İstanbul. Şişli dolaylarında bir ara
sokak, yıllardan yakın geçmiş. Gece. Ve muhtemelen karanlık.
Klaus Eisen isimli, biraz Alman biraz
Türk adam, az önce içerisinde bulunduğu yüksek binanın önünde beklemektedir.
Telaşlı bakışlarla etrafı süzer. Üzerinde siyah takım elbisesi, kravatı biraz
gevşetilmiş ve sakal tıraşı günlüktür. Az sonra karşısına çıkan ilk taksiyi
durdurur ve hızlıca biner.
KLAUS
EISEN: Bolivya'ya lütfen...
TAKSİCİ:
(alaycı) Neresine?
KLAUS
EISEN: Büyük Cami’nin oraya.
TAKSİCİ:
(kahkahayla) Bolivya'da cami mi
varmış?
KLAUS
EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ:
Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS
EISEN: Yoksa yaptırırız. Hem lazım olur muhakkak ki! Bugün bir cami demek adeta
bir peynir, sanki bir ekmek demek değil mi? İki adet hidrojene bir tane oksijen
katmak gibi. Atmosferde ellini sallasan ellisi. Ne kadar gerekliyse salataya
zeytinyağı veya bir pastaya krema; işte bir yerleşkeye de o kadar gerekli bir
cami. Bolivya’da değil yalnızca, yanlış anlaşılmasın. Altınsahilleri’nde,
Brengard’ta, Mozambik’te, Himalayalar’da. İnsan elinin değdiği her kara
parçasında yani. Çıplak ayakla basılmış her toprakta. Her yerde işte kısaca. Dünya’da
neye ihtiyaç var ki yüksek minareli yeşil bir camiden daha fazla?
TAKSİCİ:
(biraz düşünür) Suya.
KLAUS
EISEN: Lütfen ama; alay mı ediyorsunuz? Suymuş. Teyemmüm diye bir şey çıktı,
yeni model. Duymadınız mı? Sizin gibi suyu hayatın olmazsa olmazlarından
görenlere inat, sudan babası bile çıksa yiyecek olan ensestimtrak canilere
rağmen. Oysa suya ne gerek var? Abdestsiz namaz olmaz, lakin susuz abdest olur
gayet tabi. İki elini toprağa sürersin ve yüzünde gezdirirsin iğne ucu kadar
değmemiş yer kalmaması kaydıyla ve kollarını ellerini bulaştırırsın toprağa filan
işte. Bu bir temizlenme eylemidir esasında lakin mevzubahis toprağın ne kadar
kanlı olduğu ve bilahare aslında bir o kadar da temiz olmadığı göz ardı
edilmelidir, aksi halde teyemmüm kabul bulmaz. Ve en önemlisi niyet edilmelidir
öncelikle, niyetsiz ibadet ibadetten sayılmaz.
TAKSİCİ:
Susuz abdest olur ama susuz banyo olmaz ki. Teyemmüm banyosu diye bir şey duymadım
hiç.
KLAUS
EISEN: Mesela ben üç ayda bir banyo yaparım. O da tütün kolonyasıyla. Seksen
derece esanslı hem de. Yani su olması çok da şart değil aslında. Lakin tütün
kolonyasıyla abdest almak çok imkansız. Çünkü kolonyada alkol var. Alkol yasak.
Alkollü bir şekilde camiye girilmez. Hatta alkollü bir şekilde namaz kılmak,
ölüme yol açabilir veyahut bazı duyu organlarının işlevsizliğine sebep
olabilir. Ve hatta alkollüyken ibadet etmek, hava kararınca birçok masum kuş
türünün neslinin sona ermesine, emzirme dönemindeki kadınların memelerinden
zift akmasına, dünyanın en büyük yanardağlarının alevler saçarak patlamasına ve
Alibeyköy’ün en ufak bir yağmurda sular altında kalmasına sebep olabilir. Zaten
bu yüzden yasaklanmıştır yüzyıllar öncesinden bu yana vücuda alkol enjekte
etmek, vaat edilse de üzüm bağları ve şarap testileriyle dolu bir cennet. Bilindik
bir mevzu, yabancılamamalı. Mesela siz, alkollüyken araç kullandınız mı hiç?
TAKSİCİ:
(iç geçirerek) Çok.
