Dec 17, 2014

Neden Dortmund?

Bir takım zaman olur zirveye çıkar, zaman olur dibe düşer. Bunlar zaten bir 'oyun' içinde olmanın doğal ve olağan sonuçlarıdır. Elbette başarı kazanmak sonuçları doğrultusunda her takım ve sporcunun öncelikli hedefidir, hiç kimse sahaya "Dur ulan şu maçı da kazanmayalım" veya "Hadi lan bu sene de küme düşelim" diye çıkmaz. Ancak bazı takımlar veya sporcular için maç kazanmak, insanlık adına doğru olanı yapmaktan, sporun bir sevgi ve saygı vesilesi olduğunu hatırlatmaktan daha önemli değildir. Çünkü maç veya şampiyonluk kazanmak, taktik ve strateji meselesidir, doğru veya yanlış uygulamalara açıktır, kısacası oyunun bir parçasıdır ve telafisi vardır. Saygı kazanmak ise hayatın bir parçasıdır ve kaybedildiği takdirde çoğu zaman telafisi yoktur.

Borussia Dortmund belki de tarihinin en güzel ve başarılı dönemini geçirdikten hemen sonra, yine tarihinin -en zor olmasa da- hayli sıkıntılı dönemlerinden birini yaşamakta şu günlerde, üstelik yakın geçmişte başarıyı yakaladığı aynı oluşum ve yapılanma içerisinde hem de. Buna rağmen Borussia Dortmund takımı belki görünürde önemsiz olsa da, böylesine şık bir harekete imza atabilecek karakterde ve güzellikte bir takım, belki de bazıları için bir takımdan daha fazlası:

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/236100/borussia-dortmundtan-fair-play-ornegi

Belki de bu yüzden bu kadar sevilen bir takım Borussia Dortmund. Aynı sebeple Jürgen Klopp. Bu yüzden Dortmund bu sene küme düşse dahi o efsane sarı-siyah tribünler yine dolacak, insanlık adına doğru olan çizgide yüründüğü sürece. Çünkü bazı şeyler o skor tabelasında veya puan cetvelinde yazandan çok daha fazlası.

Küçük mutluluklara çok mu acıktık, yoksa dünya mı çok pis?

Dec 11, 2014

Otoban Kenarında Oturma Şarkısı

Otomobiller akar gider
Otomobiller sanki su gibi
İnsanlar içinde bir tür balık
Karbüratör kapağı filan trigger kayışı
Bazen mavi gökyüzü bazen değil gibi
Herkesin bir hikayesi
Kimi başından kimi sonundan
Herkesin hikayesi Çin gibi
Çin gibi çok kalabalık
Çocukların gözleri cin gibi
Çocukların gözleri küçük kara balık!

Buharlaşan asfaltın kulağımıza
Beethoven bemol tecavüzleri
Asfaltın buharlaşan manik çığlığı
Asfaltın buharlaşan manik çığlığı

Tutkal kıvamında avuçlarımın içinde
Beethoven diyez mecaz i mürsel
Kauçuk firenlerin demir körlüğü
Kauçuk firenlerin demir körlüğü

Teğet geçer yolculuklara
Karnım tok ilan ediyorum
Lazım değil organik öğünler
Karnımı klorofille doyurmuşum
Otoban kenarında ben bugün
Otoban kenarında oturmuşum

Ceplerimde biriktirdiğim
Ceplerimde ister istemez ve gayet kasıtlıca
Kafiyeler ve püsküllü hece ölçüsü
Oysa hikayeler yedi yüz elli kez komiklice
Ceplerimde delik deşik
Bazı şairlerin kimi dizeleri
Sol şeritten düz bir çizgide
Pek süslü kaytan vecizeleri
Yanık mazot kokusu
Burun deliklerine
Burun deliklerinden beyazciğere
Yanık mazot kokusu düşman ve
Oksijenle kılıç kalkan
Sen çok yaşa padişahım exhaust
Senin gibi olsun senden korkan

Binaların hipermetrop gözümüze
Dostoyevski maksat tecavüzleri
Yükselen binaların manik çığlığı
Yükselen binaların manik çığlığı

Bayatlamış bir ekmek tuzsuz bir çorba
Dostoyevski ölmüş mecaz i mürsel
Debriyaj mücadelesi yaşam körlüğü
Debriyaj mücadelesi vites boşluğu

Gece olur kaçar gider güneş
Ben otoban kenarında doğdum çırılçıplak
İçimde gece yarısı ekipleri
Ekip otosu içinde bariyerler ve çimenler
Tutuklu bileklerinde kelepçeler
Gece olur kaçar gider güneş
Otoban bir akarsu gibi
Otoban durmaz

Bilmek mümkün değil
Nereden başlamalı
Bir çıkış yolu
Bilmek mümkün değil anlatmaya hikayeyi
Coğrafya enlemler boylamlar
Belki tarih gıyaseddin keyhüsrev
Hepsi içimizden dışımıza doğru
Hepsi kendi kendine paralel
Bir hikaye daha
Çünkü bitmez
Öğreneceğiz dinlemeyi
Vitesi dörtten beşe
Memur bey cebiniz kalınlaşmış
Tam ortasından böldüm cümleyi

Teğet geçer yolculuklara
Karnım tok ilan ediyorum
Lazım değil bugün öğlen
Karnımı klorofille doyurmuşum
Otoban kenarında ben bugün
Otoban kenarında oturmuşum

Herkesin hikayesi Çin gibi
Çin gibi çok kalabalık
Çocukların gözleri cin gibi
Çocukların gözleri küçük kara balık!

NOT: İş bu metin, henüz yazılmamış yarı güldürülü pek müzikli “Otoban Kenarında Oturma Sanatı” isimli güzide tiyatro oyununun, henüz bestelenmemiş şarkılarından birinin sözlerine tekabül etmektedir.

Dec 1, 2014

Preis: Yedinci Nüsha, 'Düşüş'

Yedinci Nüsha: ‘Düşüş’

Süt gibi beyazdım. Ben aslında kendi kendine çalan temiz ve yalnız bir sazdım. Tornavidayla açıldı kapağım ve kurcalandı içim, bazı eksik parçalarım olduğu anlaşıldı ve teşhis konuldu: hayatta kalması bir mucize, bu bir mucize hem de o biçim. Cennetten yeryüzüne gönderilmiş bir meleğin izdüşümü gibi güzelsiniz sayın bayan ve her bir dokunuşunuz, temasınız; ağzınızdan çıkan ve hatta aklınızdan geçen her bir kelime o kadar düzeltici ve o kadar yerine getirici ki; gülüşünüz cuma günleri beslenme çantasındaki ekmek arası patates kızartması gibi, gözlerinizin içi bir yunus balığının dalgalarla dansı gibi büyüleyici. Siz bir de benim kalbimin içini görseniz, soğuk havalarda bir de başıma çorap örseniz, hiç de fena olmaz bir konu; belki yeltenirsem sizi öpmeye bir bahane sayarım artık bunu. Hiç sevmem eksi on beşleri. Dans etmeyi bilmediğimi ilan etmiştim oysa, bir oturuşta iki şişe şarap içmiştim bir akşam, varlığınız eksik parçalarımı o kadar güzel tamamladı ki, dans bile ettim hoş gelmişliğinizle; yüzümün kıvrımları eğrelti otlarının kokusu ve meşe palamudunun gölgesinde, kendimi kaybetmemeye yemin etmiştim insan eti yiyenlerin bölgesinde. Kaybettim. Çünkü çocuktum bütün büyüklüğüme inat, paçalarım çamurlu bir biçimde ve hangi çocuk kaybetmez ki kendini, şekerlerle dolu bir bahçenin içinde. Kustum. Ben hep konuşma sıram geldiği zaman sustum. Gelişinizi anlatsam dört ciltlik roman olur, gelişiniz bir menekşe gibi mor, gelişiniz derimin altında saklanan mavi bir kuşun yaşama direnci, gözlerinizi gözlerimde görüyorum, avuç içlerim kalbinizden artanları toplayan aksak bir dilenci… Bir de gidişiniz var sahi, köpeklerin mezar taşlarına işemesi gibi, kalbim dayanamaz buna, ölüyorum; müsaadenizle bu konuyu böylelikle tam ortadan ikiye bölüyorum. Bazı sokakların girişinde polis arabaları görülür, sürülür adalete olan inancımız alnımıza bir leke gibi ve sanırım ki polis arabalarının farları hiç kapanmaz, bu şehrin bazı akşamlarında siren sesleriyle yaşanmaz ve birden bire çalınır kapımız. Doğrusunu söylemek gerekirse, polislerle iyi değildir aramız. Ben bazen evde yok muyum? Bir şüphe. İşte tepeden yuvarlanmaya başlayan bir kar tanesi. Bütün iç organlarım sabıkalı ve gözaltı torbalarımın bir bahanesi yok artık. Evet, aklım su gibi akışkan, ciğerim cıva gibi yoğun. Bir ateş çaksalar nefesime, oracıkta yanar kül olurum. Aslında bir suçum yok hakim bey, ben Sadri Alışık filmleri izleyerek büyüdüm, yeri geldi tek başıma -küçük kırmızı kalbimle birlikte- Beyoğlu’ndan Viyana’ya bir seferde yürüdüm, bütün incelikler omuzlarımda bir apolet gibi yerli yerinde, yakamda beyaz bir mendil bile var, lütfen beni anlayın, eğer dinlerseniz söyleyecek bir çok sözüm var. Dinleriz. İşte hepsini unuttum hakim bey; biliyorsunuz, futbol müsabakalarında kaybeden tarafı tutarım ben hep, ezilmeye alışık kalbim oracıkta söker atar vücudumdan bütün kompozisyonları, böbreğimin tekini açık artırmayla satıyorum böylece ve masaya yatırmaya gerek bile duymuyorum tartışmalı pozisyonları. İngilizlerin uydurduğu bu inceliklerle yaşayabilmek mümkün değil hakim bey. Çünkü fazlasıyla tiyatral ve son derece yapmacık. Çünkü sadece bir tane dünya ve yaşayabileceğimiz yalnızca bir tane hayatımız var hakim bey. Bakmayın kutsal kitapların tutarsız ve gayet bencil vaatlerine; siz hiç cennete gitmek için ölen bir rahip gördünüz mü? Rahipler pazar günlerinden nefret ediyor ve hiçbiri riayet etmiyor incilbilir mesai saatlerine. Kendi kendimize sorular icat ediyoruz. Sonra cevap bulamıyoruz sorduğumuz sorulara. Kızıyoruz. İnsanlık birilerine kızmak için bahane arıyor hakim bey umarsızca, insanlar sanıyor ki bilek güreşinde kazanan taraf her zaman daha kuvvetli kabul ediliyor. Oysa bir çift göz, belki de sıcak bir avuç içi, yetmiyor mu? Nereden geliyor bu kadar doyumsuzluğumuz? Benim kalbim işte bu yüzden sıkışıyor sayın hakim, tam da bu sebepten okuyamıyorum Gogol’ü; dizlerim tutmuyor, parmaklarıma bir uyuşma geliyor, nereye çevirsem başımı siyah ve her yer kapkara; oksijen, benzin istasyonlarında satılıyor, lanet olsun biri en az bin para ediyor… Ellerimin titremesini göstermedim mi size, alnımdaki damarların rengini görmediniz mi, bak bunlar -gösterir- kafatasımdan söküp getirdiğim cam kırıkları, siz hiç ölüyormuşsunuz gibi acı çekmediniz mi? İç kanama değil bu hakim bey, ne kadar tükendiysem hepsini etimden kemiğimden söküp attım; lütfen beni bir doktora gösterin hakim bey, dün akşam adını söyleyemediğim bir otelde yattım. Ben aklımı seyyar bir eşantiyoncu tezgahında bulunan bir bakır ibrik karşılığında sattım. Bunu duyan insanlar alay ettiler benimle, hepsinin boynunu tek bir hamleyle ayırdım vücutlarından hem de sadece tek bir elimle; çünkü bilmiyordum ki aklım pahada neye karşılık geliyor, çünkü hakim bey siz bilmezsiniz, benim aklım bazen bir gidiyor ve çoğu zaman bir gitti mi gelmiyor yeminle. Yorgo’nun kürkçü dükkanının karşısında dikildim bir hafta, yedi gün boyunca eksiksiz, demeden hem de ne gündüz ne gece; fakat ne Anjel’in bacak arasını gördü gözlerim, çıkmadı bile ağzımdan tek bir hece. Eflatun tadında ayak basıyorum bütün kara parçalarına, ayağımda markalı bir ayakkabı satılıyor küçük bir meblağ karşılığında; havalar soğuyunca yine en çok ayaklarım üşüyor, pastırma sıcaklarının telaşıyla tanrıya inanasım bile geliyor bazen, biliyorum ki Eflatun çırılçıplak doğuyor ve çıplak ayakla ölüyor zaten. At yarışı bayilerinin dumanlı camlarının dışından geçen kadınların bacaklarını seyrettim hakim bey ve itiraf etmeliyim ki hepsini ısırdığımı hayal ettim sapıkça. Masallar anlattım. Rastgele boyadım duvarlarını tavanı delik hayal dünyasının, zaman oldu bulutların üzerine çıktım, yeri geldi bir kuyrukluyıldıza binip Paris’e gittim bir seferinde; elimde balonlarla şarkılar söyledim, beyaz bir atlıkarınca üzerinde. Sırf bu sebepten dolayı şiir ezberlemişliğim bile oldu doğrusunu söylemek gerekirse. Hakim beyciğim, esasında ben oyunun bütün kurallarını ezbere biliyorum fakat kendimi kurallara uymaya ikna edemiyorum, tutanaklarda yazılmıştı; benim başkaldıran bir ruhum var ve kendi bildiğini okuyan, ben ne yazık ki aşk filmleri de seyredemiyorum, gözyaşlarını adamın tam karaciğerine dokuyan. Çok kısa bir süre sonra, bütün bedenim soğuktan buz kesmişken ve sıcak yaz günleri yalnızca pembe tatlı birer hatırayken, ellerim kelepçelendi birden bire ve naylon bir sedyede açtım gözlerimi. Hatırlıyorum, turuncu bir gökyüzü ve kahverengi bir cumartesi. Ağzı maskeli adamlar, ellerinde eldiven ve kumaşı belli belirsiz, kalbimi sökmeye geldiler sanırım; doktor değil bunlar hakim bey, doktor olsalar muhakkak tanırım. Bir uçağa bindirildim sonra. Belki de jet; acil durumsal vakalarda kullanılan çok özel teçhizatlı muhteşem teknoloji ürünü süper hızlı bir hava aracı işte. Daha önce havada uçmuşluğum olmadığı için hiç biri farklı değil benim gözümde; tamamı bambaşka maksatla üretilmiş olsa da esasında özünde. Gözlerimi bağladılar, sanki gözlerimi bağlarken bir yandan da sessizce ağladılar. Bilmiyorlardı ki ben gözlerim bağlıyken de görebiliyorum, ben aslında damarlarımda dolaşan bütün alkolü kuru bir toprağa gömebiliyorum. Burası neresi? “Vanilya Gezegeni’ne Hoşgeldiniz!” Hoşbuluyorum. Koluma bir iğne saplıyorlar ve uyandığımda fark edeceğim üzere uzun bir süre kayboluyorum, başkaldırıyorum düzene . Başım kuyrukluyıldız. Bir rüya. Uyanıyorum sonra. Nerede kaldığımı bulmaya çalışırken bir yandan zamanı kaçırıyorum avuçlarımın arasından, düz bir şekilde doğrulamıyorum ve canım acıyor, en güzel hatıralarımın yarasından. Balkon demirleri paslanmış. Çorap giymiyorum ayaklarıma. Hükümsüzdür, güneşte kızaran yüzüm. Bu mevsimde bu kadar soğuk mu oluyordu hava, hatırlamıyorum. Sizin adınıza bir oyun yazacağım ve adımı tarihin karanlık dönemine altın harflerle kazıyacağım. Acıyarak hatırlayacak insanlar beni. Okullarda ders olarak öğretileceğim çocuklara. Gökyüzü şimdi, hüzünlü bir hikayenin sonu gibi karanlık, yıldızlar yağmur bulutlarının ardına gizlenmiş öylece bekliyorlar; çünkü dünya döndükçe oynanacak bu sahne ve onlar ki bütün ambulans sirenlerini birbirine ekliyorlar. Kalbim acıyor. Boşluk. Düşünüyorum. Çünkü düşünmeyi marifet sanıyorum. Rüzgar, saçlarımın içindeki bir şarkı şimdi, ve saçlarımı karayel rüzgarıyla tarıyorum. Ben bir zamanlar süt gibi beyazdım, oturdum kendi yalnızlığıma bir şarkı yazdım. Düşüyorum. Ben düşmeyi yeni yeni öğreniyorum. Başım ağrıyor biraz da. Bir ışık. Düşüyorum. Sanki abrakadabra.

