Apr 14, 2014

Preis: Üçüncü Nüsha, 'Plastik Maske'

Üçüncü Nüsha: ‘Plastik Maske’

Son bir. Son iki. Belki kırk beş. Adımlar ötelenir, ağır aksak, elbet saydamlaşır atmosfer ve kaçınılmaz, evden çıkarken tüm lambaları açık bıraksak; gitsek mi, yoksa bir çare midir, gitmemek; yahut çare olabilecek midir; gitmesek! Bilenler bilmeyenlere söylesin, saat kaç geçiyor kaçı, gözlerim fal taşıydı artık görmez oldu, dayanamıyor çözümsüzlüğe, çözümler karanlık bir fare deliğinde kayboldu, öyle ya; kalmayacak tek bir konuşan yeryüzünde, yorulmayın, kulaklarım zaten duymazçalışır, boşuna bağırmasın kimse son sözünde. Bir zar, belli belirsiz bir çeper. Efendim? Efendim derdi elbet, duyabilseydi eğer… Kaldırım taşları bunlar, taşlardan ibaret dört ayaklı yalnız insan yolları, belki kırkayaklı vagonları, işte bunlar gömülü yüreğimin tam ortasına; diyorlar ki, boşuna ümit etmeyin, tanıyamamışsınız; dönüp bakmaz zaten arkasına. Ama bakıyor. Ama belki bakacak. Tanıyamamış mıyım? Bir küçük sanrı mı bu? Belki… Merhaba. Büyük bir tanrı mı bu? Sen; ey yüce tanrı, söylesene, yok musun yoksa var mı; bizler dönmedolaptan bir yelpazeyiz, bizler bozuk bir tansiyonölçeriz; damarlarımız gayet sert, ensemiz hayli kalın, kısacası deliyizdir biz, öyle yürür şanımız, deli gibi divaneyizdir biz. Dilim dönmez, elim tutmaz. Ben fırıldak cennetinden bir küçük yaprak, ben bir rüzgar tanesi; güllerinin içinden; koşarak… Ben, susamdan yapılmış bir sokakta yalnız yaşayan hayalperver çizgi kahraman! Hedefinden şaşmış bir taramalı tüfek. Kafası karışık bir atlı prens; neye kısmet olundu, aslında neydi niyet. Orak sallaması bizden sorulur, çekiç atmak eskilerden bir gelenek… "A bir ev, b göbekli bir adam, t bir keser!" Ata sporudur derler bizde ümit etmek. Yollarda kalması gözlerin; kaçınılmaz bir reflekstir, nakavt, ufuk çizgisinden bağımsız, güneşin batışı gibi hüzünlü, açlığımızadır oysa bizim bir bardak su ve kuru bir lokma ekmek sofrasından ibaret yaz gündüzü... Ayıramıyorum birbirinden renkleri ve bir renk cümbüşüdür gayya kuyularına doğru uzanan, dalga dalga akıyor, gayya gayya bakıyor ve karışıyor diğer yarısına; anlayın artık çaresizim, ve hak verin; macun beyazından başlıyor bu kaldırım, dönüşüyor sonra koltukaltı sarısına. Boş versene. Hayat bir akarsu. Görmüyor musun caddelerden sapiensler geçiyor, adeta kayıyor sabun köpüğü üzerinde, kristalleşmiş bir homo türünden, ayaklarında ayakkabı kırk beş, ağızlarında bir ıslık, yontulmuş eski püskü, bir bozuk türküden. Ve bu kırk beş numara sesleri, tak tak, titreşen katmanlar, toz toprak, dünyayı sallıyor tanrıya rağmen; demek ki neymiş, gözlerdeki çapakları temizlemek için vakit bir hayli erken. Ve öylece ölecekler, bile bile; ne altın sarısı saçlar, ne yemyeşil gözler, hepsi çürüyecekler…  Ölmemek için mücadele eden yok, bütün kavga daha güzel ölebilmek adına ve yaşamak için inatla ısrar eden kadar çok, kavganın sonunu biliyor olsa da… Bağırın. Sesiniz ne kadar çıkabiliyorsa; bilin ki daha çok çıkabilecektir her zaman. İyiye doğru veya iyi görünen kötüden gayrı. Poşet hışırtıları duyulur nasırlı ellerin arasında, tabiat çizmiş aslında kendi yörüngesi etrafında, dinle; anlatmaya çalışıyor bir