Hayatımın en büyük aşk hikayesini anlatabilme
ihtimalim tedavüldedir, bu eyleme meyletme gönülsüzlüğüm bir kenarda öylece
duruyor olsa da. En büyük dedimse, bunu yapabilmem için öncelikle içinde
bulunduğumuz bu şehirden ve nitekim bu şehrin sahip olduğu işleyiş
mekanizmasından bahsetmem gerekmektedir ki esasında Borges romanlarında ve bizatihi -gibi- durumlarda
böyle bir ihtimal veya gerçeküstücülük söz konusu olmasa da, büyüklüğü -çizgi-
küçüklüğü süpermarketlerin alkol reyonlarında durmaktadır ve durmaya devam
edebilmektedir hatta ve üzülerek söyleyebilirim ki tasarrufu sizin elinize
bırakılmıştır. On sekiz yaşından küçüklere satılabilinememektedir müstehcen
toplum kuralları gereğince. Dünyadaki ve dolayısıyla malum dünyanın binlerce
alt kümesinden biri olduğuna göre bu şehirdeki bütün gerçek hikayeler de bir
başka gerçek hikayenin metaforik yansımasıdır ve dolayısıyla anlaşılması ve
hatta anlatılması güçtür. Şüphesiz ki bir hafta yedi gün, bir gün yirmi dört saattir. Bir kibrit kutusunun içinde vasati
kırk küsür adet kibrit çöpü bulunur. Gelgelelim, birbirine asimetrik iki
ucu paslı bu yassı şehir, sahip olduğu yörüngesel devinimi, zamansal
kavramların yarım çember dışında; belki meşrutiyetten belki de gayrımeşrutiyetten
itibaren, -esasında kırkbeşmilyonsonsuzküsüre tekabül eden ancak görünürde
yalnızca- iki adet bisiklet pedalının birbirini yakalayamamacası kısır
döngüsünden veyahut mekanikbilimsel konuşmak gerekirse, devir daiminden elde
eder, müdavimi neticeler sonucu. Bisiklet pedalı dedimse, öyle gözünüzde
büyütmeyiniz sakın, gayet alelade ve bilhassa kedigözsüz. Hem ne iş yaparmış
gözü kedinin pedalda? Hangi ansiklopedide yazarmış böylesine varsayımsal bir
konunun gerçekliği? İşte bu yüzden yasaklanmaktadır, bisiklet kullanmak hava
kararınca bu şehirde. Öyle ki; siper ettiği zaman güneşi dünya denen gezegenin
uydusu, her ne kadar yasak olsa da bisikletle bir A noktasından bilinmezler
doğrultusunda ilerleyip B görünümlü bir A buçuk noktasına doğru mesafe kat etmek;
söz konusu pedalların hareketini sağlayan ‘Bisiklet Ruhlu Adamlar’ için hiçbir
gerçek an son bulmaz bu şehrin ait olduğu zaman dilimini ilerletmek görevi, noktasından
virgülüne kadar eksiksizce. Bu Bisiklet Ruhlu Adamlar şehrin bir –veyahut belki
iki- kat altında, neticede iyonosfere yakın denemeyecek bir noktasında -belki
de Ionescovari bir koordinatta diyebiliriz-; neredeyse durmaksızın çalışmaktadırlar
ve nitekim ne mevcut geceyi gündüzden ne de olağan mevsimi bir başka mevsimden
ayırt edebilemeyerek, büyük patlamadan itibaren kurgulanmış olan sistematik
döngünün kusursuzca sağlanabilmesi için çaba sarf etmektedirler. Neredeyse
durmaksızın dedimse, durabildikleri bir an olabilmekteymiş gibi algılanmasın
sakın; yoksa hangi ağaç vazgeçmiş oksijen üretmekten yerli yersiz veya hangi fırında
çıkmamış sabah vaktinde sıcacık ekmek? Ve kim, ne zaman vazgeçebilmiş aşık
olabilme eğiliminden, yaşlısından gencine, topalından körüne? Hangi taksimetre
su gibi akmamış tekerlek yüz kırk kilometre hızla dönüyorken saatte? Veya hangi
gemi karar vermiş karadan ilerlemeye sıcak bir haziran sabahı? Veya Menekşe Kız
hangi kara parçasında yüzünü yıkamamış uyanınca hatta köpek bir nisan sabahının
körü? Ya da hangi salıdan sonraki gün takvime perşembe yazılabilmiş kurşundan
kalemle? Perşembe dedimse, cumadan önce perişan olan perşembedir bahsi geçen, öyle söylenegelir; kesinlikle
yazılamazmış kurşun olmayan bir kalemle. Evet, Menekşe Kız. Bir sabah
görüyorum Menekşe Kız’ı tamamen rastlantısal, günlerden pazartesi, bir kıtadan
ötekine gitmek için bilet alıyor gayet cüzi bir fiyata. Belki bir rüzgar esiyor
hafiften, saçları uçuşuyor kim bilir. Sonra Bisiklet Ruhlu Adamlar hareket
ettiriyorlar bu şehri ve haliyle vapur bu durur mu; durmuyor bittabi, iskeleyi