***

Venala Bretma es monte bone ('Vanilya Gezegeni’ne hoş geldiniz', Türkçe. 'Welcome to Vanilla Planet', İngilizce.) Saatine baktı. Yaklaşmış olmalıydılar. Giyebileceği en güzel giysilerini giydi üzerine. Dişlerini fırçaladı ve az sonra yola koyuldu. Güneş neredeyse yoktu ve hava soğuk sayılırdı ancak kan dolaşımı o kadar hızlıydı ki, kalın botlarının içinde ayakları terlemeye başlamıştı bile. Az sonra oradaydı.

***

Yapılan araştırmalara göre git gide diğer gezegenlere benzemeye başlıyordu Vanilya Gezegeni. Talihsizce ve ne yazık ki. Vanilya Gezegeni kutsal kitapların cennet tasvirleri gibi bir yer olmalıydı Ulu Manitu’nun fikrince; herkesin mutlu olduğu, bütün bahçelerdeki çiçeklerin dört mevsim boyunca canlı kaldığı, denizlerin mavisinin bile bir başka olduğu. Olmadı. Yine de önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, yedinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

Nov 25, 2014

Preis: Altıncı Nüsha, 'Bohemyan Rapsodi'

Altıncı Nüsha: ‘Bohemyan Rapsodi’

(Quidor.)

‘Doktor doktor kalksana, lambaları yaksana…’ Kalktı doktor lambaları yaktı; bir varmış ve bir yoktu, çaresine baktı. Kanunsuz tek el silah ('Quidor', Vanilyanca.) -trak-, bir sıkımlık ki fazlasına gerek duyulmaz, olay yeri; kör, karanlık bir sokaktı. Taktı yenisini yörüngenin, eskisini çıkartmadan iç cebine, ayın çıplak yüzü yeryüzüne aktı; çemberi kırık, dengesi yamuk; yükledi omzuna ne varsa ve aldı götürdü evine. Oysa uzak bir göz teması, ölçü birimlerinden muaf, ne bir metre mezura ne tuhaf bir karış; koşacak bir at kalmayınca, gazı sönecek ve çimenler uzamaya başlayacak, ancak son bulacak bu talihsiz yarış. Bir havadis, bir rüya, algıda karşılıksız bir rönesans; karşı kıyıya geçiyoruz -vapursuz-, ester je fantone predivans… Ve çıkmışken ağzımızdan bir kelam, geri dönmesi imkansız -üzgünüz artık bulunmaz burada eski kasa bir DeLorean- ve savaş başlatır kuru bir ilk fişek, hayat kurtarır bir ilk öpücük ve dahi sayısızca bir ilk, ister istemez bir düşünce -ünlem işareti- nispeten zamansız. Fakat. Düşününce. Böyle başladı bütün söz konusu yarışlar. Filmi geri sarmak bedava ama izlemesi çok pahalı, herkes başa sardı ve kimse izlemeye kalkışmadı pikselmatörleri. Oysa bütün yarışlar, sonucunun ne olacağına dair bir bilinmeze yönelikti ve bütün bilinmezler ‘bir düşünce’ durağından geçen mavi şapkalı bir minibüs gibiydi. Nadiren ve yavaş. Çoğu zaman ümitsiz ve her zaman salaş. İndi bindi sekiz yüz elli bin lira. Siz bilmezsiniz, yağmurlu sonbahar günlerinde Bayrampaşa sokaklarında çamurdan akarsular oluşur ve çamurdan oluşan bu akarsularda balık tutmak bir kenara, insan olmanın dayanılmaz ağırlığı bir çift gözle sınanır. Bütün kavramlarımız bir durumun düşüncesel bir bütünlüğe ne kadar uzak olduğunun ifadesine yöneliktir, biz farkında olmasak da, farkında değilmişiz gibi yapmaya çalışsak da. Bazen çocuktuk büyüyeceğimiz yerde, çoğu zaman büyüktük karaciğerlerimizdeki çocukluk anılarının aksine. Hep olumsuz, hep kasvetli. Şairler anlardı bizim dilimizden yalnızca, hepsi öldüler. Kar yağdığında bu yüzden kardanadam yapmak yerine, kartopu oynamayı seçtik, çünkü alışkanlıklarımız vardı, alışkanlıklarımız çoraplarımızı kömür sobası kokulu evlerde kurutmamızı öngörüyordu; ağzımızı doğru bölgesinde sabitleyemedik yüzümüzün belki de tam da bu yüzden ve sebep aramadan kendimizden geçtik, bütün ıslaklığımıza aldırmadan. Tropikal iklimlerin sıcağında daha çok hasret kaldık kar beyaza. Oysa bilmiyorduk ki o kadar da vardiyorgel bir durum sayılmazmış konuşmak kardanadamla. Havuçtan bir burun yapmak mı? Görülüyor ki bir kez bile Susam Sokağı’ndan geçmemişsiniz. Ve bu düşünceler. Acaba. Afedersiniz memur bey, affeder misiniz size kalsa? Kıyıya vuran sonbahar dalgaları gibi bazen var ve bazen yokturlar kimi fikirler; buzdan cam icat oldu olalı, rotası şaşmış bir pusulaya emanet vaziyette ve başı bozuk istikametlere yönelmeye yatkındırlar elektriksiz fikirler. Beckettsel bir manevra kısmen, düdük çalınabilir, kırmızı nokta ve ben buradayım; duruma kuşbakışı bir gözgezdiri, reçeteler yazılır bembeyaz boyalı kağıtlara -ve beyaz da bir boyadır, simsiyah kaplı duvarlara-; bekleyin bekleyin ve beklemeye devam edin, kapınız çalınır, kapınız çalınacaktır bir gün mutlaka. Elektroşimşekler de patlayacaktır kapınızda, umudunuz daim olsun, bu talihsiz konuda. Kimse var mı? Ses. Kimsesiz, kimsiziz. Duyduk duymadık demeyin. Çünkü insan duyuyor olsa da duymayabilir olacaktır neticede bazı durumlarda ve çiğ sütün emilmişliğine olan varsayımsal inanç bileşkesinin kaynağı olarak kabul edilecektir böylesine kifayetsiz eylemler. Muhtemeldir ki Kepler’in Gezegensel Hareket Yasaları hiçbir günlük gazetede yer bulamaz ve hiçbir kutsal kitabın ilk kelimesi “Oku” olamaz. Bu yüzden ilim ilim bilmektir, delirmek ve ilim kendin bilmektir öncelikle; “Öğretmenim” evet Metin, sen söyle evladım. Bence Canberra öğretmenim… Aferin, otur: Beş. Kapı açılır. Tak. Öğretmen hanım. Müdür bey. Heil Hitler. Saçların çok uzamış senin, yarın gelme böyle okula, kayıtsız şartsız diz çökeceksiniz ve kulluk edeceksiniz -şimdi- o kula. Aslında Metin değil adı -utanır-, Schopenhauer yazar kimliğinde, sol üst cebinde mendil bulunur, bilekleri kirli mavi önlüğünde. Belinde dursun, daha küçüksün. Elbet büyüyeceksin sen de, ama duruyor soğuk ve canlı, yazılacaksın altın kaplı defterlere, alnı terli ve eli kanlı. Demirin soğuk yüzeyi, dipdiri ve büsbütün parlak, adeta kremalı pasta; bıyıkların terlemiş, kırka ulaşmış ölçüsü ayakların, sanki astronot olacaksın bu yaşta. Bu yüzden; duyurudur, salık verilen bu curcuna. Dan dada dan dan. Bazı gece lambaları yanan evlerin yatak odalarında bulunan komodinlerin üzerinde ne kadar çalar saat varsa hepsi toplanacaktır yarından itibaren ve yarından itibaren içleri sökülmeye, bütün parçaları birbirine değmemek üzere maddesel algılardan soyutlanmaya maruz bırakılacaktır. Bu bir emir değil, reflekstir. Bir kadının belindeki kıvrım kadar gerçekçi, bir adamın kafasındaki kadın kadar sürrealize. Bütün refleksler, aksi olmayan bir yansıma gibidir, tek boyutta ve birkaç nüshada sıkıştırılmış. Yirmi dört adet kupon toplarsanız, fırlatma koltuğuna oturtulacaksınız ve ardınıza bile bakmaya lüzum bulmadan, Neptün’de uyanacaksınız. Sizce savaş demek gözlerin içindeki ateşler demektir, bunu biliyoruz. Ve muhakkak bizce de öyledir. Kalbini söküp at. Dizlerinin bağlarını çöz. Kalk ayağa ve ayakkabılarının iplerini bağla. Koşacaksan sana bildirilecektir elbet, eğer bir gün oyunu kaybedersen, düşünme ve korkusuzca ağla. Karar verildi, bütün ihtimaller düşünüldü, kaderinin ağları tam da bugün burada örüldü; giyotinin karşı konulamaz keskinliği, bir karıncanın omuzunda yükü ve üzülerek söylüyoruz ki, tam da o gün orada ölmen uygun görüldü. Bizler; yani ölmene karar verenler, hiçbir zaman bir savaşta ölmeyeceğiz, ve elimizde gördüğünüz ekmeği hiç kimseyle ikiye bölmeyeceğiz. Yalnızca tek bir cümle söyleme hakkın olacak son nefesinde, kalbinin içinde kalan bütün kompozisyonlar, oyunlar ve romanlar; birer çöplüğe dönüşecek çürüyen bedeninin ötesinde. Henüz vaktin varken dua et ve Manitu’nun bildiği dilden konuş, çünkü bu yol olabildiğince alacakaranlık ve zannettiğinden daha bir yokuş. Çok mühim önemli özel şahsi işlerini bitirdikten sonra; şimdilik haberdar olmasa da muhakkak kulak asacaktır, umuyoruz ki ve bütün beklentimiz o yönde, cehennem diye bir yer, öngörüyoruz ki bulunacaktır.