KLAUS
EISEN: Günün birinde ölürseniz eğer, bunun bedelini ödemiş olarak öleceksiniz
muhakkak, bunun bedelini ödemek için öleceksiniz ya da kutsal kitap diliyle.
Tanrının canınızı alma sebebi bu olacak, hak peygamber yoluyla. Eğer ölümle
karşılık bulması gereken daha korkunç günahlarınız yoksa tabi. Söylesenize, tanrının
böyle bir şeyi affedebileceğini mi sanıyorsunuz?
TAKSİCİ:
Ne kadar affedilmeyebilir ki? Adam mı öldürmüşüm, banka mı soymuşum?
Elhamdülillah müslümanız neticede.
KLAUS
EISEN: (önce kısa bir şekilde güler)
Varsın bir banka soyabilirsiniz, yeri gelir kıyabilirsiniz canına bir insanın.
Bunlar dert değil. Gazete okumuyorsunuz anlaşılan… Doğru ya, mesleğiniz icabı
gazete okumaya elverişli bir gündelik işleyişiniz yok, siz de haklısınız. Hangi
kutsal kitabı okumanızı bekleyebilirim ki bu şartlarda? Önce hangi kitabın
kutsal olduğunda karar kılmalıyız, hesapta. Eğer gazete okusaydınız adam
öldürmek veya insanları dolandırmak gibi bazı eylemlerin son derece sıradan bulunduğunu
ve hatta gayet moda kabul edildiğini ve -tuhaftır ki sizin şu an kötü bir şey
olduğunu zannederek altını çizdiğiniz bu eylemlerin- neredeyse hiçbir cezai
yaptırıma maruz kalmadığını, hukuken yeterli bir şekilde karşılık bulmadığını
görürdünüz. Kaldı ki krem tabakadaki birçok cemiyetin parçası haline gelmek
için ön şart sayılır oldu artık bu tür neoillegal varyasyonlar. Fakat bir kadeh
alkol kadar affedilmesi zor, bir yudum alkol kadar katlanılması güç bir konu
ise söz konusu olan, ne bir af bekleyebilirsiniz sözde bağışlayıcı tanrınızdan,
ne de en ufak bir anlayış göstergesi bulabilirsiniz aynı tanrının kulları olan
insanoğullarından. Dediğim gibi, ölümünüz bu yüzden olacak sizi temin ederim ve
bunun diyetini ödemiş olacaksınız öldüğünüz zaman, şimdilik daha büyük
günahınızın olmadığını varsayıyorum mütemadiyen.
TAKSİCİ:
İmam mısınız?
KLAUS
EISEN: Hayır inanmam. Siz inanır mısınız?
TAKSİCİ:
Bazen.
KLAUS
EISEN: Ne kötü. İnanmak zayıflıktır. Bazen inanmak, bazen zayıflıktır.
TAKSİCİ:
Ne iş ile meşgulsünüz öyleyse? Yazar mısınız?
KLAUS
EISEN: Hayır yazmam. Siz?
TAKSİCİ:
Öyleyse necisiniz?
KLAUS
EISEN: Katilci. Hem de gayet seri bir katil-çizgi-ci. Dedim ya; artık son
derece meşru bir eylem adam öldürmek ve gayet popüler. Herkes bu sektörden
ekmek yiyor son zamanlarda. Bu arada, adam öldürmek derken, kadın öldürmek de
bu ifadenin antiparantezidir, ötekileştirmeye maruz kalınmaksızın. Rüzgar gibi
sert, gece gibi karanlık bir katilim ben. Adeta eli silahlı bir Flash Gordon’um,
aynı zamanda gözü pek, dili çok. Altıpatlar belimde, altı kere patlatırım ki
adı üzerindedir, yedi kere patlamaz. Limitsiz miktarda mermi alabileni icat
edilmedi henüz, edildi de belimize takabilecek durumumuz mevcut değil biraz. O
yüzden seçici olmak zorunda hissederim çoğu zaman. Şimdi silahımda üç atımlık
mermi var, bunlardan birisini ve haliyle sıradakini; siyah-beyaz saçlı,
muhtemelen çoluk çocuk babası ihtiyar bir taksiciye harcarsam ne kadar ziyan
etmiş olurum diye düşünmekteyim veya günün geriye kalan saatlerinde bu gevşek
ağızlı, gereksiz komik ve yersiz alkolik ve hatta sonsuz çirkin bir taksiciden
daha öldürülebilir birisini bulabilir miyim emin değilim. Her mesleğin zor
yanları vardır, bilirsiniz. Bizimkisinin de yok değil anlayacağınız.
