Mar 15, 2015

İstasyon

(Şarkı: Athena - Kayıp)

İstasyonun kulak tırmalayan keskin sireniyle açtım gözlerimi. Daha inmeme var gibi duruyordu. Oturmaya devam ettim. Uyuduğumu düşünmüyordum aslında ki uzun zamandır uyuyabildiğime olan inancım da yok denecek kadar azdı. Tam olarak doğru ifadesini bilmesem de uyurgezerlik diye tanımlayabilirdim en fazla bu durumu, uyurgezerliğin böyle bir şey olmadığının farkındaydım yine de; ancak yanımda, buraya ne zaman veya hangi durakta geldiğini bilmediğim yaşlıca bir adamın oturduğunu gördüm gözlerimi açtığımda, belki biraz içim geçmişti. Bindiğimde kimse yoktu. Adamın eski model şapkası, kalın çerçeveli gözlükleri ve sinekkaydı tıraş edilmiş kırışık yüzü ilk dikkat çeken özellikleriydi. Gözlerimi açınca ister istemez toparlandım elbette ve hareketlendiğimi fark edince okuduğu gazeteden başını kaldırıp yüzüme doğru baktı. Birkaç saniye göz göze geldik. Şapkasına sığmayan saçları daha önce oksijen suyuyla sarartılmış olmasına rağmen çoğunlukla beyazdı ve kahverengi keten ceketi dizlerine kadar uzanıyordu. “Rahatsız etmedim ya!” dedi. Olumsuz bir durumu ifade etmeyen küçük bir mimikle gülümsedim. Görüntüsü uzun yıllar önce emekli olmuş bir albayınkine benziyordu. Uzun boyu, temiz pantolonu ve boyalı ayakkabıları bunun bir göstergesi olabilirdi. Ellerinde kabaran damarların moru, yılların biriktirdiği yaşanmışlıkların izdüşümüydü. Fakat emekli albaylar tanımadığı kişilerle konuşmaya gelişigüzel karar vermezlerdi. Muhtemelen apartman yöneticisi olurlardı emekli albaylar ve davranışlarını sevmedikleri bazı komşularını hiç tanımadığı başka insanlara şikayet etmenin görünmez hayaletlere ateş etmek gibi anlamsız olduğunu bilirlerdi. Konuşacak başka da bir konuları olmazdı genellikle. Kahramanlık hikayeleri anlatacak albayların sayısı da nesli tükenen kutup hayvanları gibi git gide azalıyordu zaten. Yaşlı adam yine de konuştu benimle. Adam ya istisnaların kaideyi bozmayacağının bir örneğiydi ya da değil albay, çürük raporu alıp askere gitmeyecek kadar nizamiyeden uzak sivil bir vatandaştı. “Yolculuk ne tarafa?” diye sordu gözünü gazeten kaldırmadan. Trenin gittiği taraf gayet açık değil miydi yoksa? Durdum. Bakışlarımı anlamsız bir noktada sabitledim. Düşündüm… Bilmiyordum! Nasıl olur? Nereye gittiğimi nasıl bilmezdim? Etrafıma baktım. Söylesenize, neredeydim? Birbirine kavuşturduğum ellerimi ayırdım. Kamburlaşan sırtımı doğrulttum. Kaçamak cevaplar vermekten başka bir şansım yoktu. Adam belki emekli albaydı ve eğer benim hırsız, katil veya başka bir şey olduğumu düşünürse askeri kimlik kartını gösterip rahatça emniyete şikayet edebilecek özgüvene sahipti. Polisler de bana değil ona inanırlardı doğal olarak. Küçük bir öksürükle boğazımı temizledim. “Güneye” dedim. Der demez başımı camın dışından yavaşça akan şehrin yansımasına çevirdim. Eğer ben güneye gidiyorsam şehir kuzeye doğru akıyordu. Oysa güneyin ne tarafta, batının hangi yönde olduğunu bırakın bilmeyi, tahmin edecek durumda bile değildim. Adamın güldüğünü duydum bu esnada. “Hiçbir yere gitmediğini biliyorum” dedi, “Nerede olduğunu da.” Anlamsızca duraksadım. Hayır, duraksamam anlamsızca değildi, anlamsız olan duraksama biçimimdi. “Tuvaletin ışığını açık unuttun” dedi. Tuvalete gitmemiş olmam bir yana, henüz trende tuvalet olduğunu bile bilmiyordum. İtiraz etmeliydim. “Hayır, tuvaleti kullanmadım.” Kendinden emin bir şekilde gülmeye devam etti. Gazeteyi her seferinde