***

Vanilya Gezegeni Ceza Kanunu Madde 78 (3): İşlediği bir fiil ile birden fazla farklı suçun oluşmasına sebebiyet veren kişi, bunlardan en ağır cezayı gerektiren suçtan dolayı yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır.

Not: Yukarıda böyle bir fıkra bulunmamaktadır.

***

Biri, Ulu Manitu’nun kulağına fısıldamış olmalı ki; yağmurlu bir Kasım (Hermenal, Vanilyanca. November, İngilizce.) sabahı “Adalet nerede satılır?” diye düşünerek uyandı uykusundan. Oysa tanrılar uyumazdı. Daha da ilginci, tanrılar düşünmezdi de. Çünkü bugüne kadar düşünülmüş ve bundan sonra düşünülecek her şeyin müsebbibi olmak demekti tanrı olmak. Toplum sözleşmesi, şimdilik kronik bir ütopyadan başka bir şey değildi. Tabi bir de Mercury vardı…  Kimse bilmese de; muhakkak önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, altıncı nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

Nov 6, 2014

Sözgelimsel: (Yedi) Cüce

sen
henüz çocukken
anlatılan bir masal vardı
daha
ağacın ne olduğunu
veya suyun
neye benzediğini
-aslında suyun diğer
hiçbir şeye benzemediğini-
bilmiyorken
annenin sütü ağzında
tadı damağında -ve diri-
henüz
çiğ ve sıcakken
halbuki ucuz bir tiyatro biletinin
içine sığmayacak
kadar
pahalı ve bir o kadar
hacimli
istanbul’dan kalkan bir tren kadar
gösterişli
-eminönü kokuyor hatıralar
tadı kadıköy’e benziyor
antiparantez-
bazı sonu pembe
hikayeler
merhaba güzel bayan
merhaba
çığlık çığlığa sürdürülmüş bir gece
çırılçıplak bir ibadet
ve tanrıya rağmen
incil okuyoruz sağ elimiz havada
bütün gecelere ithafen
terli bir koltuk altı ve yer çekimine maruz
ıslanmış saçlar işte
potemkin gümbürtüsü
ve daha ne olabilir ki
nadine’in sesine benzeyen
hangi şarkı
iki kulak ile birden
duyulabilir ki
avuçlarımın içinde tükeniyor
tıpkı
avuçlarımın içinde
yeniden doğduğu
gibi
boğazımda düğümlü satırlar
merhaba güzel bayan
merhaba
protestanmışsınız duyduğuma göre
belli ki
saatiniz hala
bin beş yüz yirmi dokuzu
gösteriyor
adınızı keskin bir kılıca hibe ediyorsunuz
ve geceleri uyumuyorsunuz
sanıyorum ki
bir varmış bir olacakmış
bir cüce varmış
boyu birkaç karış
yüreği mangal gibi yüreği beton mikseri
ağlamak için yağmurlu havaları
seçermiş genellikle
koşmak için ayın
dünyanın
yörüngesinden çıkmasını beklermiş
hiç
koşamamış bu yüzden
koşsa bile
bu anlaşılamazmış
göz görmese de gönül katlanırken
ayak parmakları kuzeyi işaret ediyor
mevsimler değişmiyor
göz kapaklarında
bu bir cüce
saltanatı yere yakın
ve aklı yerden hayli
yukarda
gökyüzündeki en canlı yıldızı
en parlak en beyaz
ve en kırmızı
çağırıyoruz soframıza
soframızın çemberi dar rengi soluk
eski bir halının üzerinde
eski masamızın ayak izleri
yoksul bir ev sahibiyiz utanıyoruz
gömleğimizin dirseklerinden
kurşuna dizecekler
bizleri
turgut uyar’a hayranlığımız
işte bu yüzden
tam da bu sebepten ötürü
içinde şeker geçen masallara
nasıl da ikna oluyoruz
görüyorum
duvarlarımız kirli
duvarlarımız
sanayi kenti renginde
ve
aç kalsak ağlamayız
biliyorum

Nov 5, 2014

Sözgelimsel: (Altı) Hipodrom

bu bir
-bu iki-
-üç dört beş-
hayatta kalma mücadelesi
ölüme karşı koymak –başkaldırı-
ölüme uzaktan bakmak
ölümüne dansa davet
bir tango
ve
var olma çabası yeryüzünde
çimenler üzerinde yürüyebilme sevdası
-bir nazım hikmet şiiri gibi
toprağa işlenmiş-
dünya denen gezegende
küçük bir nokta
bir insanoğlu
bir
delik
ki isim koyacaksak bu kavgaya
eğer
ki isim koymazsak
bir anlamı kalmayacak kavgalarımızın
kinetik enerji
yasası
diyebiliyoruz adına
sadece
beş yüz katlı binaların duvarlarına
kazıyorum bunu
kaşıntılı bir göktürkçeyle
yine de
derilerimiz soyulmaya devam edecek
tırnaklarımızı sökecekler
yuvalarından
ve kemiklerimiz titreyecek
sonbaharda olsak bile
çünkü sokaklar
sonbaharda da soğuk
çünkü gri camın arkasına saklanan
suratlar
her zaman çirkin
olsun
-kulağına fısılda-
-kuralına göre oynanır oyunlar-
ve oynanacaktır
çünkü biz böyleyiz
kirpiklerimiz kurumaya
alışkın değil
çünkü kağıt helva içerisine
dondurma koyup
ısırmışlığımız var
çünkü biz kilitlerimizi
iki kere çevirmeye alışkınız
üçüncünün hatırı kalmasın diye
ve fısılda
dişlerinin arasından
titreşen ses tellerinin içinden
hayır hayır
akciğerlerinden kopmuş geliyor
bir avuç
karbondioksit
akciğerlerin buz tutmuş
akciğerlerin bir çocuğun
altına işemesi
çünkü
akciğerlerin insanlığın ilk çağında
yemyeşil
viyana gecelerinde
bir sokak sanatçısı
on dokuzuncu yüzyılda
insanlık şimdi bugün şu an
işte tam burada
-göremezsiniz-
-bulamazsınız-
direnmekten vazgeçerseniz kazanırsınız
ve direnmekten vazgeçip
kazanana
rastlayamazsınız
start verilmek üzere
ve yarış çoktan
başladı dört nala
oysa
ve bitmek tükenmek bilmek üzere
neredeyse
hipodromda nefesler tutuldu
bütün spotlar çalışır vaziyette
elektrik çok yaşa
kalabalık
omuz omuza
durun ben buradayım
durun ben daha ölmedim
hoş geldiniz
-hoş bulduk-
güle güleyiniz
altından geçtiğimiz kapılarda
yaşamak adına mırıldanıyoruz
bütün bilmediğimiz
şarkıları
savaşıyoruz ve bütün gayemiz ölmek
beni alın lütfen
ben aç kalabilirim
durmadan koşabilirim
dizginlerim size emanet
gözlüklerim olmadan görebilirim
biliyorsun haziran ayında şöyle
tahmin edersiniz
piyasalar
sanmayın ki serbest kur
dövizler
falan
evet evet siz ne derseniz öyle
tıraşım kıyafetim saçlarım
bak
boyalı ayakkabım da
bir onurum kaldı
şu kapının dışında
gerek yok ona ihtiyacımız yok şimdilik
ve kaybolacağız
bu yarışın içinde
başı kel suratı asık bir hakem
gelecek ve
çalacak düdüğü
kim daha güzel ölürse
sonunda
o kazanacak
büyük ödülü

Nov 4, 2014

Sözgelimsel: (Beş) Beşbenzemez

kırmızı bir elmanın içinde
ama parlak
ama sulu ve taze -görünürde-
büyütüyorum acılarını ve
olduğundan daha genç gösteren
ihtiyar werther’i
televizyonda kelimeler
televizyonda düşünceler
her şey
sıkıştırılmış
tahta bir kutunun içinde
ve dolayısıyla
sıkıştırılmamış
yalan yanlış bir biçimde
bir düğme
-portakal-

bir düğme
-çürük-
kapat
ortaoyunundan aşina
ceketi sararmış
dişleri dökük ve pantolonu sökük
sararmış ceketinin
ceplerinde ise
-ceplerinin derinliklerinde
ve deliklerinde-
cümleleri devrik
düz bir çizgiye tâbi
devrilmiş cümlelerin satır aralarında
tümleçleri dolaylı
dolaylanmış tümleçlerin gölgesinde
hikayeleri unutulmuş
unutulmuş hikayelerin ardında
bir gözyaşı kalmış
bazen bir tebessüm ve
zamansız
evet
tam tamına zamansızca
ve dile gelmez göze görünmez
kaldırılıyor amansızca
hikayeler
beşbenzemez
-çünkü hayatlar-
markiz
sesim duyulmuyor mu
bana bir bira daha
elimi kaldırdım markiz
oradan
görünmüyor mu
kelimelerimizin uyuştuğu söylenemez
küfürsüzse ve
edepsizce
aynı dili konuşmuyoruz
aynı dine inanmıyoruz
biz esasında
işimize gelmediği zaman
hiçbir dine inanmıyoruz
aynı
kavganın içindeyken
bile
başka kavgalar ediyoruz
tanrının
katında yerimiz pek konforlu sayılmaz
bu yüzden
aynı bedeni paylaşıyoruz
ve
ayrı ayrı yanacağız
cehennemde
markiz bana bir bira daha lütfen
kalbimin içini açıyorum
el yordamıyla
açıl kalbim açıl
istilayı beş geçiyor kalbimin açılması
fırlatmaya beş var
dört üç iki
saatlerimizi bir tam saat
ileri almalıyız
başa sarıyoruz şarkıyı
nakaratına kadar gelmeden belki
ve
döküyorum masaya
bir yerlerden mutlaka
tanıyor olmalıyız
sen varsın içinde ve sen varsın yine
kelimeler
büyülü dokunaklı ve yerli yerinde
ferruhzad’tan ödünç alıyorum bugün
çünkü yarım sarhoşum
ve tam başkayım
kuşlar mutlaka göç eder
kuşlar mutlaka ölür
bu görülmemiş bir şey değil
sen
uçuşlarını hatırlayacaksın
değil mi
bu söylenmemiş bir şey değil
gözlerimin içine bak
yaşını sayacağım
gözlerindeki halkalardan
-markiz bir bira daha bana-
ve gözbebeklerinden okşayacağım
bugün seni
anlatacağım bugün sana
gözlerimin içine bak
ve doğruyu söyle
kalın bir kitap yazacağız bugün
belki çıplak kalacağız
kuşlar soğukta ölmesin
diye

Oct 30, 2014

Çocuk İşte

Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri değildir. Çocuk parklarının varoluş maksadı -adından da anlaşılacağı üzere- çocukların oyun oynayarak vakit geçirmesi temeline oturtulmuştur ve tasarımı bu yöndedir.