şeyleri, lafların tamamı duymak isteyene… Allarekber allarekber… Durun. Nereye gidiyorsunuz? Teker teker topluyoruz yoldan çıkanları ve üzerimize afiyet; dize getiriyoruz henüz yoldan geçenleri… Alt tarafı bir adet oksijen, elbet bulunur, yaşatabilirsek ağaçları; dünyanın sonuna hoş geldiniz, elinize sağlık, çıkarın şimdi maaşları. Kim çağırıyor, nereye gidiyor kimileri ve nereye götürecekler bizleri? Boş versene… Gitmek bize göre olmadı hiçbir zaman. Vazgeçelim. Size göre olduğu zamanlar da oldu zaman zaman… Öyleyse, git… Ne duruyorsun? Faust’u dinle… Susmak bilmiyor. Tepelerden akar, ırmaklardan taşar… İmparatorlar. Yokuşlar. Yok oluşlar. Oysa Almancam yok hakkını verebilecek kadar, sıradan bir pergel düzeni, ve yalnızca bir Vanilyancam var kaderimize kısmet, cezasını veremiyor kimse ve tanımıyorlar çocukları üzeni… Ciltlenmiş kalbim, dışı kabuk bağlamış ve kahverengi; yüzümde plastik bir tureg (Türkçe karşılığı ‘maske’ olan Vanilyanca bir kelimedir) -sıcakta eriyen kolayca-, herkesten gizli ağlayabileyim diye ve sansınlar ki gülüyorum her sabah, inansınlar ki; gülebilirim her saniye. Ayaklarını betona göm, ateş al, ulaşabilirsen toprağa; bir kısa zaman dilimi, gelirgeçer bir piyes bu, kaldır başını gökyüzüne ve gözlerini sımsıkı kapa… Yaklaştı, yaklaşacak… Korkma, uçurumun kenarından değil düşmeler, bu infial geçecektir; oysa ne kadar da sahte gülüşmeler, sanmayın; elbet bir gün uçurumdan da düşecektir. İnanabilmek önemli derler, muhakkaktır dedikleri doğru olur; elini çek, dudağını ısır, kaçış yolu kalmadı; ister istemez sarılacaktır. Hipermetropsavarları kaldır önünden, koy şimdi ceketinin iç cebine, kaldığı yerden devam eder savmaya, dönebilirsen eğer evine. Lambalar sönmüş olabilir, meridyenlerarası asimetrik bir karmaşadır başlayan, düzen bozuldu, damarlar çatladı; saat farkından ötürü yaşanan bir kavgadır ateşleyen. Pembe… Gökyüzünden saçılmış pul pul dökülüyor avuç içlerine; itiraf edelim, bir türlü akıl ermez, bu deli kadın işlerine. Gezegen bulur atmosferde ki bulamazsa kilden yapar bir Plüton, katmilyarlarca kara parçası, galonlar dolusu okyanus; yetmez, duymak ister bir bas bariton. Şikayet eder sonra, vurur masaya yumruğunu, yahu bu ne biçim sestir; kim sanıyorsunuz kendinizi derler, ne bu cüret; boyun eğip bilek bükerler; aman efendim, haddimize değil, maskelerin altından gelip geçerler. İki kere iki kaç eder böyle durumlarda bir türlü emin olamayız, yamalı bir yıldız gibi ışıyacaktık oysa, yazık, bu şekilde solamayız. Evet derse evet, hayır derse hayır olur içgüveysinden hallice ibadetlerimiz, ibadet etmek için öncelikle, lütfen yazılı bir izin isteyiniz. Sanki gülüyor, kıvrılmış dudakları, gözlerimde canlanıyor bir yanılsama, sen sen ol, söyleyeceklerini kayıtsız şartsız dinleme. Gülümse. Gerçek olmasa bile. Kan ağlasa dahi iç organların, çıkarma maskeni, böyle görünsün yüzün; yüklemi başa al, çiz altını zaman zarflarının, olsun; nasıl olsa, duyulmayacaktır son sözün. Devam et. Kuralına uy. Böyle yazılmış bu kapkara huy. Sen, gülümse. Ne işe yarar diye düşünme. Bekle yelkovanı, elbet senin için de çalışacaktır bir gün, halının altına süpür kaybettiklerini, dinecektir acısı her geçen gün.