ortadan olmak üzere iki kez katladı, dizlerinin üzerine koydu. “Çok mu özlüyorsun?” diye sordu. İş giderek karmaşıklaşmaya başlamıştı. Deli olabilirdi, muhtemelen ne dediğinin farkında değildi. Cebinden bıçak çıkarıp bana saplama ihtimali küçümsenmeyecek kadar çoktu. Etraftaki diğer insanlara baktım. Kimisi uyuyor kimisi bakışlarını cama dikmiş dışarısını seyrediyordu. Henüz çığlık atıp yardım istemek için çok erken olduğuna kanaat getirdim. “Bir süre sonra ne varsa duvarların arasında sıkışıp kalır zaten” dedi. Dudaklarımı ısırarak dinlemeye koyuldum. “Herhangi bir kaçış noktası kalmaz kaybolanın. Ne aydınlığı karanlıktan ayırabilir, ne de sesi sessizlikten. Çünkü kaybolanlar için sessizlik bir tür konuşma biçimidir. Duvarların içinden yayılan veri akışı durmaksızın devam eder. Yeri gelir kitabın içinden çıkar birisi konuşur, yeri gelir çamaşır makinesinden, bazen tıraş makinesinden, kalem açacağından... Fark etmez. Bu normaldir. Deli olmanın olağan bir sonucudur. İnsan kayboldukça delirir çünkü.” İstemsizce yutkundum. “Ben delirdim mi?” diye sordum. Yaşlı adam gözlüğünü çıkardı. Belli belirsiz tısladı. Kaşlarının yersiz uzunluğu beni tedirgin etmişti… Ki… “Ding dong.” Kapının zamansız çalışıyla açtım gözlerimi. Uyumuyordum aslında. Ben zaten uzun zamandır hiç uyumamıştım. Polisler gelmiş olabilir miydi? Kalktım. Kapıya yönelmeden önce tuvaletin açık olan ışığına takıldı gözüm. Saatin kaç olduğunu idrak etmem şu durumda mümkün değildi. Kapıyı açtım. Kısa boylu, otuzlu yaşlarının ortasında olduğu belli olan az saçlı bir adam vardı karşımda. “Merhaba” dedi, “Ben alt komşunuzum.” “Buyurun” dedim. Devam etti: “Bazen fazla gürültü oluyor da, küçük çocuğumuz var, daha dikkatli olmanız mümkün mü?” Bir yanlışlık olduğuna emindim. Gürültüden kastı neydi, bilemedim. Muhtemelen ikimizin algısında farklı ifadeleri temsil ediyordu gürültü başlığı. O esnada albayın sorduğu soruya gitti aklım: “Çok mu özlüyorsun?” Buna cevap vermek çok kolaydı. “Evet. Çok özlüyorum.” Yumruklarımı sıktım. “Bir sakıncası mı var acaba?” Nefesimi tuttum. Duvarın sert olduğunu biliyordum. “Peki bundan kime ne?” Ancak duvarları kırabildiğim zaman kurtulabilirdim bu kafesten. Yumrukla bir duvarı yıkmak o kadar da kolay değildi ama. Aldığım nefesi bıraktım. Acaba fazla balyozu olan var mıydı? “Doğru yere geldiğinizden emin misiniz?” diye sordum adama karşı somurtarak. Oysa tamam der geçerdim normalde. Benden beklenmeyecek bir hareketti. “Kardeş, delirdin mi? Alt katta oturuyorum işte, üç numarada! Ne doğrusu?” Haklıydı. Alt katımda üç numaralı daire vardı. Fakat yanlış bir soru sormuştu: “Delirdin mi?” Ciğerlerimi bir süreliğine balkona çıkardım. “Evet” diye haykırdım, “Evet. Delirdim.” Sesim, apartman boşluğunda yankılandı. Demek ki duyduğum sesler gerçekti. Demek ki gördüklerim rüya değildi. Yoksa gerçekten uyumuyor muydum? Peki, duvarların içinde çalan şarkılar nerden geliyordu? Işıklar neden kendi kendine açılıyordu? Bu konuşanlar kimdi? Kapının önünde bir takla attım. Gözlerimi kapatıp kaleye mum diktim. Adama döndüm sonra. Kusura bakmayın dercesine elimi kaldırdım, sanki oyunun kazananı oymuş gibi oldu; daha fazla konuşamadan gitti. Daha dikkatli olacağımı düşündü muhtemelen. Belki olacaktım. Kapıyı kapadım. Ne yapmalıydım? Hiç uykum yoktu, bugün günlerden neydi? En iyisi bildiğim şarkılardan birini söyleyeyim, dedim ve buzdolabına yöneldim. Buzdolabım aylardır çalışmıyordu. Hatırladım.