yalnız bırakıyor peşinde köpükler saçarak ve ben ardından kulaç kulaç takip
ediyorum Menekşe Kız’ı köpükler arasında kaybolarak. Sonra uyanıyorum. Rakım
yüz yirmi, nüfus birkaç milyon, vapurdan çok uzaktayım gibi. Vapurlar çok
tuhaf. Köpükler arasında kaybolamıyorum. Söz konusu Bisiklet Ruhlu Adamlar, günlük
yevmiye karşılığı, sigorta primsiz ve tüketecekleri herhangi bir yol
bulunmadığından dolayı gayettabi yol parasız bir çalışma düzeniyle döndürmektedirler
bu şehri. Onlar her saatte dakika başına tam üç adet kasnaklı, bir adet de pinokyo
olmak üzere dört tane; yani toplamda saatte ikiyüzkırk, günde
beşbinyediyüzaltmış bisiklet üreterek -ki siz bu satırları okuyana dek onaltı
adet daha bisiklet üretilip atmosfere salınmıştır-, mevzubahis bilgi ve hareket
akışının devamlılığını sağlamaktadırlar. Nitekim mevcut vaziyetin kaçınılmaz
sonucu olarak bu şehirde ister istemez geceler, gündüzlerle yarışır. Yarışır
dedimse, kazanmak için değildir bu kısır mücadele, tüm oksijen kaybetmek
maksatlı dönüşür karbondioksite, bükülmesel mevzu, yani bilekmatik; fakat
dediğim gibi, kim yenerse o kaybeder bu oyunu, biraz betimsel. Bu şehrin birkaç
topal tarafı mütemadiyen denizlerle çevrilidir. Deniz dedimse okyanustan küçük,
akvaryumdan büyük sular ve balıklar birleşkesi. Yağmur nasıl ki yağdığı zaman
evlerin çatısına düşebiliyorsa mazeret gözetmeksizin, denize de düşebilmektedir
herhangi bir tedirginlik duymadan olabildiğince Newtonca. Ve hatta sokakta
yakalayabilirse sırılsıklam edebilir Menekşe Kız’ı bile gözünü kırpmadan, evsiz
hayvanları da edebildiği gibi acımasızca. Bulutların gözü olur mu? Belki olur. Ben
zaten sırılsıklammışım bulutların gözü olmasa dahi, içimde zeplinler yarışıyor,
dinozorların bile nesli tükenmemiş olabilir hala içimde, öylesine aşığım;
yağmur yağmasa da olur böyle durumlarda ve aslında yağmur yağmasa olmazmış
doğrusunu söylemek gerekirse. Bütün sular denize dökülür, duymuşsunuzdur. Bazen
kesişir yollarımız denizle böyle olunca. Kesişir dedimse, ben kıyısına kadar
gelirim, en fazla yüzeysel verimliliği yüksek bir kaya parçasında otururum, her
iki tarafa da mülteci-yi nasipten; üç kulaç ötemden giderken vapurlar, bir elimle
şehre tutunurum bir de göz ucuma yakalanır vapurları kovalayan martılar. Aslına
bakarsanız bu koşullar altında kesişmekten ziyade teğetgeçer sayılırım denize
ve ben balıkların nasıl öldüğünü düşünürüm teğetgeçer sayılır vaziyetteyken devasa
su birikintilerine. Düşünürüm dedimse, maviliğin gözle görünür noktalarından
başkaldıran boyuneğmez dalgaları seyir eylerim, bu eylem bir nevi düşünmektir,
büyük atlas okyanusu literatürünce; bilinmektedir ki, bütün düşüncelerimin
varabileceği en uzak noktada Menekşe Kız bulunmaktadır, ayıptır söylemesi boylu
boyunca. Balık olmak zor bir yaratılış. Denizkızı olmak imkansız. Büyük balığın
yiyebileceği kadar küçük kalmak gerekmektedir güzel ölebilmek için ve ne acıdır
ki küçük balığı yiyebilecek kadar büyük kalmak gerekmektedir yaşayabilmek için
sezonluk balıklar aleminde. Yani kara gözlü zavallı balıkların da durumu bizden
çok farklı sayılmaz aslında; ennihayetinde içgüveysinden Felluce halleri,
akvaryuma hapsedilmedikleri sürece. Peki siz hiç düşündünüz mü; balıklar nasıl
ölür? Belki bir bomba patlayabilir, ihtimaller dahilinde. Bomba dedimse, eğer
patlayabilirse bomba denebilir bu patlayan şeye, bazı önemli detayları göz ardı
etmemeli. Tam tersi durumda ise bombaya teşebbüs, diyebiliriz en fazla, dil
bilgisi kurallarınca. Yoksa hangi markette satılmış yarım kilosu üç liradan bir
bomba veya hangi vitrinde sergilenmiş süs eşyası olarak, tozlanmaya mahkum? Ne
yazıktır ki hiçbir bomba tozlanmaz bu gerilla mevsiminde. Menekşe Kız’a
anlatıyorum bu derdimi. Bir başlıyorum, kim bilir belki de susmuyorum hiç.