Bildiğiniz gibi çocuk denen canlı, henüz akli terazisini dengeleyememiş, düşünme ve muhakeme yeteneğini düz bir çizgiye oturtamamış enteresan bir varlıktır. Tarkan’ın "Dudu" şarkısını “Ata ata dertleri hep içime attım…” kısmı da dahil olmak üzere baştan sona komple ezberlemesi aslında bir çocuğu üstün zekalı yapmaz. Yalnızca buna inanmaya meyilli ebeveynler tarafından öyle olduğu düşünülür. Tıpkı aynı çocuğa oyun parkında tahterevalliye binmek için kendisinden önce gelen başka çocukları beklemek zorunda olduğunun izah edilememesinin onu salak yapmayacağı gibi. Bu yüzden çocuktur bu; ağlar ve ennihayetinde olgundur bu; gerilir. Çünkü bir olgun için herhangi bir şekilde sıra beklemek son derece olağandır ve bu durum ağlamayı gerektirmez. Gelgelelim bir çocuk için tahterevalli sırası beklemek, Gangnam Style’ı veya Beşiktaş’ın kadrosunu -forma numaralarıyla birlikte- ezberlemekten ya da akıllı telefonda Temple Run oynamaktan daha zordur. Olgun mantığına göre, koca bir şarkıyı hafızaya atabilecek kadar gelişmiş olan bir akıl, bu gayet sıradan olan toplumsal refleksi de bünyesinde taşıyabilmelidir. Bütün çatışmalar da bu basit beklenti/eylem etkileşiminin aynı paralelde ilerlememesinden doğmaktadır zaten. Bu yüzden olgun olan kişi “Çocuğum sus artık…” dediğinde ağlamaktan vazgeçip susan bir çocuk görülmemiştir. Çünkü adı üzerinde o çocuktur.

Eylemsel bir hadisenin içine ‘çocuk’ giriyorsa eğer, olayın matematiği tamamen değişkenlik gösterir ve bazı hareketler doğru orantı gibi, mantık gibi psikolojik nedenselleme çemberine kadar uzanabilmeye müsait birtakım bilimsel kavramlarla açıklanamaz. Bunun en güzel kaçış yolu “Çocuk işte” butondur. Evet. Bu cümle tutarlılık gözetmeksizin meydana gelebilecek bütün ihtimalleri saydam bir daire içine almaya ve oluşabilecek muhtemel zararları kayıtsız şartsız meşrulaştırmaya yarar. Çünkü bir çocuk, yaşı henüz iki elindeki toplam parmak sayısını (normal şartlar altında: on) geçmemiş olmasına rağmen çift basamaklı sayıları toplamakta zorlanmayabileceği gibi, hiç beklemediğiniz bir anda avucuna aldığı kum veya çakıl taşı gibi yabancı maddeleri ensenizden içeri atmakta ya da ağız dolusu bir tükürüğü başka bir çocuğun suratına yapıştırmakta da bir sakınca bulmayabilir. Bunlar gerçekleşmeye müsait, ihtimal dahilinde olan bazı temsili gerçeklerdir. Bu tarz birbirine zıt reflekslerin nasıl oluyor da aynı bünyede barınabiliyor olduğuna şaşırmayın. Ve hatta benzer bir durumla karşılaştığınızda kendinizi kullanılmış ve ihanete uğramış gibi de hissetmeyin, çünkü bu olağan bir hadisedir. Siz hayatınızdan ve vaktinizden fedakarlık etmiş olabilirsiniz ancak o çocuktur ve elindeki meyve suyunu beyaz tişörtünüze dökme konusunda sınırsız özgürlüğe sahip olduğunu bilir. Parktaki yabancı çocuğun suratına püskürtülen tükürüklerden dolayı anne-babasından özür dilemeye çalışırken, içinizden kırk altı ve yirmi ikinin toplamının kaç ettiğini düşünerek sakinleşmeniz mümkün değildir. İşin daha da acıklı kısmı, siz düşünürken o gelir ve “altmış sekiz” diyebilir, buna hazırlıklı olun. Mağlubiyeti kabullenin ve içinizden aynı cümleyi tekrarlayıp olayı mantık çerçevesinde irdelemekten vazgeçerek söz konusu kaçış butonuna basın: “Çocuk işte…”

Çocuk parkları serserilik ve taşkınlık yapma yerleri değildir. Bunu yeğenim Yiğitcan’ı sıcak bir eylül günü çocuk parkına götürdüğümde anlamıştım. Yiğitcan demişken. Yiğitcan ismi esasında pek güncel sayılmaz dönem koşullarınca. Evet. Biraz modası geçmiş gibi. Çünkü Yiğit gibi, Mert, Berk, Egemen gibi gücü, kudreti ve kuvveti ifade eden isimler bundan aşağı yukarı yirmi, yirmi beş sene kadar önce konuluyordu çocuklara. Artık o çocuklar büyüdüler. Okullarını bitirdiler, aralarında askere gidenler oldu, bedelliden faydalananlar bile olmuştur muhakkak. Doğrusunu söylemek gerekirse iş güç sahibi olup evlenen Mert’ler de tanıyorum. Belki o Mert’lerden Yiğit’lerden biri, doğacak çocuğuna kendi babasının ismini koyabilmek için karısı Burcu’yla kavga etti. Belki bazıları boşandı. Eğer içlerinden kendi babasının ismini çocuğuna ikinci isim olarak bile olsa koydurmayı başaranlar varsa eminim ki şanslıydılar. Çünkü o Burcu’ları, Sinem’leri iyi tanırım; oğluna Nurullah ismini koymayı kabul etmeleri için kendilerine diretmek gerçekten anlamsızdır. Genellikle mağlubiyete boyun eğip sahayı sportmence terk etmek gerekir böyle durumlarda. Eğer etrafınızda Süleyman Kaan gibi Mustafa Çınar gibi oldukça alakasız kombinasyonlara sahip isimli çocuklar dolanıyorsa bunun sebebi, dediğim şekilde sahayı terk etmeyip uzatmaların son anına kadar golü kovalayan ve neticede en azından bir puanı hanesine yazdırmayı başarabilmiş Mert’lerin gösterdiği direnişin zaferidir.

Elbette bir süre sonra etraftaki bütün çocukların adı Yiğit olmaya başlayınca farklı bir çözüm aradı insanoğlu bundan yaklaşık on, on beş yıl kadar önce. Tamamen eskiye; Turgut'lara, Niyazi'lere dönmek pek akıl karı değildi, çünkü eskilerin çoğu hala hayattaydı ve nereden baksanız otuz küsür seneleri daha vardı. Yeni bir akım yaratmak için ise oldukça erkendi, o zamanın (Nihat Doğan mode: On) konjonktürel (Nihat Doğan mode: Off) yapısı dikkate alındığında toplumun bunu benimsemesi mümkün değildi. Bir geçiş dönemine ihtiyaç vardı. Bu sebeple Yiğitcan’lar, Berkay’lar, Oğuzhan’lar bir öncekilerin yeni sürümü olarak atmosfere salındı ve on küsür senelik geçiş dönemi bu talihsiz yöntemle atlatıldı. Yeğenim Yiğitcan da bu akımın arta kalan rüzgarından etkilenmiş bir çocuk işte. Doğrusunu söylemek gerekirse söz konusu geçiş dönemi atlatılalı ve yeni jenerasyonun isim jargonu belli bir kalıba sokularak kullanıma açılalı hatırı sayılır bir süre geçti ve bu şartlarda kendisine isim tercihi yapılırken Yiğitcan'ı seçmek yerine, bazı iklimsel ve jeolojik terimlerden veya çeşitli bitki isimlerinden faydalanılmalıydı. Yukarıda modası geçmiş derken kastettiğim buydu yani. Ayrıca Yiğitcan isminin modası geçmiş isimler arasında anılması kulağınızı tırmalıyor ve algınızda karşılık bulmuyor olabilir ancak kabul etmeliyiz ki altı yaşındaki yeğenimin adı günümüzün isim koyma modası dikkate alındığında Yiğitcan değil de ne bileyim Poyraz, Çınar veya Doruk gibi bir şey olmalıydı sanki. Toplumun öngördüğü davranış biçimi bunu gerektiriyor gibiydi. Her neyse. Konumuz bu değil.

Çocuk parklarında salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan çocuklar bulunur. Tahterevalli bulunur, barfiks demirleri bulunur. Bu aletler ortalama çocuk ölçüleri dikkate alınarak tasarlanmıştır. Çocuk parklarında ağaçlar bulunur. Parklar, doğal bir görünüm kazanması maksadıyla kimi renkli bitkilerle süslenmiş olur. Bazı çocuklar düşer ağlar, bazıları kavga eder ağlar. Bu yüzden yanlarında bir refakatçi muhakkak vardır. Parkın muhtelif yerlerine serpiştirilmiş oturma bankları da bu refakatçilerin dinlenebilmesi, yeri geldiğinde yakınlaşıp yeni arkadaşlıklar kurabilmesi içindir. Bir dede, bir abi, bir teyze ve nadiren de olsa bir anne mutlaka gözlemlenir bu çerçevede. Hafta sonları ise genellikle babalar üstlenir bu görevi. Güneş gözlüklü, naylon yelekli, spor ayakkabılı, tıraşsız babalar. Bu ortamlarda babaların arkadaş edindiği pek görülmez. Yetişkinlerin parkta bulunma maksadı kesinlikle yanlarında getirdikleri çocuğu gözetmekten, ne bileyim bindiği salıncağı sallamaktan veya dondurma, mısır, cips gibi zararlı besinleri yedirmekten öteye geçmemelidir. Görevlerini yerine getirmeli ve olaysız şekilde dağılmalıdırlar. Çünkü çocuk parkları çocuklar oynasın ve güzel vakit geçirsin diye vardır. Serserilik ve taşkınlık yapmak için değil.

Esasında çok alakasız bir sebepten ötürü pek alışık olmadığımız bir muhitteydik o gün. Çevredeki binalar, yerleşim şekli, insan popülasyonu her zaman karşılaştığım, gözümün aşina olduğu perspektifte değildi. Eski kasa bir Renault ile gelmiştik buraya ve bazı çocuklar paçalarından çekiştirerek geldiğimiz arabayı gösteriyordu babalarına. Değişik bulmuşlardı demek ki çocuk aklıyla işte, ilgilerini çekmişti yani. Babaları bizden iğreniyordu muhtemelen. Onların egzozlarından okyanus esintili oda parfümü salınıyordu çünkü. Hayatımda hiç görmediğim cinsten kaldırım taşları vardı yerlerde, değişik desenlerle şekillendirilmişti bu taşlar ve adını bilmediğim ağaçlara uzun uzun baktım. Parlak renklerle özenle boyanmış dünyanın ortasında kalmış kapkara bir gölge gibiydik ailecek. Yine de konum olarak bazı çok güzel kızlara birkaç metre uzaklıkta gibiydim. Hiç şansım olmadığını biliyordum ancak, en azından Titanic’i seyretmişliğim vardı. Yiğitcan’ı parka götürme konusu söylentide karşılık bulsa da henüz eylemsellik kazanmamıştı. Fırsattan istifade, hazır zengin ve lüks bir muhitteyken; dalıp gitmiştim bir an.