Mar 14, 2015

Hikmet'in Durumu


Daha fazla değil. Mecburen kapadı bu kez gözlerini. Gecenin karanlığına, şarabın dumanına ve yalnızlığın sessizliğine bir kez de gözleri kapalı şahit oldu pencerenin pervazında. Hiç açmadı. Korktuğu için mi? Elbette değil. Lanet olsun ki korkulması gereken hiçbir şeyden korkmuyordu. Tanrıdan, köpeklerden, karanlıktan… En korkulmayacakları seçiyordu duvarın arkasına saklanmak için, iki eliyle başını siper ediyordu: Siz gidin, ben burada beklerim. Beklerdi tabi. Beklemekten başka ne biliyordu ki zaten? Hayır, ağlamıyordu. Belki gözüne sürpriz yumurta kaçmıştı. Ellerinin biçimsiz titremesi ansiklopedinin hangi cildinde, kalbinin düzensiz ritmi anayasanın kaçıncı maddesindeydi? Yüksekte sayılmazdı. Aşağı düşse en fazla ayakları kırılırdı. Sağlık Bakanlığı için gereksiz bir mesai harcamasından başka bir şey değil. Soğuğun acı tarafıyla yüzleşti dakikalarca. Gözlerini hiç açmadı. Uzaklaştı… Gökyüzü mavisinin içine serpiştirilmiş bir tutam ilkbahar yeşilinin içinde kayboldu. Çimenlerde yuvarlandı, avucunun içine toprak alıp kokladı. Gövdesi eğri çam ağaçlarıyla dans etti. Belki aylar önce ölen bir kuş gömülmüştü buraya. Gökyüzü tanrısı Zeus şahit olmuştu buna muhtemelen. Sonra unutup gitmişti tabi. Kuşlarla ilgili bir tanrılık departmanı olsa unutulmazdı oysa. Lütfen kuşlar ölmesin soğukta donarak. Dilekçe gönderildi. Yüreği bir kuşun kanadı kadar hassastı, gerekirse cebinde sapan taşıyan bütün çocukların diline acı biber sürebilirdi. Sonra üzülürdü. Bir traktör yoldan geçerken yeri titretti. Güneş, bazı gözlerin rengini biraz daha açığa yordu. Büyükanneler daha fazla yaşayamadı… Üşüdü. Gözlerini açtı. Bir süre bulanıklaştı bakışları. Pencereyi kapatıp içeri girdi. Boşa dönen taş plağı yerinden kaldırdı. Boş duvarın önünde dikildi. Karşısında sanki biri varmışçasına konuşmaya başladı. “Oğuz Atay okur musun?” Cevap gelmedi. “Öyle mi?” Sessizlik… “Zaten en güzel hikaye de o içlerindeki.” Duvar yalnızca duruyordu. “Muhakkak öyle ama Hikmet’in durumuna da kayıtsız kalamıyorum ben.” Kimse konuşmuyordu. “Birkaç kez okudum evet.” Her yer karanlıktı. “Tabi. Orası öyle.” Bir an dengesini yitirip düşecek gibi oldu. Sonra duvara tutundu: “Teşekkürler.” Bir insanın delirmesi yavaş yavaş mı olurdu yoksa birdenbire mi? Durdu. Evde başka şarap olup olmadığını düşündü. Hatırlayamadı. Lanet olsun kalanı niye dökmüştü ki? Sinirlendi. Kaşlarını çattığı zaman gayet çirkin oluyordu. Duvara baktı. Cebinden silah çıkarıp kendi gölgesine sıkabilirdi her an. Silahı yoktu.