TAKSİCİ:
(biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS
EISEN: Hayır. Divaneyim.
Bu esnada elini beline götürür ve
belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus
Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye
devam eder.
KLAUS
EISEN: Şimdi gözlerinde karanlığın yansıması,
Gecenin
içinde bir ülkeden başka bir ülkeye düşecek yolun.
Omzunda
ağırlığı ve kalbinde taşıyorsun her saniye,
Fakat
gökyüzünden çalıyorsun yaşam gayesini,
Yine
de ağaçların yeşerd…
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: (Klaus Eisen’in
sözünü keserek) “gökyüzünden” değil, “yıldızlardan” olacak.
TAKSİCİ:
(partisyon bozulmuşçasına) Ne oluyor
ya?
KLAUS
EISEN: (kızarak) İstersen ben
bırakayım sen yap Johann. (silahı Johann
Wolfgang von Goethe’ye vermeye yeltenerek, serzenişli bir ifade ile) Al sen
öldür adamı, kafasına tut, tetiği çek bitir işi. Iskalamamak kaydıyla ama. En
iyi becerdiğin şeydir çünkü ıskalamak.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: İyi de tetiği çekmek benim işim değil ki, senin işin.
KLAUS
EISEN: Niye burnunu sokuyorsun öyleyse, madem benim işim?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Sözü yanlış söylüyorsun çünkü.
KLAUS
EISEN: Varsayalım ki ben bunu söylediğim şekilde doğru olarak kabul ediyorum. Bir
mahsuru var mı? Söz konusu yaşam gayesinin yıldızlardan değil de gökyüzünden
çalındığına inanıyorum, ifadeyi bu haliyle doğru kabul ediyorum; ki terimsel
olarak farklılık gösterse de anlamsal olarak çok da alakasız değiller benim
nazarımda. Bilmem farkında mısın Johann ama bu sahne benim sahnem, bu replik
benim repliğim. Söz sahibi benim, spotlar bana çevrili ve tam burada afili bir
nutuk çekiyorum, görmüyor musun? Kral da padişah da soytarı da hepsi benim işte.
Hiç duydun mu tanrının bir ressamın yanına gidip de çizmekte olduğu tablodaki bir
ağacı kastederek “Bu ağacın dalları o şekilde değil!” diye uyardığını?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Demek ki adam ağacı tanrının yarattığı gibi çizmiş, niye
uyarsın ki?
TAKSİCİ:
(araya girerek) Tanrıya inanmam
demiştiniz.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: İnanmıyor zaten.
TAKSİCİ:
Hayır; cami, teyemmüm filan deyince ben de akıllı bir adam sanmıştım başlarda.
Rahmetli annem bilfiil altmış yıl boyunca beş vakit namaz kıldı, bir kez bile ‘teyemmüm’
demedi. Demek ki bu teyemmüm denilen meret pek de akıllı işi sayılmazmış.
CARL
EDWARD SAGAN: Yüz dokuz bin beş yüz yetmiş beş vakit namaz eder.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Küçükken de böyleydi bu. On iki yaşına kadar altını
ıslattı hep.
TAKSİCİ:
Hiç evlendi mi?
KLAUS
EISEN: Hayır, evlenmedim; de konumuzla ne alakası var?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Hayır, evlenmedi.
TAKSİCİ:
Şaşırmadım.
KLAUS
EISEN: (yüksek sesle) Yahu ne
diyorsunuz?
TAKSİCİ:
(Johann Wolfgang von Goethe’ye) Peki
madem tanrıya inanmıyor, inanmadığı tanrının bir ressamı uyaracağını nasıl
düşünebiliyor o halde? Eğer tanrı yoksa ve ağacı yaratan o değilse, o ağacın
tanrısı onu yaratan kişi olan ressamdır. Böylelikle beyefendinin söylediği gibi
ağacın yanlış çizilmesi halinde uyarıyı yapması gereken de ressamın kendisi
olmak zorundadır ki bu da fizik kurallarınca pek mümkün değildir. Bu durumda ya
tanrı vardır, ya da ağaç yanlış şekilde çizilmiş değildir. Yani her koşulda
yanılıyorsunuz bayım.
