmüştü. Bir müzik haber sitesinde yazmışlardı. Facebook’tan paylaşmıştım. Tabi Jim’in ölmesi gibi değildi onunki. Yine de allah rahmet eylesin, dedim kendi kendime. Gidip birkaç sayfa bir şeyler yazabilirdim. Yazmayı seviyordum.

Jan 16, 2015

Tanklar Çiçek Açtı

Silahlar
Paslı ve biraz passız
Silahlar patlasın patlasın!
Topraklar
Eğri ve sanki büğrü
Fakat
Silahlar susmasın susmasın!

Cetvelle çizerken şuhbenâ
Weider drinken
Kolay geldi danışmadık çiz dedik
Çiz dedik gitsin icht mein der pritzen
Bir manitu kulu bozuk kimseye
Bir bilen var mı duymadık
Duyan varsa bile bilmedik
Pergelsansür sınırları kalın bir bariyer
Toprakaltı fosilleri
“Heil Hitler”
Diyorsan da eymülcemali
Kapkara
Dik dur eğilme
Cebimizde toplar tüfekler
Yolumuzda taşlar kemikler
Kalbimizde kaldı soluk bir yara
Diyorsan da eymülcemali
Kapkara

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Bize saz mı gelecek böyle

Çocuklar
Yüksek ateş öksürük
Çocuklar ölmesin ölmesin!
Fahrenayt
Dört yüz elli bir elli iki
Selsiyus bilmesin bilmesin!

Kristalleşmiş parsayı al
Arsa bende kalsın şimdilik
Şapkadan tavşan çıkar
Gölgeden bir karagöz yaptım
Mangal kömüründen bu dünya
Sanırım şimdi ters yöne saptım
Oynasın kızlar sazlar çalsın
Bir sömürge buldum yoldan
Sarılıyorum dört bir koldan
Ben istemem buyur sende kalsın
Oynasın kızlar sazlar çalsın

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Bize saz mı gelecek böyle

Savaşlar
Ölenler yaralı var
Savaşlar bitmedi bitmedi!
İnançlar
Bir tutam alatdin
Fakat
İnançlar bitmeli bitmeli!

Aldım sazı elime
Duydum size duyurdum
Daralan bir çemberin içinde
Padişahtan ferman buyurdum
Kazan dipli dünyanın
Bitmeyen sonsuz melodikal şarkısı
Ne ittifak dinler ozan olan
Terakkimornink çok komik
İnsan olmaktır önemli olan
Düşünebildiğimiz kadar bir başkası

Bu şarkı burada biter
Bu savaş nerede olsa bitmez
İlla ki
Muhakkak
Bitmeli bitmeli!

Sayın tanrı bir el atmalı!

Tanklar çiçek açtı açacak
Yoksa yaz mı gelecek söyle
Kanlar beyaz aktı akacak
Oysa
Kanımız kırmızı