Mar 13, 2015

Enstrümanların Mucidi Tanrıdır

Sahne karanlıkken başlar klarnet solosu. Sonra ışıklar açılır, bütün enstrümanlar duyulur… Koro hep bir ağızdan orkestraya eşlik ederken, Bay Felton ve İnsanoğlu resitatif bir şekilde uyarlar müziğe.

KORO:
Tanrının elinde bir sihirli değnek
Madem ki yarattık izini sürmek gerek
İnsanlar aç şimdilik ve kavunları kelek
Gayet toz ki pembesi sanki bir melek!

BAY FELTON:
Üzerinde yürüdüğüm
Kaygan bir keman yayı
Sağımda güney kutbu
Solumda ekvator çizgisi
Kulağımda akortsuz bir gitar teli
Nereye denk gelirse parmağım ucu
Bakışlarım asimetrik ve şaşı
Elbet buluruz bir kuru ekmek
Ve birkaç tabak aşı
Sırası değil şimdi
Geçim derdi ve yaşamak telaşı
Kürkümü getirin gardırobumdan
Biraz tadacağım hayatın ben de
Krem tabakasından
Ve suyundan
Takdir edersiniz ki bu benim de hakkım
İnsan olmak zor
Peki tanrı olmak kolay mı?
Bu öylece aklın alacağı basit bir olay mı?
Verin kılıcımı şimdi
Boydan boya kuşanacağım
Yağmurlar yağdıracağım önce
Şimşekler göndereceğim sonra
Hayır hayır vazgeçtim
Bir porsiyon tatlı söyleyeceğim kendime
Canım çekti

KORO:
Ayna ayna söyle bana
Bir tanrı var mı dünyada?
Kendi yüzümdeki çizgilerden
Gözlerimdeki tuzlu yaşlardan
Saçlarıma düşen aklardan
Başka hiç kimse
Görünmüyor aynada

İNSANOĞLU:
Demiyoruz ki Fenelon haksızdır
Hatta demiyoruz ki Fenelon haklıdır da
Bilinçsizce doğuyoruz
Gayet bilinçli bir şekilde ölüyoruz
Gözümüze sokulan filmleri görüyoruz
Biz yalnızca
Fenelon’u tanımıyoruz hatta yeri geliyor
Bir de türkü tutturuyoruz
Sazın telinde can buluyor
İnsan olma arzumuz
Tanrıya hesap sormak bize göre değil
Bazen çiçek gibi açıyor benzimiz

Tüfek icat olunca
Mertlik bozulacaktı illa ki
Bir incir yaprağından
Toplum sözleşmesine
Üst üste koysak çekilen acıları
Uzanır buradan
Karasevdalılar çeşmesine
Belki bir yol olurdu
Belki renksiz bir dönme dolap
Herkes son nefesinde gülebilseydi
Söylesene; ne olurdu?

Dünyanın az biraz dışına
Birkaç buçuk merkür öteye alalım sizi
Tanrıtanımaz haçlılar
Sınırları kalemle çizilen
Hatta denizlerde yüz üstü yüzülen
Saykodelik mohaçlılar
Gecesine kan bulaşmış
Toprağında gezilen
Burası bizim
Burası sizin
Güzelce el sıkışıp helalleşelim
Sırtımızdan vuracak birileri
Şüphemiz yok
Dizlerimiz yere doğru kırılınca
Belli etmeden haberleşelim

KORO:
Samanlık seyran olunca
İnsanoğlu heyran olur bu duruma
Durumun Godot’yla bir ilgisi yok
Godot tamamen bir muamma
Ama bir beklemesi var ki
Tadından yenmez
Ağzını sıkı sıkı kapa
Yasaktır
Tanrı yok denmez

BAY FELTON:
Dört nala koşuyorum üzerinde
Başlıyorum birden
Seksen sekiz tuşu var piyanonun
Çalınan şarkılar bana ait
Üzerinde hakkım var senaryonun
Birinci kemandan
İkinci kemana
Sözünden güftesine
Masasından sehpasına
Hepsi benim biliyorum
Siz lafımdan şaşmayın
-Yeter ki biraz da sınırı aşmayın-
İstemiyorum ne telif hatta ne de melif
Ezberinizden okuyunuz
Elinizi açınız
Duyuyorum vav he hatta lamelif

KORO:
Dünya bir şarkıdır
İnsanoğlu sözleri
Bir gün zamanı dolunca
İster istemez
Kapanıyor gözleri
Üzülerek söylemeliyiz ki
Hikayemiz kanlıdır
Fakat bir gerçek var ki
Enstrümanların mucidi tanrıdır