***

Bir yandan durakta beklemeye devam ederken göz ucuyla da, az ilerideki büfenin raflarında duran gazetelerin manşetlerini süzüyordu. Olağan bir gündü. Yağmur yağmıyordu. Rüzgar yok denecek kadar azdı. Üzerine mevsim normalleri gereğince kalın kazak ve içine beyaz atlet giyen insanlar, terlemeye başlamıştı çoktan. Yağmur yağsa muhtemelen gökkuşağı oluşacaktı bir yerlerde. Neyse ki fazla vakti yoktu. Yaşlı bir kadın yanına doğru geldi, saati sordu. Meydandaki kuleye baktı, kolunda saat yoktu çünkü, sonra kadına döndü: “Venger age cutres.”

Henüz maskesi yüzünde değildi. Yaşlı kadın teşekkür edip uzaklaştı.

*** 

Vanilya Gezegeni bir yandan dönmeye devam ederken; farkında olarak veya olmayarak; düşün, dedi Ulu Manitu kullarına. Düşünmenin ne demek olduğunu bilmeden düşünmeye çalıştı canlılar böyle olunca. Ortada yanlış giden bir şeyler vardı veya eksik yaratılan. Maske takmayı günah saymak gerekir miydi? Ulu Manitu yalnızca ‘Ol’ dedi ve oluverdi bir çırpıda. Henüz acemilik dönemindeydi. Oldurmak, başlı başına yeterli değildi demek ki. “Hepsini düzelteceğiz.” Neticede önemlidir, siz yine de bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, üçüncü nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

Apr 2, 2014

Sandık

Bugün Ankara’da mücadele veriliyor. Ve daha birçok yerde.

Peki, bu neyin mücadelesi?

Yalnızca Mansur Yavaş belediye başkanı olsun ve yarın öbür gün başkentte yapılacak yolların veya dikilecek ağaçların veya kazılacak temellerin kararnameleri altına imza atsın diye mi uykusuz kalıyor insanlar; sandıkların başında bekliyor, torbaların üzerinde sabahlıyor, nöbetleşe görev değişikliği yapıyor? Savunmada yalnız kalan adam, “Allahını seven defansa gelsin.” diye ne için haykırıyor? Tüm bunlar bir adam mevki sahibi olsun diye mi oluyor? Bunca insan bu adamın kara kaşı kara gözü için mi seferber?

Elbette hayır.

Bu insanlar ilk defa kaybetmiyor, son defa da kaybetmeyecek. Belki de Ankara'nın yerel yönetim anlayışının değişmesi -ve muhtemeldir güzelleşmesi- seçim sonrası ortaya çıkan genel tabloya fazla etki de etmeyecek. CHP'yi birden bire kaybeden koltuğundan alıp, kazanan koltuğuna oturtmayacak. Ama kaybetmenin de bir gururu vardır, işin içinde adalet olursa eğer. Bu insanlar bunun farkında.

Bu yüzden ideoloji ve hayat tarzı gözetmeksizin aynı amaç uğruna omuz omuza vermiş vaziyetteler ve fikirleri birbirlerinden tamamen farklı da olsa en azından dürüst ve onurlu bir siyaset kapısının aralanması adına çaba sarf ediyorlar. Milliyetçisi de, komünisti de, sağcısı da solcusu da... Demokrasi adına... Temiz siyaset adına. Mücadele ediyor.

Bu insanlar biliyor. Gözleriyle gördüler. Şahit oldular. Mücadelenin esas sebebi de budur. Yanlışa onursuzca boyun eğmek, sonunda doğruyu ortaya çıkarmayacak olsa bile, hiçbir zaman içlerine sinmeyecek çünkü. Mücadeleyi kaybetse de baskıcı güce boyun eğmemenin haklı gururu alınlarında bir yıldız gibi ışıldayacak sonsuza dek.

Ne kadar da kolay oysa, basit bir çıkarımla işin içinden sıyrılabilmek: “Ağlıyorlar. Kaybetmişler hala neyin peşindeler?” Ne kadar da derinlemesine, değil mi? “Yenilen pehlivan güreşe doymaz.” Ah Azizciğim… Eğer bugün bu insanların savunduğu ve haklarını aradığı kişiler, yarın benzer bir şekilde yanlışa düşerlerse eğer, karşılarında bulacakları ve yanlışı yüzlerine acımasızca çarpacakları kesimin kim olduğunun da çok iyi farkında olmalılar. Emine Ülker Tarhan bugünlerde bunun ne demek olduğunu çok iyi bilir. Çünkü bugün hak arayanlar, hiçbir zaman, hiçbir şekilde ve hiçbir haksızlığa duyarsız kalmayacaklardır.