Menekşe Kız’ın iki dudağının arasında eriyorum adeta, aldığı nefesten girip verdiğinden
çıkıyorum, kirpikleri birbirine değdiğinde yeniden doğuyor gibi oluyorum. Belli
belirsiz bir baş ağrısı tecavüz ediyor kafatasımın muhtelif yerlerine, şiddet
ve korku içerikli cümlelerim. Bir gün saçını topluyor, bir gün kırmızıya çalan
koyu renk bir oje sürüyor tırnaklarına. Bisiklet Ruhlu Adamlar’a sitem ediyorum
bazen. Bari sıcak günlerde, ne bileyim ağustos filan, omuzları açık elbiseler
giysin diyorum Menekşe Kız. Beni duymuyorlar. Siz hiç güneşle konuştunuz mu? Konuşmayın
çünkü sizi duymaz. Ama ben konuşuyorum, güneşe anlatırmış gibi, Menekşe Kız
dinliyor. Bir süre sonra Godot’ya kadar getiriyorum lafı, susmak bilmemişim
demek ki ve sirenler çalmaya başlıyor. Bayraklar yarıya indiriliyor. Polisler
intikal ediyor olay yerine. Belli ki olay yeri inceleme ekipleri. Ellerim
kelepçeleniyor, götürülüyorum. İfademi dahi almıyorlar. Yaz kızım: Müebbetine. Gözünüz
kör olsun Bisiklet Ruhlu Adamlar, çok mu gördünüz bana iki tane devrik cümleyi,
diyorum, bari başlasaydım öpmeye ayak parmaklarından da bitiremeseydim. Ben diyorum,
diyebiliyorum lakin duyan olmuyor, duyabilen bulunmuyor. Bir lamba cini
yapıyorum kendime, içine biraz kum koyuyorum ve kulak memesi kıvamında demir;
ama ne lambaya benziyor bu ne de cin var içinde. Lambaları söndürerek
inanıyoruz tanrıya, gülmeyiniz, bütün umudumuz bu içi paslı cinde. Neticede
dönencemiz bir tıraş köpüğüdür ve en ufak akıntıda yok olmaktadır. Bunun
kabahatlisi belki Bisiklet Ruhlu Adamlardır, belki de değil, bilemiyoruz; bunu
yüzyıllar sonra yazılacak olan tarih kitaplarından öğrenebileceğiz sadece.
Şimdilik rayında gitmeyen tramvayların, kazanılamayan futbol müsabakalarının,
kırmızı ışıkta durmayan yayaların sorumluluğunu bu zavallı insanların üzerine
atmakla yetiniyoruz ve olayla hiçbir ilgimiz kalmıyor böylelikle. Bir sabah
yanımdan kalkıp gidiyor Menekşe Kız. Sabah dedimse, güneşin doğmaya niyetinin
olmadığı, taze dökülmüş bir asfalt gibi kapkaranlık, belli ki gece. Nitekim
bütün geceler sabah bu şehirde. Gidiyor, geride bırakılanları düşünmeden. Dönüp
bakmıyor bile ki yanağıma konduracağı veda öpücüğünden eser yok, bütün umudum
bundan ibaret, bu hayata tutunacak cılız bir dal benim için. Sessizliği
koruyorum. Maçı uzatmaya götürmenin manası yok, sportmence kabulleniyorum
mağlubiyeti. Bir bakıyorum ki gerçekten yanımdaymış, ancak fark ediyorum optik
bakışlarım vücudumda emanet midir ve ne acıdır ki bazı gerçeklerle sonradan yüzleşiyorum.
Doğanın kanunları lehimize işlemiyor neticede. Bu şehrin her köşesine bir adet
heykel dikiliyor, yüzü güneşe dönük gündüzleri, geceleri yıldızları
selamlamakta. Bu da bir tiyatrodur ve elbet kapanmaktadır perdeleri. Bazen
yerli yersiz, bazen yerli yerinde. Nitekim, hayatımın en büyük aşk hikayesini
anlatabilme ihtimalim hala stabildir ve esasında bitmek bilmeyebilir cümlelerim.
Unutmamalı, bütün gerçek hikayeler bir başka gerçek hikayenin metaforik
yansımasıdır ve dolayısıyla anlaşılması ve hatta anlatması güçtür. Bu ne biçim hikaye
de, esasında bu şehrin atardamarıdır şimdilik; ve bilhassa ‘Bisiklet Ruhlu
Adamlar’ın hikayesidir.