Benim çocukluğumda seyyar çocuk parkları gelirdi mahallemize; para verir, öyle binerdik salıncağa. Forsumuz büyüktü. Oysa çocukluğumun büyük bir kısmı Bayrampaşa’da geçmişti ve oturduğumuz sokak yokuş aşağıydı. Sanki bütün yokuşların ucu güneye çıkıyormuş gibi gelirdi bana küçükken, çünkü güneyi sadece atlaslardan tanıyordum ve dolayısıyla bütün mahalle maçlarımız güneye doğruydu bu yüzden. Zor bir deplasmandı Selimpaşaspor doğrusunu söylemek gerekirse, kolay kolay mağlup olmazdık kendi sokağımızda; takım içi uyumumuz son derece iyi, pazardan aldığımız kramponlarımız ise çakma birer Diadora'ydı. Kör Samet kalede devleştikçe, ben Batigol olurdum uçuşan saçlarımla ki attığımı vurduğum günlerdi o zamanlar, kızların gözü üzerimde. Okulların açılmasına beş kala, tek renk jelatinle kaplanmış defter ve kitapları koltukla minder arasına koyup düzleşmesi için saatlerce üzerinde otururduk o dönemde. Yazın kavurucu sıcaklarında dahi Haliç'ten geçerken arabanın camlarını kapatırdık. Kıyasıya geçen çivili tahta müsabakalarında Christian Ziege'yi sol beke alırdım Almanya'yı seçtiğim zamanlarda ve çivili tahtada orta sahalar beş kişiden oluşmazdı asla. Bir topu, dikişleri patlayana kadar kullanmanın ve hatta dikişleri patladığı için kauçuğu çöp olan o topun şambreliyle çift kale maç yapmanın ne demek olduğunu çok iyi bilirdim. Kontra pedallı bisikletlerimizle cayır cayır izler bırakırdık asfaltlarda, pedalı kontra olmayan zengin çocuklarına bir iki tur verirdik, sevinsin garibanlar diye. Onlar servisle giderken okula, biz Magirus’un motorunda muavinlik yapardık. Çarkıfeleği Tarık Tarcan sunardı. Lunaparklarda para ödeyerek tümsek ve çukur aynalara bakılırdı, saçma sapan işler. Galatasaray'lı Suat'ın sırma saçları gündemdeki yerini kaybetmezdi hiçbir zaman. Bir de Nartallo vardı. Gazoz kapağı oynardık; günümüzde bu oyunu oynayan bir çocuk var mı, emin değilim. O zamanlar hücum süreleri otuz saniyeydi, tek pota maçlarda sayıyı atan değil yiyen başlardı oyuna ve John Starks'ı Ender Bilgin'in sesinden dinlemek zorundaydık. Daha da güzeli; gerçi gayet klişedir ama, hiçbir yaz tatilinde tatil beldelerine, sahil şeritlerine gitmemiştim. Çocukluğumun bütün yazları köyde geçmişti ve iyi bir çelik çomak oyuncusu olamasam da bir günde kunut dualarını ezberlemeyi başarmıştım. Belki de din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini, ezberlediğim her dua için anneannemden aldığım bahşişler sayesinde öğrenmiştim. Bir keresinde bir markım bile olmuştu bu sayede. Bu yüzden kimse benden, fıskiyenin bir medeniyet göstergesi olduğuna inanmamı veya ceket giydirilmiş süs köpeğini normal bir şeymiş gibi karşılamamı beklememeliydi burada. Şaşkın bakışlarımın sebebi geçmişimin izleriydi. Olsun. Hiç şansım olmadığını bilsem de oldukça yakınlarda çok güzel kızlar olduğuna emindim ve burnuma gelen gri eşofman altı kokusu bunun bir kanıtıydı.

Yiğitcan'ı parka götürme konusu ciddiyet kazandıkça heyecanım artmaya başlamıştı. Çünkü bizim mahalleden Sedat Abi'nin ilk karısıyla tanışma hikayesi bir çocuk parkında geçiyordu ve bu efsanevi hikayeyi dinlediğim andan itibaren aşkın bazı tesadüfleri ve haliyle şiirsel rastlantıları sevdiğine kanaat getirmiştim. Gerçi evliliklerinin onuncu ayında şiddetli geçimsizlikten veya şiddetsiz geçimlilikten dolayı boşanmışlardı ancak bu durumu Sedat Abi'yi az çok tanıdığım için normal karşılamayı becerebilmiştim. Sonucundan ziyade, olayın beni içine çeken kısmı o masalsı başlangıcıydı.

Üzerimde en sevdiğim gömlek, içimde en sevdiğim donum vardı. Açıkçası hoş bir hanımefendiyle ilk buluşmama gidecek ve güzel bir akşam yemeği yiyecek olsam yine o şekilde giyinir, saçlarımı o gün olduğu gibi tarardım. Parka doğru yola koyulduğumuzda Yiğitcan’ın kocaman gözlerinde beliren aydınlık, sanki hiç sönmeyecekmiş gibi gelmişti. Ortam güzeldi ve doğrusu acelemiz de yoktu. Sanki öğlen yürüyüşüne çıkmış; makyajsız, güneş gözlüklü ve siyah taytlı bir Bade İşçil, acar magazin muhabirlerinden birine yakalanacak ve ayaküstü röportaj vererek unutulmak üzere olan yüzünü insanlara yeniden hatırlatacak gibi bir atmosfer vardı civarda. Çünkü biz pazar günü kahvaltı sofrasında magazin programı seyreden bir toplumduk ve nerede bir Bade İşçil görsek, tanırdık.

Çocuk parkına vardığımızda etraf beklediğimden daha sakindi. Küçük bir velet, tasmasından sıkı sıkıya tuttuğu köpeğinin çişini yaptırıyordu bazı süs bitkilerinin üzerine. Bizi görür görmez çekiştirerek uzaklaştırdı köpeği ortamdan ve giderken arkasına bile bakmadı. Diyecek bir lafım yoktu oysa çocuğa. Defalarca umuma açık alanlarda işemişliğim vardı çünkü. Yiğitcan önce kaydırağa koştu, birkaç kez kaydı. Ben uzaktan onu seyrederken bana el salladı. Çocuk belli ki hayatında ilk defa böylesine kaliteli bir park görüyordu. Demirleri pas tutmamış, plastikleri delinmemiş oyuncaklar. Biraz sonra Hüner Coşkuner'e benzeyen orta yaşlı bir kadın geldi yanında sarışın bir kız çocuğu ile birlikte. Ondan birkaç dakika sonra da bermuda şortlu, emekli olduğu her halinden belli olan bir amca torununu getirdi parka. Sinekkaydı tıraşı göz kamaştırıyordu. Ortam yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Az sonra Yiğitcan salıncağa geçince onu sallamam gerektiğini fark ettim. Birkaç dakika boyunca salladım. Sonra salıncaktan vazgeçip zincirlere tırmandı. Zincirlerden indi tahterevalliye bindi. Tahterevalliden inip tekrar kaydıraktan kaydı. Bir süre sonra sıkılacağını bu döngünün başa sarmasından tahmin etmeye başlamıştım. Çocuk mutlu olsun diye “Şu an en çok ne istersin?” gibi gayet riskli bir soru sordum. “Tabanca” dedi. Çocuk tabi, bulunduğumuz muhitin seyyar oyuncakçıları veya pamuk şekercileri barındıramayacağının farkında değildi. “Burada bulamayız ki!” dedim, sebebini sorsa muhtemelen açıklayamazdım. Neyse ki sormadı. Sonra Yiğitcan’ın elinden tuttum, parkın karşısındaki Migros Jet’e götürdüm ve birkaç parça zararlı yiyeceklerden aldım. Çünkü zararlı yiyecekler çocukların en sevdiği şeylerin başında geliyordu. Söylesenize mavi renkli yiyecekler boya değildi de, hangi meyvenin aromasıydı?

Parka döndüğümüzden kısa bir süre sonra, üzerindeki parlak eşortmanlardan anlaşıldığı üzere yürüyüş yapmaya çıkmış elli küsür yaşlarında bir adam, Hüner Coşkuner’e benzeyen kadına “Merhaba Hüner hanım. Uzun zamandır yoktunuz ortalıklarda.” dedi. Kadın demek ki Hüner Coşkuner’di. Merakla dinledim. “Türkbükü'ndeydik Münir Bey, yeni geldik. Nasılsınız görüşmeyeli?” diye yanıtladı Hüner Coşkuner. Az ünlüler, şöhretlerini yitirdikten sonra nasıl oluyor da hala lüks bir hayat yaşamaya devam ediyorlardı, anlayamıyordum. Yani Hüner Coşkuner şu an nereden para kazanıyordu da yazlarını eşi dostuyla Türkbükü'nde geçirebiliyordu. Veya böylesine lüks bir muhitte yaşayabiliyordu. Albüm satıp para kazanmadığına emindim. Demek ki çok iyi bir miras kalmıştı bir yerlerden. Ne bileyim işte, daha fazla level atlayamıyordum bu düşünce perspektifiyle. Demek ki, diyordum, zamanında çok fazla daire almış kazandığı parayla. Demek ki iyi kazanıyormuş. Evet. Bu kadardı işte. Elime büyük miktarlarda para geçmesi durumunda, paranın tamamı ile daire alıp onların kirasıyla geçinmekten başka bir fikir canlanmıyordu kafamda. Kabul etmeliyim ki, ticari zekam ve ahlakım içler acısıydı. “İyiyiz, sağolun. Fazla uzaklaşmayın buralardan, özlüyoruz sonra.” dedi Münir Bey Hüner Coşkuner’e pis pis sırıtarak ve terini soğutmadan uzaklaştı. Ayaküstü, iki potansiyel yaşlının flörtleşmesine tanık olmuştum. Giderken Münir Bey’i arkasından izledim ve elindeki yarısı erimiş çikolatayı emen Yiğitcan’ı dürterek salıncağa götürdüm. “Hadi biraz daha sallanalım da, gideriz.” dedim. Keyfim kaçmıştı.

O esnada tanrının eli değdi işte. Bunu biliyordum. Yanında şeker mi şeker küçük bir kızla girdi parkın içine o. Kardeşi miydi, yeğeni miydi, yoksa allah korusun kızı mıydı bilemedim. Düz, parlak saçları göz kamaştırıcıydı. Sapsarıydı, güneş gibi. Mini boyutlardaki kot şortu, yaz sıcaklarının hala yürürlükte olduğuna işaretti. Tıpkı kolsuz beyaz badisi ve terlikleri gibi. Eğer anası babası adını Melek koymadıysa büyük bir terbiyesizlik yapmışlardı bundan yirmi küsür sene önce. Bir müddet izledim Melek’i. Onu izlerken Yiğitcan’ı öylesine enfes salladım ki salıncakta, çocuk adeta yeniden doğmuş gibi sevindi, daha önceki sallanışlarının hiçbir değeri kalmamıştı gözünde. Asla inmek istemeyebilirdi salıncaktan. Ne güzel işte, hiç inmezse, hep Melek’i izleyebilirdim ben de. Yanında getirdiği küçük kızı, önce parktaki diğer çocukların arasına saldı Melek. Doğru ya, benim aklıma nasıl gelmemişti böyle bir şey. Biz görmemişler gibi oyuncaklara saldırmıştık Yiğitcan’la önce, dakikalar sonra beklediği metrobüs gelen yolcular gibi aç gözlüydük, paldır küldür. Açık büfe kahvaltıda tabağını tepeleme dolduranlar gibiydik. Oysa önce sosyal çevreyi ve ikili diyalogları sağlamlaştırmak gerekiyordu.

