Jun 18, 2014

Bisiklet Ruhlu Adamların Hikayesi

Hayatımın en büyük aşk hikayesini anlatabilme ihtimalim tedavüldedir, bu eyleme meyletme gönülsüzlüğüm bir kenarda öylece duruyor olsa da. En büyük dedimse, bunu yapabilmem için öncelikle içinde bulunduğumuz bu şehirden ve nitekim bu şehrin sahip olduğu işleyiş mekanizmasından bahsetmem gerekmektedir ki esasında Borges romanlarında ve bizatihi -gibi- durumlarda böyle bir ihtimal veya gerçeküstücülük söz konusu olmasa da, büyüklüğü -çizgi- küçüklüğü süpermarketlerin alkol reyonlarında durmaktadır ve durmaya devam edebilmektedir hatta ve üzülerek söyleyebilirim ki tasarrufu sizin elinize bırakılmıştır. On sekiz yaşından küçüklere satılabilinememektedir müstehcen toplum kuralları gereğince. Dünyadaki ve dolayısıyla malum dünyanın binlerce alt kümesinden biri olduğuna göre bu şehirdeki bütün gerçek hikayeler de bir başka gerçek hikayenin metaforik yansımasıdır ve dolayısıyla anlaşılması ve hatta anlatılması güçtür. Şüphesiz ki bir hafta yedi gün, bir gün yirmi dört saattir. Bir kibrit kutusunun içinde vasati kırk küsür adet kibrit çöpü bulunur. Gelgelelim, birbirine asimetrik iki ucu paslı bu yassı şehir, sahip olduğu yörüngesel devinimi, zamansal kavramların yarım çember dışında; belki meşrutiyetten belki de gayrımeşrutiyetten itibaren, -esasında kırkbeşmilyonsonsuzküsüre tekabül eden ancak görünürde yalnızca- iki adet bisiklet pedalının birbirini yakalayamamacası kısır döngüsünden veyahut mekanikbilimsel konuşmak gerekirse, devir daiminden elde eder, müdavimi neticeler sonucu. Bisiklet pedalı dedimse, öyle gözünüzde büyütmeyiniz sakın, gayet alelade ve bilhassa kedigözsüz. Hem ne iş yaparmış gözü kedinin pedalda? Hangi ansiklopedide yazarmış böylesine varsayımsal bir konunun gerçekliği? İşte bu yüzden yasaklanmaktadır, bisiklet kullanmak hava kararınca bu şehirde. Öyle ki; siper ettiği zaman güneşi dünya denen gezegenin uydusu, her ne kadar yasak olsa da bisikletle bir A noktasından bilinmezler doğrultusunda ilerleyip B görünümlü bir A buçuk noktasına doğru mesafe kat etmek; söz konusu pedalların hareketini sağlayan ‘Bisiklet Ruhlu Adamlar’ için hiçbir gerçek an son bulmaz bu şehrin ait olduğu zaman dilimini ilerletmek görevi, noktasından virgülüne kadar eksiksizce. Bu Bisiklet Ruhlu Adamlar şehrin bir –veyahut belki iki- kat altında, neticede iyonosfere yakın denemeyecek bir noktasında -belki de Ionescovari bir koordinatta diyebiliriz-; neredeyse durmaksızın çalışmaktadırlar ve nitekim ne mevcut geceyi gündüzden ne de olağan mevsimi bir başka mevsimden ayırt edebilemeyerek, büyük patlamadan itibaren kurgulanmış olan sistematik döngünün kusursuzca sağlanabilmesi için çaba sarf etmektedirler. Neredeyse durmaksızın dedimse, durabildikleri bir an olabilmekteymiş gibi algılanmasın sakın; yoksa hangi ağaç vazgeçmiş oksijen üretmekten yerli yersiz veya hangi fırında çıkmamış sabah vaktinde sıcacık ekmek? Ve kim, ne zaman vazgeçebilmiş aşık olabilme eğiliminden, yaşlısından gencine, topalından körüne? Hangi taksimetre su gibi akmamış tekerlek yüz kırk kilometre hızla dönüyorken saatte? Veya hangi gemi karar vermiş karadan ilerlemeye sıcak bir haziran sabahı? Veya Menekşe Kız hangi kara parçasında yüzünü yıkamamış uyanınca hatta köpek bir nisan sabahının körü? Ya da hangi salıdan sonraki gün takvime perşembe yazılabilmiş kurşundan kalemle? Perşembe dedimse, cumadan önce perişan olan perşembedir bahsi geçen, öyle söylenegelir; kesinlikle yazılamazmış kurşun olmayan bir kalemle. Evet, Menekşe Kız. Bir sabah görüyorum Menekşe Kız’ı tamamen rastlantısal, günlerden