İnsanlar; aylardır en ufağından en büyüğüne, en basitinden en karmaşığına; özünde anayasal bir hak olan herhangi bir protesto girişimi karşısında “Hesabını sandıkta sor!” tepkisini aldı. Öyle ki, seçim zamanı oy vermekten başka düşünce ifade etme biçimi yokmuş gibi davranıldı. "Bir derdin mi var?"... "Sandık orada."

Peki.

Gün geldi. Sandığa gidildi.

İktidarın toplum üzerindeki etkisi, kamuoyunda edindiği imajı ve bunun sandığa yansıyan sonuçları üzerine edilecek kelam; hatta seçim öncesi oluşan atmosferden, zihinlerde olgunlaşacak algıları etkileyen parametrelere ve hatta başarısız muhalefetten, söz konusu 'paralel yapı'nın uzantılarına kadar; elbette vardır.

Fakat bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonrası ortaya çıkan tablonun güvenilirliği sağlanmalıdır. Bugün Ankara'da verilen mücadelenin alt metni de budur. Veya Ağrı'da. Ceylanpınar'da. Antalya'da. Belki de İzmir'de.

Sandığa gidildi. Oy verildi.

Ama yetmedi.

Verdiği oyun peşinden koşmak zorunda kaldı insanlar. Ellerinde kalan son söz hakkının göz göre göre çalınmasına izin vermemek için çabaladı. Oy vermek bir söz söyleme biçimi haline getirildi, verdiği oyun çalınmasına göz yummamak söylediği sözü savunma mekanizması... Oysa sadece adalet istiyordu insanlar. Madem sade bir vatandaş olarak sahip olduğu yegane güç 'sadece bir oy'du, sahip olduğu en büyük protesto biçimi oy vermek veya vermemekti, bunun arkasında durmak adına savaşmak zorunda kaldı. Sandığa zarfı atıp evine gönül rahatlığıyla dönemedi. Demokrasi çarkının kuvvetten bağımsız bir biçimde döndüğüne şahit olamadı.

Ve mücadele etti. Savaştı. Direndi.

Yetmedi.

İnsanlar gözleriyle şahit oldular. Bilinçaltlarında filizlenen büyük bir soru işareti uzun zamandır mevcuttu zaten ve bunun somut bir biçimde karşılarına çıkabilme ihtimali her zaman akıllarda canlılığını koruyordu. Ve öyle de oldu. Başka şansları yoktu çünkü karşılarında olduklarının. Korktukları şeyler vardı.

Çalındığına inandıkları oyları protesto etmek istedi insanlar böyle olunca; şeffaflığından şüphe duydukları olguların ve gerçeğin ortaya çıkması adına yapılacak girişimlerin engellenmesi üzerine, Yüksek Seçim Kurulu önünde. Ne diyeceklerdi ki, "Gidin sandıkta yapın protestonuzu." mu? Hangi sandıkta? "Sizin için miting alanları inşa ettik -doğayı katlederek, denize beton dökerek-, oyunuzu orada arayın." mı diyeceklerdi? Elbette hayır. Saldırmaktan başka şansları yoktu. Ve saldırdılar. Yine. İktidarın askerleri her zamanki gibi görevinin başındaydı. Tomalar yürüdü, fişekler patladı. Bilindik tablo. Benzer resimler.

Seçim sonuçları, AKP'nin başarısı, bu başarının nedenleri, yararları-zararları, toplumun genel durumu, muhalefetin başarısızlığı vs. hepsi konuşulur, yazılır, çizilir. Sorun değil. Ancak, bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonuçlarının şeffaflığı ve güvenilirliği adına kafalarda yer eden soru işaretlerinin ortadan kalması, hukukun gerektirdiği yolların izlenmesi lazım... Aksi halde ne dürüst siyasetten, ne haktan, ne hukuktan bahsedebiliriz.

Bu kavga "Kim ipek kravat takacak?" kavgası değildir.

Peki, ne istiyorsun?

Konuşmasınlar. Oy vermesinler. Hak aramasınlar... En iyisi ölsünler mi? Yapmadığın şey değil. 

Unutma. Ölmeyi sizden öğrenecek değiller.