Savaşların
Ve
Ölen çocukların da

Mar 12, 2015

Vişneçürüğü

(Şarkı: Tom Waits - Broken Bicycle)

Bu kadarı yeterliydi. Başının içinde işgal kuvvetleri taarruza geçmeye başlamıştı çoktan. Ağrı kesicilerden nefret ederdi. Alışkanlık edindiği üzere okuduğu partisyonu sonuna kadar getiremedi bu kez. Kaç sayfa kaldığına baktı, gözüne çok gözükünce vazgeçti. Kitabı kapattı, yerinden doğruldu. Daha sonra devam ederdi. Hatta daha sonra aynı bölüme baştan başlardı. Koltuğun başucunda bulunan sehpanın üzerine koydu kitabı ve yine aynı sehpanın üzerinden aldı içinde birkaç yudum kalmış şarap bardağını. Gözlerinden kan akıyordu sanki. Damağında tuhafça, ekşi bir tat vardı. Muhtemelen dili de peltelenmişti şimdi. Bardağın kalanını klozetin içine boşalttı. Birkaç kez tükürdü vişneçürüğü renginde. Ne yapabilirdi ki? Ölse bile, zahmetten başka bir halta yaramazdı bu. Geri geldi. En üstte duran taş plağı aldı ve özenle yerleştirdi, çalıştırdı. Boşa dönerken duyulan cızırtılar odanın nemli duvarlarında yankılandı. Sonra döküldü notalar galaksinin en karanlık boşluğundan. Meğer odanın ışığı açıkmış, gidip kapadı. Utangaçtı çünkü. Tam ortadaki halının üzerinde anlamsızca dikildi. Belli belirsiz dans eder gibi bir hali vardı. Gözlerini hiç açmadı. Belki gülümser gibi oluyordu bazen, bir süreliğine. Sarhoş sayılmazdı. Halının desenlerine rastgele basıyor ve şarkının hareketine göre değiştiriyordu adımlarının ritmini. Midesi bulanır gibi oldu. Vazgeçti. Sese doğru yöneldi, özür dilercesine selam verdi. Pencereye doğru yürüdü aksak adımlarla. Camı açtı. Mevsim rüzgarının çivi gibi soğuğu yüzünü yaladı. Aşağıya doğru baktı. Şarkılar neden düşmandı insanlara? Hayır, ağlamıyordu. Belki gözüne sulu boya kaçmıştı.