pazartesi, bir kıtadan ötekine gitmek için bilet alıyor gayet cüzi bir fiyata. Belki bir rüzgar esiyor hafiften, saçları uçuşuyor kim bilir. Sonra Bisiklet Ruhlu Adamlar hareket ettiriyorlar bu şehri ve haliyle vapur bu durur mu; durmuyor bittabi, iskeleyi yalnız bırakıyor peşinde köpükler saçarak ve ben ardından kulaç kulaç takip ediyorum Menekşe Kız’ı köpükler arasında kaybolarak. Sonra uyanıyorum. Rakım yüz yirmi, nüfus birkaç milyon, vapurdan çok uzaktayım gibi. Vapurlar çok tuhaf. Köpükler arasında kaybolamıyorum. Söz konusu Bisiklet Ruhlu Adamlar, günlük yevmiye karşılığı, sigorta primsiz ve tüketecekleri herhangi bir yol bulunmadığından dolayı gayettabi yol parasız bir çalışma düzeniyle döndürmektedirler bu şehri. Onlar her saatte dakika başına tam üç adet kasnaklı, bir adet de pinokyo olmak üzere dört tane; yani toplamda saatte ikiyüzkırk, günde beşbinyediyüzaltmış bisiklet üreterek -ki siz bu satırları okuyana dek onaltı adet daha bisiklet üretilip atmosfere salınmıştır-, mevzubahis bilgi ve hareket akışının devamlılığını sağlamaktadırlar. Nitekim mevcut vaziyetin kaçınılmaz sonucu olarak bu şehirde ister istemez geceler, gündüzlerle yarışır. Yarışır dedimse, kazanmak için değildir bu kısır mücadele, tüm oksijen kaybetmek maksatlı dönüşür karbondioksite, bükülmesel mevzu, yani bilekmatik; fakat dediğim gibi, kim yenerse o kaybeder bu oyunu, biraz betimsel. Bu şehrin birkaç topal tarafı mütemadiyen denizlerle çevrilidir. Deniz dedimse okyanustan küçük, akvaryumdan büyük sular ve balıklar birleşkesi. Yağmur nasıl ki yağdığı zaman evlerin çatısına düşebiliyorsa mazeret gözetmeksizin, denize de düşebilmektedir herhangi bir tedirginlik duymadan olabildiğince Newtonca. Ve hatta sokakta yakalayabilirse sırılsıklam edebilir Menekşe Kız’ı bile gözünü kırpmadan, evsiz hayvanları da edebildiği gibi acımasızca. Bulutların gözü olur mu? Belki olur. Ben zaten sırılsıklammışım bulutların gözü olmasa dahi, içimde zeplinler yarışıyor, dinozorların bile nesli tükenmemiş olabilir hala içimde, öylesine aşığım; yağmur yağmasa da olur böyle durumlarda ve aslında yağmur yağmasa olmazmış doğrusunu söylemek gerekirse. Bütün sular denize dökülür, duymuşsunuzdur. Bazen kesişir yollarımız denizle böyle olunca. Kesişir dedimse, ben kıyısına kadar gelirim, en fazla yüzeysel verimliliği yüksek bir kaya parçasında otururum, her iki tarafa da mülteci-yi nasipten; üç kulaç ötemden giderken vapurlar, bir elimle şehre tutunurum bir de göz ucuma yakalanır vapurları kovalayan martılar. Aslına bakarsanız bu koşullar altında kesişmekten ziyade teğetgeçer sayılırım denize ve ben balıkların nasıl öldüğünü düşünürüm teğetgeçer sayılır vaziyetteyken devasa su birikintilerine. Düşünürüm dedimse, maviliğin gözle görünür noktalarından başkaldıran boyuneğmez dalgaları seyir eylerim, bu eylem bir nevi düşünmektir, büyük atlas okyanusu literatürünce; bilinmektedir ki, bütün düşüncelerimin varabileceği en uzak noktada Menekşe Kız bulunmaktadır, ayıptır söylemesi boylu boyunca. Balık olmak zor bir yaratılış. Denizkızı olmak imkansız. Büyük balığın yiyebileceği kadar küçük kalmak gerekmektedir güzel ölebilmek için ve ne acıdır ki küçük balığı yiyebilecek kadar büyük kalmak gerekmektedir yaşayabilmek için sezonluk balıklar aleminde. Yani kara gözlü zavallı balıkların da durumu bizden çok farklı sayılmaz aslında; ennihayetinde içgüveysinden Felluce halleri, akvaryuma hapsedilmedikleri sürece. Peki siz hiç düşündünüz mü; balıklar nasıl ölür? Belki bir bomba patlayabilir, ihtimaller dahilinde. Bomba dedimse, eğer patlayabilirse bomba denebilir bu patlayan