KLAUS
EISEN: (serzenişle) Bahsettiğim şey
bu değil ki arkadaşlar.
TAKSİCİ:
Yok yok, ifadeleriniz, henüz şimdiden gayet çelişik.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: (taksiciye) Benim
anlatmak istediğim de bu zaten. Senin kafana silahı dayadığında gösterişli ve
şairane bir şekilde söylemeye başladığı sözlerin yaratıcısı veya yazarı kendisi
değil, ki bu durum 'yazılı olmayan yazılı
eserler ve edebi metinler kanunu hükümleri'nce aslına uygun söylemek
zorunda olduğu anlamına gelir. Hal böyleyken yanlış ifade edilen kısımda,
sözlerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan kişi olarak, müdahil olmak durumunda
kaldım. Yaptığım davranış bundan fazlasına tekabül etmez.
KLAUS
EISEN: Lanet olsun, her şeyi mahvettiniz. Baştan alıyorum.
TAKSİCİ:
Zaten başında değil miyiz?
KLAUS
EISEN: Değiliz. Burası sonuydu. Neyse, hazır mısınız?
TAKSİCİ:
Hazırız. Ense tıraşımda bir problem var mı?
KLAUS
EISEN: Yok. Başlayınız öyleyse.
TAKSİCİ:
Tamam. (biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS
EISEN: Hayır. Divaneyim.
Bu esnada elini beline götürür ve
belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus
Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye
devam eder.
KLAUS
EISEN: Şavk eder kıyam ile men-ul bozma karanlık,
Bitap
düşer kıs-mî min'el mağfirun selamlık.
Sanma
ki eydir, nüfuzun dolar ten'in dehile,
Bitecek
yolun afv bulacak rabbin bataklık...
TAKSİCİ:
(direksiyonu bırakır, iki elinin avuç
içiyle yüzünü sıvazlar) Amin.
KLAUS
EISEN: Bu bir dua değil, manifesto.
TAKSİCİ:
Biz olmayacak dualara amin demeye alışığızdır da. Kusura bakmayın. Boş bulundum
bir an.
BUHURİZADE
MUSTAFA ITRÎ: Bilmukabele.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: (kızarak) Kestik.
Şimdi de yanlış yeri okuyorsun Klaus.
BUHURİZADE
MUSTAFA ITRÎ: Bence gayet doğru yeri okudu.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Madem benden söylemeyecek, beni niye çağırıyor ki buraya. Kaç
kilometre mesafe kat ettim, kaç kere aktarma yaptım haberiniz var mı? Köprü
kuyruğu zaten beş kilometre olmuş. Hem de çiçek gibi ortamı bırakıp geliyorum.
Arkadaşlarla içiyorduk ne güzel, kızlar filan.
BUHURİZADE
MUSTAFA ITRÎ: İçiyor muydunuz?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Yah. Wir tranken.
BUHURİZADE
MUSTAFA ITRÎ: Dinle ey kâfir:
Hakk-ı
cinas eyledi makus gönlüm
Vakt-i
rahman saymadı günah
Sabrederek
geçti düstûru ömrüm
Şarab-ı
kadehten geçerse olmaz.
Madübû
bilir ebî saf ile değil
Hakîkat
kef varsa eler kaf ile değil
Itrî
söyler êda nun rabbin bulur
İman
aşk ile olur laf ile değil.
TAKSİCİ:
Amin.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Ne dedi?
KLAUS
EISEN: Yapmayın beyler. Konunun özünü kaybediyoruz.
TAKSİCİ:
İçki içerseniz allah taş yapar dedi.
DIŞ
SES: Yapar mı?