Bir şekilde olaya dahil olmalıydım. Bu yüzden en yakın ihtimal olduğu için tahterevalliye yönelecekleri anı kollamaya başladım. Yiğitcan'ı salıncaktan indirdim, biraz yürüdük. Bir an Hüner Coşkuner'le göz göze geldik. Hemen kafamı çevirdim. Melek, koltuklarından biri boşalınca küçük kızı oturttu tahterevalliye biraz sonra. Bermuda şortlu amcanın torunuyla Melek’in yanındaki küçük kız karşılıklı sallandılar yukarı aşağı. Ufak ufak yanaştım olay yerine doğru ve kısa bir süre sonra bermudalı torununu kaldırınca Yiğitcan'ı boşalan oturağa doğru ittirdim. Hareketimin sertliği çocuğu rahatsız etmişti muhtemelen ve önce kaşlarını çattı sonra bir tekme salladı bana doğru. Neyse ki ayağının boyu kısaydı, boşluğa denk geldi. Tam Yiğitcan oturağa oturacağı esnada Melek’in seslendiğini duydum. "Pardon, şu küçük binecekti." diyerek bir başka çocuğu işaret etti. O çocuğu kesebilirdim. Doğduğunda sünnet etmemişlerse, sünnet edebilirdim. Tebessümle karşıladım ister istemez ve "Afedersiniz" diyerek Yiğitcan'ı çekiştirdim. Yiğitcan huysuzlandı. Tahterevalliye binmek için ısrar etti. Ben durumu izah etmenin bir yolunu ararken, diğer çocuk oturağa oturdu ve o andan sonra Yiğitcan’ı kontrol etmem mümkün değil gibiydi. Kolundan çekiştirdim. Karşı koydu. En sonunda kucağıma alıp olay yerinden uzaklaştırmam gerektiğine karar verdim. Belinden kavrayıp havaya kaldırdığım esnada daha büyük çırpınışlar sergileyerek kucağımdan inmeyi başardı. Sanıyorum ki onu en son üç dört yıl önce kucağıma almıştım, hazırlıksız yakalandım. Adeta güreşiyorduk ve tüm bunlar olurken Melek tahterevallinin diğer yakasından bizi izliyordu. Zaten olmayan şansım iyiden iyiye kara deliğe dönüşmeye başlamıştı.

Sonra bize doğru yaklaştı Melek. Durumun daha büyük bir tatsızlığa yol açabileceğini öngörmüştü demek ki. Kısık sesle bana Yiğitcan'ın adını sordu çaktırmadan, "Yiğitcan" dedim yüksek bir sesle. Sonra Yiğitcan'a doğru eğildi, o eğilince ben gözlerimi kaçırmaya dikkat ettim. "Yiğitcancım, önce bu kardeş geldiği için sıra onda, biz kalkınca sen binebilirsin tamam mı tatlım? Birazcık beklemelisin." dedi. Yiğitcan duruldu ve direnmekten vazgeçti, tamam dercesine başını salladı. Demek ki yalnızca beni büyülememişti.

Yanlarından uzaklaşırken inceden bir göz kırptım Melek’e ama fark edip etmediğini algılayamadım. Hemen yanımızdaki boş banka oturduk. Aradaki boşluğu bütün çocuklara sorulan bazı saçma sorularla Yiğitcan'ı sıkıştırarak değerlendirmeyi tercih ettim. Yiğitcan yeni eğitim sisteminin içine çektiği masum çocuklardan biriydi. "Sevgilin var mı?" diye sordum. Kafasını salladı sağa sola, bu yok demekti muhtemelen. Şaşırmış gibi yaptım. "Nasıl yani sizin sınıfta kız yok mu?" diye ısrar ettim. "Var" dedi. "En güzeli hangisi?" diye sordum. "Hiçbiri" dedi. Tanrım, çocuklar neden bu kadar zordu. Baktım olacak gibi değil, “En sevdiğin ders hangisi?” diye sormak zorunda kaldım. Verdiği cevaba hem şaşırdım, hem de sevindim. “Matematik” dedi, benim de en sevdiğim ders matematikti. “Kırk altı yirmi iki daha kaç eder?” diye sordum. “Ne saçma şeyler konuşuyorsun ya!” diye bağırdı. Kızdım. Halbuki altmış sekiz ederdi.

Küçük kız tahterevalliden inince Melek ile birlikte yürümeye başladılar. Artık son kozumu oynamalıydım. Yiğitcan’a döndüm ve Melek’in yanındaki küçük kızı işaret ederek, “O kızı öpersen sana tabanca alırım.” dedim. Halbuki derdim, Yiğitcan’ın küçük çocukla arkadaş olmasından ziyade, Melek ile diyalog kurabilmek, iletişimimizi sağlayabilecek ilk kıvılcımı ateşlemekti. Sedat Abi ile ilk karısının tanışma hikayesi ise tamamen bambaşkaydı. Açıkçası rastgele kızlara yazdığım, bu tip serserilikler ve taşkınlıklar yaptığım pek olmamıştı, hatta hiç olmamıştı. Ancak en azından bir kıza nasıl yazılmayacağını öğrenmiş oldum o gün. Zaten o günden sonra maket gemi yapmaya ve yağlı boya tablolara verdim bütün dikkatimi. Kızlar ilgi alanıma girmez oldu. Her neyse. Yiğitcan tabancayı duyar duymaz fırladı ve küçük kızın yanına koştu. Aramızda az da olsa bir mesafe olduğu için kısa bir süre, tam olarak detaylarıyla göremesem de kızı öpmeye çalıştığını anladım. Sonra küçük kızın Yiğitcan’ı ittirdiğini gördüm. Bu durumda olacakları kontrol edemeyebilirdim. Melek ise bu esnada küçük kıza “Asya’cım napıyosun? Arkadaş canım o, niye ittiriyorsun ki?” diyerek serzenişte bulundu. Tabi Yiğitcan’ı tanımıyordu haliyle.

Ben hızlı adımlarla olay yerine doğru giderken Yiğitcan önce kıza esaslı bir tokat attı, kız henüz ağlamaya başlamadan bir de ağız dolusu tükürdü. Sonra ağladı tabi kız. Ben o esnada Melek’in gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. Muhtemelen hayatında böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Dondu. Küçük kızın yanağındaki tükürüklere gözyaşları bulandı. Bütün park bizi izliyordu. Çocuklar salıncaklarından indi, dedeler sudokularını bıraktı. Migros’taki kasiyer kız kapıya çıktı. Hüner Coşkuner yanında getirdiği çocuğu aldı ve parkın çıkışına doğru yürümeye başladı. “Cık cık cık” sesleri kulağıma çalınıyordu ve bir şekilde özür dilemem gerekiyordu. Yanlarına vardığımda ağlamakta olan Asya’yı kucağına aldı Melek ve bir iki adım geri çekildi. Bir an koşarak kaçacak sandım, kaçmadı. Gözlerine bakarak “Kusura bakmayın.” dedim. Hiç cevap vermedi. Durumu izah edebilecek geçerli bir yöntemim ve mantıklı bir açıklamam yoktu. Başka çıkışım kalmamıştı: “Kusura bakmayın. Çocuk işte…”

Oct 27, 2014

Sözgelimsel: (Dört) Debriyaj

basıyorum
-ayağımın tabanında karıncalar geziyor-
debriyaja ve hiç basmadığım bir türde
anlıyorum ki
debriyaja basışların
bile türlü türlüsü var
dörtteydi biliyorum
hazır basmışım diyorum
ve
atıyorum vitesi
beşe
kamyonet yükünce şeker
sığması mümkün değil
pantolona
dağıtıyorum kimsesizlere
çocuklara
dosta ve eşe
çiçekler bugün bedava
yani satılmıyor
yağmur yağarsa
ıslanmaktan korkmuyoruz üstelik
güneşe karşı duruyorum
ellerimle doyuruyorum güneşi
güneşi söküp alıyorum olduğu yerden
-parası neyse veriyorum-
ve
oyunlar oynuyorum
iki mars bir düz edip
hep yek bakıyorum
yörüngeye doğru
masallar kasabasından
ki
kavgamız sebayi dü
güneşle oturup
aynı kadehten içiyoruz sonra
gece yarısı sessizliğinde
alelacele
ve tatlı bir telaşlı
ve aklıma gelen her şey
bir bölü iki
gömleğimin düğmeleri açık kalmış gibi
ayağımda terliklerle
fırlamışım
metroların turnikelerinden
kiliselerin bahçelerinden
ve
kapıların kirişlerinden
bütün bu heyecanım
ve titremesi ellerimin
düzensiz soluk alışlar
hep bu
özleyişlerimden
hatırlıyorum
bilinçli bir anınız yok
diyordu nietzche
ki haklıydı
çünkü basmıyorsa ayaklarımız yere
ve kanatlandırıp uçuruyorsa bizi
içimizdeki kelebekler
bilincimiz yerinde sayılmıyordu
ve doğru akışkanlardan muaftı
müfredatımız
ve ben parmaklarım ucundan fırlamış
naylon terliklerleydim koşarken
dikiz aynasından izliyordum
otoban kenarından akan
ömürleri
bütün hücrelerim yabancı bir şarapla
dolup taşarken
yollar kaygan
sanki her sabah biraz dün akşam
sanki her akşam
biraz
yarın sabah
çünkü bir avuç
belki bir kaç gram
titretiyor bizi
ferrania sandolem
bir kıtadan diğerine
-belki avrupa'dan asya'ya
belki antartika'dan afrika'ya-
zehir zemberek uçacağım
rüzgarla dans edecek
yalan yanlış taranmış saçlarım
bir nefeste
tek bir nefeste
ne var ne yok
dökülecek içim
tansiyonum çıktı
büyük on dokuz
küçük o biçim
-söylesenize nasılım-
söylemeyin
bence gayet
iyiyim

Oct 10, 2014

Sözgelimsel: (Üç) Toz

bu yazının içinden ölüm geçmez
bu ölümün içinden yaşam
hiç
geçmedi zaten
tatlı sularda yok oldu katranca
gayelerimiz
çünkü alçaktı bütün kavgalar
sığ
ve bulanık
oltanın iğnesinde bir tomar ekmek ve belki bir solucan kafası
maksadımız karagözlü bir balık
daha yaratıcı olmalıydı insanoğlu
ellerini sabunla yıkamalıydı belki de
toprağa çıplak ayakla
aya çıplak olmayan bir ayakla

basmalıydı
ayın yüzeyi beş bin beş yüz fahrenheit
ayın yüzeyi dikenli
elbet çıkarılacak bir ders
bulunacaktır
her med cezirden
geldik
gelmeyi umduğumuz yer burası değildi
oysa
oysa bir dilim domates
hatta nakaratına kadar büyüyememiş bir şarkı
belki bir demlik tiyatro -ve perdesiz-
kadardı
uzun ince ve talihsiz yolculuğumuz
biz ummayı marifet sanmışız belli ki
manevgarik bir toz bulutu bu
çekiyoruz içimize
-adını her ne koyarsanız
koyabilirsiniz
hükümsüzdür dilbilgiler-
söküp attık büyük harfleri
-kitaplarımızdan değil-
-sofralarımızdan hiç değil-
alfabemizden
neticede karmaşıktır
çözülmemiştir
fark ettik ki
zaten bu çekiç gözlü harfler
hiç mi hiç büyümemiştir
bu toz bulutu şimdi
bahsi geçen
rengi belirsiz ve söz konusu
tadı damağımda ve gayet duyulmuyor kokusu
gözümüzde dilimizde pornografik filmlerimizde
kamuya açık alanlarda
kulpu parmak izli bond çantalarda
halının üzerine saçılmış ekmek kırıntısı
klozet kapağına sıçramış sidik damlası
düğün çorbasından çıkan saç teli
gibi
sizde kalsın papyonlu takım elbiseler
topuklu parlak ayakkabılar
aman efendim bize bulaşmayın
dizleriniz titrerse
bir polis kadar kanunlaşmayın
yine de
makineleşti soluklarımız
her gözlüğün bir numarası
her çantanın bir şifresi
bir yerden ısırıyorum göz olarak
bu bir elektrik akımı silsilesi
modern times

bir leyla erbil romanı mı
postmodern cambazlara göz kırpıyorum
gayet nano-postmodernce
güney sahillerinde kabuk değiştiriyorum
ve derimi
türk hava kurumuna bağışlıyorum
karşılıksız bir makbuzla
bu yazının içinden dinamit geçmez
ucu kömürleşmiş bir beton
kırkbeşlik bir plak
bu dinamitin içinden yaşam
hiç
geçmedi zaten
artık karnımız trombosite toktur
çatlaklarından sızdırıyor gezegen
kan kırmızı göz hizası
lazım olan küçük bir yoğurt kovası
var mıdır
ki muhtemelen yoktur
sesimiz duyulursa eğer
tanrının eli değecektir şüphesiz
seksenaltı meksika
tanrının kelimeleri
kifayetsiz