şeye, bazı önemli detayları göz ardı etmemeli. Tam tersi durumda ise bombaya teşebbüs, diyebiliriz en fazla, dil bilgisi kurallarınca. Yoksa hangi markette satılmış yarım kilosu üç liradan bir bomba veya hangi vitrinde sergilenmiş süs eşyası olarak, tozlanmaya mahkum? Ne yazıktır ki hiçbir bomba tozlanmaz bu gerilla mevsiminde. Menekşe Kız’a anlatıyorum bu derdimi. Bir başlıyorum, kim bilir belki de susmuyorum hiç. Menekşe Kız’ın iki dudağının arasında eriyorum adeta, aldığı nefesten girip verdiğinden çıkıyorum, kirpikleri birbirine değdiğinde yeniden doğuyor gibi oluyorum. Belli belirsiz bir baş ağrısı tecavüz ediyor kafatasımın muhtelif yerlerine, şiddet ve korku içerikli cümlelerim. Bir gün saçını topluyor, bir gün kırmızıya çalan koyu renk bir oje sürüyor tırnaklarına. Bisiklet Ruhlu Adamlar’a sitem ediyorum bazen. Bari sıcak günlerde, ne bileyim ağustos filan, omuzları açık elbiseler giysin diyorum Menekşe Kız. Beni duymuyorlar. Siz hiç güneşle konuştunuz mu? Konuşmayın çünkü sizi duymaz. Ama ben konuşuyorum, güneşe anlatırmış gibi, Menekşe Kız dinliyor. Bir süre sonra Godot’ya kadar getiriyorum lafı, susmak bilmemişim demek ki ve sirenler çalmaya başlıyor. Bayraklar yarıya indiriliyor. Polisler intikal ediyor olay yerine. Belli ki olay yeri inceleme ekipleri. Ellerim kelepçeleniyor, götürülüyorum. İfademi dahi almıyorlar. Yaz kızım: Müebbetine. Gözünüz kör olsun Bisiklet Ruhlu Adamlar, çok mu gördünüz bana iki tane devrik cümleyi, diyorum, bari başlasaydım öpmeye ayak parmaklarından da bitiremeseydim. Ben diyorum, diyebiliyorum lakin duyan olmuyor, duyabilen bulunmuyor. Bir lamba cini yapıyorum kendime, içine biraz kum koyuyorum ve kulak memesi kıvamında demir; ama ne lambaya benziyor bu ne de cin var içinde. Lambaları söndürerek inanıyoruz tanrıya, gülmeyiniz, bütün umudumuz bu içi paslı cinde. Neticede dönencemiz bir tıraş köpüğüdür ve en ufak akıntıda yok olmaktadır. Bunun kabahatlisi belki Bisiklet Ruhlu Adamlardır, belki de değil, bilemiyoruz; bunu yüzyıllar sonra yazılacak olan tarih kitaplarından öğrenebileceğiz sadece. Şimdilik rayında gitmeyen tramvayların, kazanılamayan futbol müsabakalarının, kırmızı ışıkta durmayan yayaların sorumluluğunu bu zavallı insanların üzerine atmakla yetiniyoruz ve olayla hiçbir ilgimiz kalmıyor böylelikle. Bir sabah yanımdan kalkıp gidiyor Menekşe Kız. Sabah dedimse, güneşin doğmaya niyetinin olmadığı, taze dökülmüş bir asfalt gibi kapkaranlık, belli ki gece. Nitekim bütün geceler sabah bu şehirde. Gidiyor, geride bırakılanları düşünmeden. Dönüp bakmıyor bile ki yanağıma konduracağı veda öpücüğünden eser yok, bütün umudum bundan ibaret, bu hayata tutunacak cılız bir dal benim için. Sessizliği koruyorum. Maçı uzatmaya götürmenin manası yok, sportmence kabulleniyorum mağlubiyeti. Bir bakıyorum ki gerçekten yanımdaymış, ancak fark ediyorum optik bakışlarım vücudumda emanet midir ve ne acıdır ki bazı gerçeklerle sonradan yüzleşiyorum. Doğanın kanunları lehimize işlemiyor neticede. Bu şehrin her köşesine bir adet heykel dikiliyor, yüzü güneşe dönük gündüzleri, geceleri yıldızları selamlamakta. Bu da bir tiyatrodur ve elbet kapanmaktadır perdeleri. Bazen yerli yersiz, bazen yerli yerinde. Nitekim, hayatımın en büyük aşk hikayesini anlatabilme ihtimalim hala stabildir ve esasında bitmek bilmeyebilir cümlelerim. Unutmamalı, bütün gerçek hikayeler bir başka gerçek hikayenin metaforik yansımasıdır ve dolayısıyla anlaşılması ve hatta anlatması güçtür. Bu ne biçim hikaye de, esasında bu şehrin atardamarıdır şimdilik; ve bilhassa ‘Bisiklet Ruhlu Adamlar’ın hikayesidir.