KLAUS
EISEN: (sinirli) Elbette yapmaz. Dalga
mı geçiyorsunuz? Tabi ki yapmaz... Yahu siz neyden bahsediyorsunuz beyler? Ufuk
çizgisinin uzaklığı mı kör ediyor gözlerinizi yoksa ağaçların dalında yetişen
meyvelerin cazibesi mi? Bulutlardan dökülen yağmurların bir adı mı var
zannediyorsunuz ha? Bütün o kutsal denilen kitaplar ne anlatıyor, hiç
düşündünüz mü peki? Elbette düşünmediniz. Sizin adınıza düşünenlere ayak
uydurdunuz işte. Ne dayatıldıysa ona inandınız, önünüze ne konulduysa onu
yediniz. Daha fazla ne yapabilirdiniz ki? ‘Aman keyfimiz kaçmasın’lar, ‘Neyse
şimdi sırası değil’ler, ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’lar, altın
günleri, futbol müsabakaları, seçim propagandaları, taht oyunları… Doğru ya, ne
kadar da büyük bir dünyanın ne kadar da büyük bir parçasıydınız. Mutlak bir
yaratıcı kesinlikle olmalıydı doğrusu! Aksini düşünemezdiniz. (Buhurizade Mustafa Itrî gözden kaybolur)
TAKSİCİ:
Kısaca; tanrıya inanmadığınız anlamına mı geliyor bu?
KLAUS
EISEN: Tanrıya, en fazla bir kadına inandığım kadar inanırım.
TAKSİCİ:
Bazen inanmak bazen zayıflıktır, demiştiniz.
KLAUS
EISEN: Öyleyse kadınlara bazen de inanmam.
TAKSİCİ:
Güzel. Ben cumaları kaçırmam mesela.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Ben de cumartesileri.
Yol koşulları elverdikçe taksici vitesi
yükseltmeye devam eder.
AVA
LAVINIA GARDNER: Burası ne kadar da sıcak böyle?
KLAUS
EISEN: (yumuşar) Merhaba güzel bayan.
AVA
LAVINIA GARDNER: Sana da merhaba güzel çocuk. (Johann Wolfgang von Goethe'ye) Johann daha ne kadar bekleteceksin
bizi? Sonuncuya geçmek üzereyiz. Sensiz düşünemedik doğrusu. Bu yüzden almaya
geldim seni. Hadi.
KLAUS
EISEN: Nereye?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Öyleyse gidelim tatlım. (Klaus Eisen’e) Ücretimi alayım Klaus, daha fazla bekletmeyeyim
arkadaşlarımı, gidiyorum. Zaten gayet lüzumsuzca bulundum burada. Bilmediğim
dilden konuşuldu filan, tadım kalmadı. (bu
esnada Ava Lavinia Gardner, Johann Wolfgang von Goethe’nin boynuna ateşli bir
öpücük kondurur)
KLAUS
EISEN: Ne ücreti?
TAKSİCİ:
Peki benim ücretim ne olacak?
KLAUS
EISEN: Seninle daha yolumuz var. Bolivya zannettiğinden oldukça uzakta.
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: Telif ücreti. Sözlerimi bedavaya kullanmayı düşündüğünü
söyleme sakın. Ben onları yazarken neler yaşadım, ne kadar uğraştım biliyor
musun? Sense öylece söyleyeceksin ve arkana bakmadan dönüp gideceksin öyle mi?
Yapma ama gerçekten böyle olabileceğini düşünmüş olamazsın Klaus. Seni eskiden
tanırım. Aptal değilsindir.
KLAUS
EISEN: Dalga mı geçiyorsun Johann? Sen öleli iki yüz yıl geçti neredeyse, neyin
telifi bu?
JOHANN
WOLFGANG VON GOETHE: 'Femme Fatale' diyorum. Birer içki fazla içeriz belki. (elini Ava Lavinia Gardner’ın beline dolar) Belli
mi olur, beş dakikada değişir bütün
işler.
KLAUS
EISEN: Bir tane yaşayan mirasçın bile yok Johann, kime kazandıracağım ben bu
parayı. Aç gözlü yayınevlerine mi, karnı doymaz reklam ajanslarına mı?
AVA
LAVINIA GARDNER: Öyle deme Klosie. Onların emeğini ne yapsan ödeyemezsin. Kimse
onlar kadar çalışamaz. Eser yaratmak işin kolay ve zevkli kısmı, peki ya
sunmak?
KLAUS
EISEN: Hepsinin canı cehenneme.
TAKSİCİ:
Bir Amerikalı gibi ünlüyor gördüğünüz üzere.
KLAUS
EISEN: Ayrıca metnin tamamını okumadım ki. Hatta yarısına kadar bile
söylemedim, en fazla dörtte biri fiyatını öderim haberin olsun. O da eski
hukukumuzun hatırına.
TAKSİCİ:
Ben tam alırım.