Mar 10, 2015

Yazsa Ne Güzel

“Güneş’i özledim” dedi. “Peki ya çiçekleri?” diye sordu. “Tabi” dedi, “Çiçekleri kim özlemez?” Yaz ile kışın anlamsız savaşının ortasında kalmak üzereydiler. Ateş çıkabilirdi. Gözleri doldu. Tatlıya bağlamak çok kolaydı yine de. Konuştu: “Hangisine daha uzaktaysa, en çok onu özler insan” dedi. “Rüzgarı bile mi?” diye sordu. “Gerekirse en çok rüzgarı hem de” dedi. Rüzgarın ne zaman, nereden eseceği belli olmaz. “Piyango biletlerinden gökkuşağı ikramiyesi çıksın artık” dedi dudaklarını bükerek. “Gökkuşağını da mı özledin?” diye sordu. “Gökkuşağı benden çok uzakta” dedi. Bir sürü rengi var. Durmadı. “Gökkuşağını kim özlemez ki?” Özlemek, bir çeşit uzaklık birimi gibiydi. “Seni kaç metre özledim biliyor musun?” Güldü. “Söyle bakalım kaç santimetre?” diye sordu. Öyle söyleyince daha çokmuş gibi gelebilirdi kulağa. Biliyordu. Çocukluğunun bayramlarında topladığı paranın ederiyle değil, eline tutuşturulan kağıt adedinin fazlalığıyla mutlu olurdu. Deste ne kadar kalınsa, o kadar zengindi… Önce sırıtarak başını yere eğdi. Sonra güldü tabi. “Çok” dedi sadece. Kelimeleri harcamak gereksizdi. “Belki yıldızlar kadar” Gökyüzüne baktı. “Öyle değil aslında” dedi, “Yanlış anladın” Yanlış anlamamıştı. Sadece eğleniyordu. Güldüler. Önce gözlerinin içiyle güler insan. Bazen kalbinin içiyle konuşur. “En sevdiğin meyve elma mı?” Kaşlarını olabildiğince kaldırdı. “Hayır” dedi, “Elmayı sevmem” Şaşırdı. “Elmayı herkes sever” Bir bakıma haklıydı. “Hayır, aslında muzu sever herkes” dedi. Buna itiraz edecekti hemen. Önce düşündü. “Muzu sadece fakirler sever” dedi ve devam etti: “Ama zenginler yer” Termometreye gitti gözü. Birçok duruma faydalı olduğu kesindi. “Isınacak değil mi havalar?” diye sordu marşmelov bakışlarla. “Merak etme ısınacak. Isınınca gideceğiz” Biraz durdu. “Keşke hiç gelmesek” dedi. Belki de demedi. İçinden geçirmiş olabilirdi yalnızca. “Belki bir gün hiç gelmeyeceğiz” dedi. Bu kez içinden söyledi. Emindi. “Suyu sürahiden mi içersin?” diye sordu. “Hayır, bardaktan içerim” dedi, “Ya sen?” Tereddüt etmedi. “Ben sürahiden içerim. Bardakla doymaz insan” dedi, “Özellikle yaz günlerinde” Güldü. Yahut gülerek geçiştirdi. Aslında bardaktan içerdi. Sustu. Biraz da susadı. Dudaklarını ısırdı. “Ben çocukken toprak yerdim” dedi. Her an yerden bir avuç toprak alıp yiyebilirmiş gibi bir hali vardı. Neyse ki toprak yoktu yerde. Halıyı da yiyemezdi ya! Tozlu halıyı. Pencerenin dışında griye doğru kırılan soğuğu hissetti. “Şimdi sıcakları özlemenin zamanı” dedi. “Güney yarımküreye gidip gelsek olmaz mı?” Henüz ağaçlar gölge vermiyordu: “Yazsa ne güzel” dedi. “Fark etmez kışsa da güney yarımküreyi görmüş oluruz en azından” diyerek güldü. Gülmek güzeldi. Coğrafya derslerinde sıranın altında şiir yazardı. “Uçaktan korkar mısın?” diye sordu yeri gelmişken. “Bilmiyorum” dedi. Şaşırdı önce. “İnsan neyden korktuğunu bilmez mi?” Biraz durdu. “Bilmiyorum” dedi bir kez daha, “Hiç uçağa binmedim ki!” Anladı. Gökyüzünde her uçak görüşünde kafasını çevirip bakması bundan kaynaklanıyordu demek ki. “Ben de binmedim biliyor musun?” dedi. Bilmediğinden emin olsa bile, bir şekilde biliyordu işte. Tuhaf bir durumdu. Başka birçok şeyleri öğrenmemesine rağmen biliyor olduğu gibi. Çekinerek söyledi yine de: “Biliyorum” Bulutlu gecelerde gözle görülmüyordu yıldızlar. Yine de oralarda bir yerdelerdi. “Artık Bukowski okumuyorum” dedi. Sebebi belliydi. Gözleri omuzbaşlarında duraksadı. “Yeni bir şey yazmıyor çünkü“ Güldü. Bukowski’yi kullanarak şaka yapan ilk insan değildi. “Yazsa ne güzel” dedi. Daha çok güldüler. Viskiyi de gençliğindeki gibi sevmiyordu artık. Yorucuydu. Belki iyice yaşlanınca. “Bir gün Bukowski’nin yerine de yazacağız” dedi. Ölmek insan olmanın gereği. Hepimiz öleceğiz. “Uyumak çok zor” dedi. “Neden, siyahı sevmez misin?” diye sordu ister istemez. “Hayır. Tam aksine siyah en sevdiğim renktir” diye cevapladı. “Yatağın” dedi, “Yatağın mı rahatsız?” Buna verecek bazı cevaplar bulabilirdi. Zorlamadı. “Galiba” dedi. Bir de “Eksik bir şeyler var” diye mırıldandı ağzının yarımıyla. Duyulmamıştı. “Bir masal olsa iyi giderdi aslında” Bir vardı. Bir yoktu. Uyanmadı. Yine de sabah oldu. Televizyonu açtı. Kendine göre bir çizgi film bulamadı. “Topyekûn eskidik” diyerek iç geçirdi: “Bilinçli bir şekilde çürüyoruz!” Televizyonu kapattı.