Oct 8, 2014

Sözgelimsel: (İki) Otel

olabildiğince ucuz
ve rutubetli
otellerde unutuldu
-ki unutmak insana özgü-
ceplerimizde biriktirdiğimiz
bütün
edepsiz hikayeler
açık ve seçik
anlatması üç yüz
dinlemesi sarımtrak bir beyaz
insan etinin ulaşabileceği en üst mertebe
terli ve kaygan biraz
deri üstü hastalıkları
parmak ucuyla hafifçe
protoplazma
tutuldu mu bırakmak olmaz
kıyısında
aynı zamanda köşesinde
ve bir yerlerinde kalan ne varsa
veyahut
başka kalan varsa aklımızın en hegel kıvrımlarında
topladık tek tek üşenmeden
doldurduk hasır bir çuvala
hasır bir çuvalın altı delik
delik deşik beş yaşında
oysa henüz soluk almaların başında
üç basamaklı bir özgeçmiş
ve
kırmızı ışıkta
-doksan saniye-
farı tozlu bir araba dursun diye bekleyen
burnu sümüklü kızın
ceplerine koyduk
gizlice
bütün insanlık adına yaptık bunu
gören herkes utansın diye
amerika kıtası icat edildi
mertlik bozuldu böylece
kimse gördü mü
bilemedik
duyan varsa göremedik
oysa
utanmak insana özgü değil
yarım yamalak
-ve asla
bir bütün değil-
kalmak zorundayız ayakta ve utanmıyoruz
halimizden
birçok yerimizden eksiğiz
kulağımızın biri sağır
tamam
bir gözümüz görmüyor gün ışığında
pekala
ellerimiz terliyor
haşa
ve
topal bir dilenci
avucunda biriktiriyor ister istemez
geçim derdini
avuç içleri yukarı bakıyor ve tanrıya dönük
bu eylemin bir adı olmalı
yaz kızım
iki nokta üst üste
bir dilencinin yaşama direnci
gözlerindeki kırmızı ateş
artık tamamen sönük
bir tekme de biz atıyoruz
bir tekme de biz yiyeceğiz elbet
doğanın kanunu olmalı bu
madde bir
halbuki ne kadar da güzeldik ilkçağda
amerika kıtası yoktu
amerika kıtası hiç olmamıştı
hiçbir otel henüz inşa edilmemişti
ve uyumak bedavaydı
sonu gelmeyen karanlık gecelerde
düşmelere alıştı uçurumlardan
veya yüksek binaların en üst katlarından
kırık dökük yüreğimiz
artık
koynumuzda saklıyoruz kutup yıldızını
ve bir gün çıkaracağız ortaya
bütün dünya saydama
umuyoruz ki
-ve ummak insana özgü-
boyanacak sonra

Oct 2, 2014

Sözgelimsel: (Bir) Senfoni

gece rengarenk
biraz kendinden geçmiş
-vermilyon dahil-
kalbim
mantarı kaybolmuş bir şarap şişesi
geldiyse başı sonu da olmalı artık
rüzgar şiddetli
lodos
hatta binbeşyüz
gözlerini açamazsın
duyulmaz bir de sözlerin
rüzgar durulmaz ve devam eder
esmeye
aylardan viyana kuşatması
günlerden bin yedi yüz seksen dokuz
fransa'da bir gündüz vakti
buyurun
siz anlatın biz aslında yokuz
bu gece biraz kalabalık aklım
aklım bir labirent
köşelerde kaybolmak
meselesi
kaygısız bir alabalık
gibi
oysa ne kadar da destansıdır
kendini kaybetmemek mücadelesi
eğer kaybolacaksak bir şekilde
doksan derece olsun açılar
soğuk hava depolarında uyuyalım
duyulmasın pepermatik acılar
şarkı mı bu
nasıl duyabileceksin acıyı
barmen oradan bir duble senfoni bana
bahşiş kalsın gözyaşlarım sana
pasaportsuz girişler
girdi mi çıkamayışlar
girdiler mi çıkmazlar çünkü
hoş gelmişler ayıp olmasın
boş gelmemişler
mülteciler
çıkarken bırakmazlar acıtmadan
yazılı bir kanun sayılmaz
insani bir refleks
evrimbilimsel açıklanabilir
-insanlıkdışı-
kafamın içi
kafa tasımın içi
meydan muharebesi az çok
uzaydan görünen çin seddi
gibi
gündelikçi kadınlar
deterjan kokulu
etli butlu
oldukça büyük memeleri
görebiliriz
bir duyan olursa
lütfen veresiye teklif etmeyiniz
bu gece biraz akümülatör
gitmek varmak demek değil
yalnızca terk etmek demektir
her mesafenin bir karşılığı
tozlanmış seyir defterinde
bulunmuyor
diye
söylenegelmektedir
birleşik devletler gülüyor
bir gezegen boylu boyunca
yanıyor
demiri daha demir
moru daha mor görünüyor
tebrikler öldünüz
size de tebrikler
aynı tondan çaldınız
şimdi dağlar kıyıya paralel
ellerim gökyüzüne dönük
kalmadı artık aşım
ve
ağrısız değil şimdi başım
kendimde sayılmam ansızın geliyorum aşka
bu gece biraz istanbul gibi
sevsen bir türlü
sevmesen bir başka

Sep 18, 2014

Altıpatlar

İstanbul. Şişli dolaylarında bir ara sokak, yıllardan yakın geçmiş. Gece. Ve muhtemelen karanlık.

Klaus Eisen isimli, biraz Alman biraz Türk adam, az önce içerisinde bulunduğu yüksek binanın önünde beklemektedir. Telaşlı bakışlarla etrafı süzer. Üzerinde siyah takım elbisesi, kravatı biraz gevşetilmiş ve sakal tıraşı günlüktür. Az sonra karşısına çıkan ilk taksiyi durdurur ve hızlıca biner.

KLAUS EISEN: Bolivya'ya lütfen...
TAKSİCİ: (alaycı) Neresine?
KLAUS EISEN: Büyük Cami’nin oraya.
TAKSİCİ: (kahkahayla) Bolivya'da cami mi varmış?
KLAUS EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ: Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS EISEN: Yoksa yaptırırız. Hem lazım olur muhakkak ki! Bugün bir cami demek adeta bir peynir, sanki bir ekmek demek değil mi? İki adet hidrojene bir tane oksijen katmak gibi. Atmosferde ellini sallasan ellisi. Ne kadar gerekliyse salataya zeytinyağı veya bir pastaya krema; işte bir yerleşkeye de o kadar gerekli bir cami. Bolivya’da değil yalnızca, yanlış anlaşılmasın. Altınsahilleri’nde, Brengard’ta, Mozambik’te, Himalayalar’da. İnsan elinin değdiği her kara parçasında yani. Çıplak ayakla basılmış her toprakta. Her yerde işte kısaca. Dünya’da neye ihtiyaç var ki yüksek minareli yeşil bir camiden daha fazla?
TAKSİCİ: (biraz düşünür) Suya.
KLAUS EISEN: Lütfen ama; alay mı ediyorsunuz? Suymuş. Teyemmüm diye bir şey çıktı, yeni model. Duymadınız mı? Sizin gibi suyu hayatın olmazsa olmazlarından görenlere inat, sudan babası bile çıksa yiyecek olan ensestimtrak canilere rağmen. Oysa suya ne gerek var? Abdestsiz namaz olmaz, lakin susuz abdest olur gayet tabi. İki elini toprağa sürersin ve yüzünde gezdirirsin iğne ucu kadar değmemiş yer kalmaması kaydıyla ve kollarını ellerini bulaştırırsın toprağa filan işte. Bu bir temizlenme eylemidir esasında lakin mevzubahis toprağın ne kadar kanlı olduğu ve bilahare aslında bir o kadar da temiz olmadığı göz ardı edilmelidir, aksi halde teyemmüm kabul bulmaz. Ve en önemlisi niyet edilmelidir öncelikle, niyetsiz ibadet ibadetten sayılmaz.
TAKSİCİ: Susuz abdest olur ama susuz banyo olmaz ki. Teyemmüm banyosu diye bir şey duymadım hiç.
KLAUS EISEN: Mesela ben üç ayda bir banyo yaparım. O da tütün kolonyasıyla. Seksen derece esanslı hem de. Yani su olması çok da şart değil aslında. Lakin tütün kolonyasıyla abdest almak çok imkansız. Çünkü kolonyada alkol var. Alkol yasak. Alkollü bir şekilde camiye girilmez. Hatta alkollü bir şekilde namaz kılmak, ölüme yol açabilir veyahut bazı duyu organlarının işlevsizliğine sebep olabilir. Ve hatta alkollüyken ibadet etmek, hava kararınca birçok masum kuş türünün neslinin sona ermesine, emzirme dönemindeki kadınların memelerinden zift akmasına, dünyanın en büyük yanardağlarının alevler saçarak patlamasına ve Alibeyköy’ün en ufak bir yağmurda sular altında kalmasına sebep olabilir. Zaten bu yüzden yasaklanmıştır yüzyıllar öncesinden bu yana vücuda alkol enjekte etmek, vaat edilse de üzüm bağları ve şarap testileriyle dolu bir cennet. Bilindik bir mevzu, yabancılamamalı. Mesela siz, alkollüyken araç kullandınız mı hiç?
TAKSİCİ: (iç geçirerek) Çok.
KLAUS EISEN: Günün birinde ölürseniz eğer, bunun bedelini ödemiş olarak öleceksiniz muhakkak, bunun bedelini ödemek için öleceksiniz ya da kutsal kitap diliyle. Tanrının canınızı alma sebebi bu olacak, hak peygamber yoluyla. Eğer ölümle karşılık bulması gereken daha korkunç günahlarınız yoksa tabi. Söylesenize, tanrının böyle bir şeyi affedebileceğini mi sanıyorsunuz?
TAKSİCİ: Ne kadar affedilmeyebilir ki? Adam mı öldürmüşüm, banka mı soymuşum? Elhamdülillah müslümanız neticede.
KLAUS EISEN: (önce kısa bir şekilde güler) Varsın bir banka soyabilirsiniz, yeri gelir kıyabilirsiniz canına bir insanın. Bunlar dert değil. Gazete okumuyorsunuz anlaşılan… Doğru ya, mesleğiniz icabı gazete okumaya elverişli bir gündelik işleyişiniz yok, siz de haklısınız. Hangi kutsal kitabı okumanızı bekleyebilirim ki bu şartlarda? Önce hangi kitabın kutsal olduğunda karar kılmalıyız, hesapta. Eğer gazete okusaydınız adam öldürmek veya insanları dolandırmak gibi bazı eylemlerin son derece sıradan bulunduğunu ve hatta gayet moda kabul edildiğini ve -tuhaftır ki sizin şu an kötü bir şey olduğunu zannederek altını çizdiğiniz bu eylemlerin- neredeyse hiçbir cezai yaptırıma maruz kalmadığını, hukuken yeterli bir şekilde karşılık bulmadığını görürdünüz. Kaldı ki krem tabakadaki birçok cemiyetin parçası haline gelmek için ön şart sayılır oldu artık bu tür neoillegal varyasyonlar. Fakat bir kadeh alkol kadar affedilmesi zor, bir yudum alkol kadar katlanılması güç bir konu ise söz konusu olan, ne bir af bekleyebilirsiniz sözde bağışlayıcı tanrınızdan, ne de en ufak bir anlayış göstergesi bulabilirsiniz aynı tanrının kulları olan insanoğullarından. Dediğim gibi, ölümünüz bu yüzden olacak sizi temin ederim ve bunun diyetini ödemiş olacaksınız öldüğünüz zaman, şimdilik daha büyük günahınızın olmadığını varsayıyorum mütemadiyen.
TAKSİCİ: İmam mısınız?
KLAUS EISEN: Hayır inanmam. Siz inanır mısınız?
TAKSİCİ: Bazen.
KLAUS EISEN: Ne kötü. İnanmak zayıflıktır. Bazen inanmak, bazen zayıflıktır.
TAKSİCİ: Ne iş ile meşgulsünüz öyleyse? Yazar mısınız?
KLAUS EISEN: Hayır yazmam. Siz?
TAKSİCİ: Öyleyse necisiniz?
KLAUS EISEN: Katilci. Hem de gayet seri bir katil-çizgi-ci. Dedim ya; artık son derece meşru bir eylem adam öldürmek ve gayet popüler. Herkes bu sektörden ekmek yiyor son zamanlarda. Bu arada, adam öldürmek derken, kadın öldürmek de bu ifadenin antiparantezidir, ötekileştirmeye maruz kalınmaksızın. Rüzgar gibi sert, gece gibi karanlık bir katilim ben. Adeta eli silahlı bir Flash Gordon’um, aynı zamanda gözü pek, dili çok. Altıpatlar belimde, altı kere patlatırım ki adı üzerindedir, yedi kere patlamaz. Limitsiz miktarda mermi alabileni icat edilmedi henüz, edildi de belimize takabilecek durumumuz mevcut değil biraz. O yüzden seçici olmak zorunda hissederim çoğu zaman. Şimdi silahımda üç atımlık mermi var, bunlardan birisini ve haliyle sıradakini; siyah-beyaz saçlı, muhtemelen çoluk çocuk babası ihtiyar bir taksiciye harcarsam ne kadar ziyan etmiş olurum diye düşünmekteyim veya günün geriye kalan saatlerinde bu gevşek ağızlı, gereksiz komik ve yersiz alkolik ve hatta sonsuz çirkin bir taksiciden daha öldürülebilir birisini bulabilir miyim emin değilim. Her mesleğin zor yanları vardır, bilirsiniz. Bizimkisinin de yok değil anlayacağınız.
TAKSİCİ: (biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS EISEN: Hayır. Divaneyim.