Klaus Eisen cüzdanından çıkardığı yüz
liralık banknotu Johann Wolfgang von Goethe’ye uzatır.
KLAUS
EISEN: Bunu Itrî Efendi’ye versek daha doğru olurdu sanki.
TAKSİCİ:
Yanlış anlayabilirdi.
KLAUS
EISEN: Hayır o bakımdan söylemedim.
Bu esnada seyir halindeki taksi, bir
polis memuru tarafından durdurulur yol kenarında. Polis, camı açmasını ister
Klaus Eisen'den. Açar.
POLİS
MEMURU: Beyefendi, emniyet kemeriniz takılı değil.
KLAUS
EISEN: Evet memur bey. Görüyorum ki, sizin de takılı değil.
TAKSİCİ:
Ben uyarmıştım kendisini memur bey. İnatla takmadı.
POLİS
MEMURU: Benim görev tanımımda kemer takma zorunluluğu yok. Yalnızca şapka takma
zorunluluğumuz var, gördüğünüz gibi o da başımda. Başka sorunuz?
KLAUS
EISEN: Peki benim görev tanımımda var mı kemer takma zorunluluğu?
POLİS
MEMURU: Tanıma gerek mi var? Bu alametifarikayı icat eden mühendis buraya kemeri
hangi maksatla koymuş olabilir ki takılması icabından başka?
KLAUS
EISEN: Tabi ki takılmaması maksadıyla.
POLİS
MEMURU: Takmamak için kemer mi yapılırmış? Eğer kemer varsa takacaksınız
demektir. Ayrıca bu uygulama devletimizin bir kanunudur. Ve her kanun gibi uyulması
zorunludur. Aksi takdirde cezai işlem uygulanmaktadır.
KLAUS
EISEN: Eğer kemer yapılmazsa, takılmayacak kemeri nereden bulabiliriz ki? Bu
yüzden kemer takmamak için söz konusu kemerin yapılması ve yaratılması şarttır.
Bu yüzden bir otomobile kemerin konulması, onun takılmak için icat edildiği
anlamına gelmez tam olarak. Tamamıyla ve güpegündüz ve hatta göz göre göre
takılmamak için icat edilmiş bile olabilir. Bu durum, kişinin algılama ve
algıladığını yorumlama marifetiyle değişkenlik gösterir yine de.
POLİS
MEMURU: Sen hiç çalınmamak üzere yapılmış bir keman gördün mü?
KLAUS
EISEN: Tabi ki görmedim. Çünkü keman çalınabilir. Niteliği ve niceliği göz
önündedir. Hiç emniyet kemeri ile Vivaldi çalındığına şahit oldunuz mu?
POLİS
MEMURU: (düşünür) Hayır olmadım.
TAKSİCİ:
Ama ben kemanla çalındığına da şahit olmadım Bivaldi’nin. Memur bey haklı bu
yüzden.
KLAUS
EISEN: Mühendis kemeri arabaya koyacak ki ben kemeri takmayabileyim ve ben
kemeri takmayayım ki siz de bana ceza kesebilesiniz. Ve ben size para
ödeyebileyim bana ceza kestiğiniz için. Ödeyebileyim ki polis teşkilatının her
sene kuruluş yıl dönümlerinde düzenlediği balolarda ikram edilecek kuru pasta
ve limonataların ücretleri de bu vesileyle ödenebilsin. Yani o kemer orada
olmasa neyi takmayabileceğim ben, söyler misiniz?
TAKSİCİ:
Afiyet olsun memur bey. Gurur duyuyoruz, nice yıllara. (eliyle, desteklercesine bir hareket yapar)
POLİS
MEMURU: Pekala senin dediğin gibi olsun. (ceza
makbuzunu uzatır) 80 boliviano.
KLAUS
EISEN: Bugün gerçekten de hayli masraflı oldu.
TAKSİCİ:
Görüyorsunuz değil mi? Devletimiz ne kadar da gözetiyor vatandaşını. Vatandaşın
canını vatandaşın kendisinden daha çok önemsiyor. İnsanlar ölmesin diye kural
koyuyor.
KLAUS
EISEN: "Kurallar yalnızca kendi
kararlarını veremeyen aptallar için bir kılavuzdur."
TAKSİCİ:
(anlamaya çalışmayarak) Allah
başımızdan eksik etmesin.