Mar 6, 2015

Uçmayı Öğreteceğim Kuşlara

Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru
Yahut herhangi bir coğrafi yerleşkeye
Yanlış veya doğru
Uçun yeter ki siz
Mühim değil fark etmez
Hiç önem arz etmez
Batı veya eli kanlı doğu
Koşun atlar koşun
Yerde kalmasın tek bir toz bile
Dört nala olsun ölümünüz diye
Koşun atlar koşun
Sırtınızda insanoğlu
Ne kadar yüce ve bir o kadar da zahmetli bir iş
Koşun atlar koşun ilk hedefiniz
Deklanşör ve foto finiş
İleri!

Uç demekle uçmuyor kuşlar
Uçmak büyük mesele insanoğlu için
Bulutların üzerinde yürümek
Gökkuşağından bir salıncakta sallanmak
Hep masal
Toz pembe hayaller
Gerçekleşse bile insanın uçması
Muhakkak ki unutulur giderler
Sıradan ve gelişigüzel
Bir başka uçuşlara kadar
Ayın delikli yüzeyine ayak basmışlığımız var
Uçmak büyük mesele insanoğlu için
Uç demekle uçmuyor kuşlar
Koş demekle koşmadığı gibi
Atların
Koşun atlar koşun İzmir’e doğru
Sırtınızda insanlar var

Bir çocuk ağlayacak karanlıklarda
Kimsenin haberi olmayacak
Ağladığından bir çocuğun
Sen kahve içeceksin bir akşamüzeri
Bir fotoğraf çekeceksin belki
Yoldan geçen kediyi sevebileceksin
Bir vapur Kabataş’tan hareket edecek
Bir oyun daha sahnelenecek üstelik
Yüksek tepelerdeki karlar bile eriyecek
Çocuklar kararacak aydınlıklarda
Ağlayacaklar
Evlerine kapanıp oyuncaklara sarılıp
Artık ağlamaktan utanır olacak herkes
Suyun yeşilimsi maviliğine darılıp
Ağlayın çocuklar ağlayın
Bu dünya sizin için fazla büyük
Nedamet etmez hiçbiri
Geçmiş zaman olur unutulur gider
Bu sizin için ağır bir yük
Ağlayın çocuklar ağlayın
Bütün unutulan hatıralara
Alacağınız olsun bu dünyadan
Kirlenmemiş elinize şekerden boyadan
Ağlayın çocuklar İzmir’e doğru
Çocuk olamayanlar utansın

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri yıldızlara
Uçabilsinler diye

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri dünyada
Ölebilsinler diye

Dünyanın etrafında
Devinimsiz bir tur atacak diye
İnsanların önüne
Beyaz bir örtü serecek diye
Öldü Macellan
Ölmeyi kimseden öğrenmedi Macellan
Aferin Macellan tırnakların uzamış
Cesedin tabutuna sığmamış
Duydum
Dünya yuvarlak biliyoruz artık
Uzaya giderken kulağını çınlattık
Dünya acılarla dolu
İçler acılarla
Beşbenzemez türlü farklı acılarla
Öl Macellan öl Sabrosa’ya doğru
Kuşlar dönecek mezarından
Uyu Macellan uyu
Ölmen bir işe yaradı en azından

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Uçmayı öğreteceğim kuşlara

Bir mendil
İçerisinde acı barındırıyorsa kanar yalnızca
Kılıçtan keskin
Gökyüzünden daha ağır
Hatıraların gözleri kör ve
Kulakları sağır
Pardon beni hatırladınız mı
Karşıdan karşıya geçerken
Bir arabanın altında kalıp ölmüştüm
Hani bütün öğlen güneşini
Kayıtsız şartız ortadan ikiye bölmüştüm
Çantanızı diğer omzunuza alıp gitmiştiniz
Köşedeki marketten
Soğuk bir su alıp içmiştiniz
Artık uçabiliyorum
Dilimden kurtulmuyor canlılar
Hatırladınız mı
İş işten geçmiştiniz

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremedikleri yıldızlara
Uçabilsinler diye

Uçmayı öğreteceğim kuşlara
Bir gün hiç göremediğim yıldızlara
Uçabileyim diye
Uçmayı öğreneceğim kuşlardan