KLAUS
EISEN: Kılavuz dediniz de aklıma geldi. Bir karga beslemişliğim olmuştu bundan
uzun yıllar önce, belki bindokuzyüzix tarihinde, ki hiç sevmem kadından başka
canlıyı, değil mevzubahis olsa bile pis kargalar. Kanlıca'da ikamet ettiğimiz
zamanlardı ki hayatım boyunca Ankara’da bulunmadım antiparantez ve babam bazı
akşamlar eve geç gelirdi bu zamanlarda. Gelirdi dedimse yetmiş iki saat kadar
filan gecikirdi altı üstü, gelirdi ama, ennihayetinde gelirdi yani. Babam uzun
yol şoförü veya nakliyatçısı sayılmazdı. Gece bekçisi asla değildi. Boyu uzundu
elbette anneme nazaran ama bu şart-ı vaziyetler altında aynı yatağı
paylaşmaları pek mümkün görünmüyordu annemin fikrince. Ki paylaştıkları da
söylenemezdi nitekim. Belli ki babamın fikri de bu yöndeydi ki annemin bunu
dile getirmesinin ertesi akşamı yine eve geç geldi kanımca. Tek celse sonbahar
ayrılıkları neredeyse hiç ses getirmedi civarda. Sanki hiç birlikte değillermiş
gibi oldu. Yakın akrabalarımız bile ertesi sene öğrendi annem ile babamın küs
yapıp bozduğunu, bir başka ismieşittirboşluk akrabamızın düğününe yalnız
gitmesi vesilesiyle annemin. Annem güzel bir kadındı, haliyle evlendi üç beş ay
sonra. Babamın geç gidecek evi bile kalmamıştı nicht mehr, nicht langer. Kendi
annem ile kendi babamın beraber yaptıkları ilk çocuk olduğuma ve boşandıkları
esnada annem herhangi müstakbel kardeşimi taşımadığına göre karnında, haliyle
son çocukları da oluverdim. Baktım bu işler kargayla filan olacak gibi değil,
gittim bir tavşan çaldım ormanın en turkuaz köşesinden. Aslında çalmak değildi
niyetim tavşanı, lakin orman bir insan hatta bir tavşan tüccarı değil ki para
ödeyip alabileyim bu hayvanı. Hem bir tomar para versen ne fark eder, orman
ormandır neticede. Ne bir ayakkabı alabilir kendine, ne de üç tekerlekli bir
bisiklet. Her gün havuç yedirdim hem de üç öğün gündüz gece ve bir de isim
koydum tavşana, adı Marilyn.
Sonra öğrendim üst mahalledeki Ayla’dan, tavşan meğer erkekmiş. Bütün
Marilynmatik duygularım kaybolup uçuverdi bir anda yüreğimden. İçimdeki bütün
sarı saçlı kadınları rafa kaldırdım önce, sonra benzin döküp yaktım. Ertesi
akşam altmışikisinden kestim tavşanı ve bir güzel yedim afiyetle. İnsan
evladını yer mi, demeyin. Ben yedim işte.
POLİS
MEMURU: (sert bir dille) Kimliğini
alayım dostum.
TAKSİCİ:
Bu da mı Amerikanca?
KLAUS
EISEN: Sanırım en başa kadar gitmek gerekecek.
TAKSİCİ:
Daha da mı eskiye?
KLAUS
EISEN: Evet. Plasentaya kadar.
YÖNETMEN:
Tamam öyleyse. Diğer sahneyi alalım. Hazır. Ve motor.
KLAUS
EISEN: Ben Eisengiller’den üçüncü Klaus, yirminci yüzyılın en mütecaviz
dönemlerinden birinde, dünya denen gezegende doğdum, sanki birinin ırzına
geçiyormuşçasına ve en üstte hangi tabaka varsa işte. Batı Anadolu'yu ve
haliyle Doğu Avrasya'yı evim saydım doğduğum yılın ertesi haziranında, ilk
donuma işeyişim de vuku buldu benzer bir kara parçasında. Annem Alman, babam
Alman gibi Türk. Her ne kadar her ikisi de hala benim annem ve babam olarak
adlandırılıyor olsalar da tarafımdan, birbirilerinin karısı veya kocası
değiller hali vaktiyle. Başka adamları koca, başka kadınları karı belleyip
bellemediklerine dair bir fikrim de bulunmamaktadır ayrıca.
İBRAHİM REFET BELE: Ben, bin sekiz yüz seksen bir yılında,
Selanik’te doğdum. Annem Emine Adviye Hanım, babam Mehmet Servet Bey'dir.
TAKSİCİ: Hiç yeri ve sırası değil paşam.
KLAUS EISEN: Gayet Terakkiperver bir
Cumhuriyet Fırkası. Kaybolunuz.
İBRAHİM REFET BELE: Vatan kurtaracaktık.
POLİS MEMURU: Aman paşam. Lütfen.
KLAUS EISEN: Birçok adını hatırlayamadığım
okula gittim sırasıyla. Hepsinde aynı harfleri öğrendim, sanki
farklıymışçasına. Önce hıristiyan okuluna gittim, hayatımın hiçbir anında
hıristiyan olmadığım halde. Sonra bir yaz tatilinde kuran kursuna gönderdi
babaannem, istifa ettim müslümanlıktan kuran kursunda. Dizdim karşıma bütün
peygamberleri, çektim vurdum gözümü kırpmadan. Ne taş eden oldu, ne ateş eden.
Bir yaz akşamı aşık oldum, askerden geldiğim bir dönemde. Yine bir yaz akşamı
vazgeçtim aşık olmaktan. Firuze, ilkokulda okulun en güzel kızıydı ama
büyüdükçe şişmanlaştı diğer her okulun en güzel kızları gibi. Talihsiz bir başkalaşım
oldu bu. Bir gün beş galon kadar sarhoştum, sarhoşluğun birimini icat ettim, çok
salak bir patent, ayıptır söylemesi bir de dans ettim, ayaklarımı bir
belediyenin sosyal tesislerinden kiralayarak. Sonra büyüdüm, büyüdükçe bir
manası olmadığını fark ettim büyümenin. Büyüyünce adam öldürdüm, belki adını
bile bilmediğim. Kıyafetleriyle gömdüm bazı insanları toprağa. Gittim elimi
yıkadım, tütün kolonyasıyla. Geçti. Geçtiğimiz yıllarda, belki üç belki beş
sene kadar önce, acaba bıyık bıraksam mı, diye düşündüm. Henüz karar vermiş
değilim buna.
POLİS
MEMURU: (Klaus Eisen’ın uzattığı parayı
alır) Bence bırakma.
Taksi yeniden hareket eder yağlı ve
kaygan asfaltta kaldığı yerden ve yavaşça vites büyüterek.
DIŞ
SES: (radyodan) "...ekmeğe gelen
zamlardan sonra mevcut hükümeti protesto etmek amacıyla Büyük Meydan
Katedrali'nin önünde toplanan Bolivya halkına polis güçleriyle müdahale edildi.
Olaylarda ölen ya da yaralanan olmadı. Hükümet kanadından yapılan açıklamada,
halkın tepkisinin dikkate alınacağı, gerekli düzenlemelerin en kısa sürede
gerçekleştirileceği duyuruldu."
TAKSİCİ:
Radyo rahatsız ediyorsa kapatabilirim efendim.
KLAUS
EISEN: Kapat.
TAKSİCİ:
Bolivya’da katedral mi varmış?
KLAUS
EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ:
Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS
EISEN: Benim de yok. Gerçi benim Ankara'da bulunmuşluğum da yok ama katedral olmadığını biliyorum.
TAKSİCİ:
Ankara’da katedrale ihtiyaç yok zaten.
KLAUS
EISEN: Neye ihtiyaç var Ankara’da?
TAKSİCİ:
(biraz düşünür) Suya.
Taksi az sonra Barbaros Bulvarı
yakınlarında durur.
TAKSİCİ:
On bir lira efendim.
Klaus Eisen, cebinden on lira çıkartıp
taksiciye uzatır. İnmeye yeltenir. Taksici uyarır.
TAKSİCİ:
Bir lira yok muydu?
Klaus Eisen derin bir nefes alır. Göğüs
kafesi büyür ve küçülür. Cebinden çıkardığı altıpatların mermi yuvasını açar ve
kontrol eder. İçinde üç tane mermi olduğunu görür. Yüzde elli. Hazneyi kapatır
ve rastgele çevirir. Silahı kafasına dayar sonra ve hiç tereddüt etmeden tetiği
çeker.