Bu esnada elini beline götürür ve belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye devam eder.

KLAUS EISEN: Şimdi gözlerinde karanlığın yansıması,
Gecenin içinde bir ülkeden başka bir ülkeye düşecek yolun.
Omzunda ağırlığı ve kalbinde taşıyorsun her saniye,
Fakat gökyüzünden çalıyorsun yaşam gayesini,
Yine de ağaçların yeşerd…
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (Klaus Eisen’in sözünü keserek) “gökyüzünden” değil, “yıldızlardan” olacak.
TAKSİCİ: (partisyon bozulmuşçasına) Ne oluyor ya?
KLAUS EISEN: (kızarak) İstersen ben bırakayım sen yap Johann. (silahı Johann Wolfgang von Goethe’ye vermeye yeltenerek, serzenişli bir ifade ile) Al sen öldür adamı, kafasına tut, tetiği çek bitir işi. Iskalamamak kaydıyla ama. En iyi becerdiğin şeydir çünkü ıskalamak.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: İyi de tetiği çekmek benim işim değil ki, senin işin.
KLAUS EISEN: Niye burnunu sokuyorsun öyleyse, madem benim işim?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Sözü yanlış söylüyorsun çünkü.
KLAUS EISEN: Varsayalım ki ben bunu söylediğim şekilde doğru olarak kabul ediyorum. Bir mahsuru var mı? Söz konusu yaşam gayesinin yıldızlardan değil de gökyüzünden çalındığına inanıyorum, ifadeyi bu haliyle doğru kabul ediyorum; ki terimsel olarak farklılık gösterse de anlamsal olarak çok da alakasız değiller benim nazarımda. Bilmem farkında mısın Johann ama bu sahne benim sahnem, bu replik benim repliğim. Söz sahibi benim, spotlar bana çevrili ve tam burada afili bir nutuk çekiyorum, görmüyor musun? Kral da padişah da soytarı da hepsi benim işte. Hiç duydun mu tanrının bir ressamın yanına gidip de çizmekte olduğu tablodaki bir ağacı kastederek “Bu ağacın dalları o şekilde değil!” diye uyardığını?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Demek ki adam ağacı tanrının yarattığı gibi çizmiş, niye uyarsın ki?
TAKSİCİ: (araya girerek) Tanrıya inanmam demiştiniz.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: İnanmıyor zaten.
TAKSİCİ: Hayır; cami, teyemmüm filan deyince ben de akıllı bir adam sanmıştım başlarda. Rahmetli annem bilfiil altmış yıl boyunca beş vakit namaz kıldı, bir kez bile ‘teyemmüm’ demedi. Demek ki bu teyemmüm denilen meret pek de akıllı işi sayılmazmış.
CARL EDWARD SAGAN: Yüz dokuz bin beş yüz yetmiş beş vakit namaz eder.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Küçükken de böyleydi bu. On iki yaşına kadar altını ıslattı hep.
TAKSİCİ: Hiç evlendi mi?
KLAUS EISEN: Hayır, evlenmedim; de konumuzla ne alakası var?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Hayır, evlenmedi.
TAKSİCİ: Şaşırmadım.
KLAUS EISEN: (yüksek sesle) Yahu ne diyorsunuz?
TAKSİCİ: (Johann Wolfgang von Goethe’ye) Peki madem tanrıya inanmıyor, inanmadığı tanrının bir ressamı uyaracağını nasıl düşünebiliyor o halde? Eğer tanrı yoksa ve ağacı yaratan o değilse, o ağacın tanrısı onu yaratan kişi olan ressamdır. Böylelikle beyefendinin söylediği gibi ağacın yanlış çizilmesi halinde uyarıyı yapması gereken de ressamın kendisi olmak zorundadır ki bu da fizik kurallarınca pek mümkün değildir. Bu durumda ya tanrı vardır, ya da ağaç yanlış şekilde çizilmiş değildir. Yani her koşulda yanılıyorsunuz bayım.
KLAUS EISEN: (serzenişle) Bahsettiğim şey bu değil ki arkadaşlar.
TAKSİCİ: Yok yok, ifadeleriniz, henüz şimdiden gayet çelişik.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (taksiciye) Benim anlatmak istediğim de bu zaten. Senin kafana silahı dayadığında gösterişli ve şairane bir şekilde söylemeye başladığı sözlerin yaratıcısı veya yazarı kendisi değil, ki bu durum 'yazılı olmayan yazılı eserler ve edebi metinler kanunu hükümleri'nce aslına uygun söylemek zorunda olduğu anlamına gelir. Hal böyleyken yanlış ifade edilen kısımda, sözlerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan kişi olarak, müdahil olmak durumunda kaldım. Yaptığım davranış bundan fazlasına tekabül etmez.
KLAUS EISEN: Lanet olsun, her şeyi mahvettiniz. Baştan alıyorum.
TAKSİCİ: Zaten başında değil miyiz?
KLAUS EISEN: Değiliz. Burası sonuydu. Neyse, hazır mısınız?
TAKSİCİ: Hazırız. Ense tıraşımda bir problem var mı?
KLAUS EISEN: Yok. Başlayınız öyleyse.
TAKSİCİ: Tamam. (biraz tedirgin) Deli misiniz?
KLAUS EISEN: Hayır. Divaneyim.

Bu esnada elini beline götürür ve belinden çıkardığı altıpatları taksicinin kafasına doğrultarak konuşur Klaus Eisen. Taksici şaşırmıştır ve haliyle aracı korku ve endişe içerisinde sürmeye devam eder.

KLAUS EISEN: Şavk eder kıyam ile men-ul bozma karanlık,
Bitap düşer kıs-mî min'el mağfirun selamlık.
Sanma ki eydir, nüfuzun dolar ten'in dehile,
Bitecek yolun afv bulacak rabbin bataklık...
TAKSİCİ: (direksiyonu bırakır, iki elinin avuç içiyle yüzünü sıvazlar) Amin.
KLAUS EISEN: Bu bir dua değil, manifesto.
TAKSİCİ: Biz olmayacak dualara amin demeye alışığızdır da. Kusura bakmayın. Boş bulundum bir an.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Bilmukabele.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: (kızarak) Kestik. Şimdi de yanlış yeri okuyorsun Klaus.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Bence gayet doğru yeri okudu.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Madem benden söylemeyecek, beni niye çağırıyor ki buraya. Kaç kilometre mesafe kat ettim, kaç kere aktarma yaptım haberiniz var mı? Köprü kuyruğu zaten beş kilometre olmuş. Hem de çiçek gibi ortamı bırakıp geliyorum. Arkadaşlarla içiyorduk ne güzel, kızlar filan.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: İçiyor muydunuz?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Yah. Wir tranken.
BUHURİZADE MUSTAFA ITRÎ: Dinle ey kâfir:
Hakk-ı cinas eyledi makus gönlüm
Vakt-i rahman saymadı günah
Sabrederek geçti düstûru ömrüm
Şarab-ı kadehten geçerse olmaz.
Madübû bilir ebî saf ile değil
Hakîkat kef varsa eler kaf ile değil
Itrî söyler êda nun rabbin bulur
İman aşk ile olur laf ile değil.
TAKSİCİ: Amin.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Ne dedi?
KLAUS EISEN: Yapmayın beyler. Konunun özünü kaybediyoruz.
TAKSİCİ: İçki içerseniz allah taş yapar dedi.
DIŞ SES: Yapar mı?
KLAUS EISEN: (sinirli) Elbette yapmaz. Dalga mı geçiyorsunuz? Tabi ki yapmaz... Yahu siz neyden bahsediyorsunuz beyler? Ufuk çizgisinin uzaklığı mı kör ediyor gözlerinizi yoksa ağaçların dalında yetişen meyvelerin cazibesi mi? Bulutlardan dökülen yağmurların bir adı mı var zannediyorsunuz ha? Bütün o kutsal denilen kitaplar ne anlatıyor, hiç düşündünüz mü peki? Elbette düşünmediniz. Sizin adınıza düşünenlere ayak uydurdunuz işte. Ne dayatıldıysa ona inandınız, önünüze ne konulduysa onu yediniz. Daha fazla ne yapabilirdiniz ki? ‘Aman keyfimiz kaçmasın’lar, ‘Neyse şimdi sırası değil’ler, ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’lar, altın günleri, futbol müsabakaları, seçim propagandaları, taht oyunları… Doğru ya, ne kadar da büyük bir dünyanın ne kadar da büyük bir parçasıydınız. Mutlak bir yaratıcı kesinlikle olmalıydı doğrusu! Aksini düşünemezdiniz. (Buhurizade Mustafa Itrî gözden kaybolur)
TAKSİCİ: Kısaca; tanrıya inanmadığınız anlamına mı geliyor bu?
KLAUS EISEN: Tanrıya, en fazla bir kadına inandığım kadar inanırım.
TAKSİCİ: Bazen inanmak bazen zayıflıktır, demiştiniz.
KLAUS EISEN: Öyleyse kadınlara bazen de inanmam.
TAKSİCİ: Güzel. Ben cumaları kaçırmam mesela.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Ben de cumartesileri.

Yol koşulları elverdikçe taksici vitesi yükseltmeye devam eder.

AVA LAVINIA GARDNER: Burası ne kadar da sıcak böyle?
KLAUS EISEN: (yumuşar) Merhaba güzel bayan.
AVA LAVINIA GARDNER: Sana da merhaba güzel çocuk. (Johann Wolfgang von Goethe'ye) Johann daha ne kadar bekleteceksin bizi? Sonuncuya geçmek üzereyiz. Sensiz düşünemedik doğrusu. Bu yüzden almaya geldim seni. Hadi.
KLAUS EISEN: Nereye?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Öyleyse gidelim tatlım. (Klaus Eisen’e) Ücretimi alayım Klaus, daha fazla bekletmeyeyim arkadaşlarımı, gidiyorum. Zaten gayet lüzumsuzca bulundum burada. Bilmediğim dilden konuşuldu filan, tadım kalmadı. (bu esnada Ava Lavinia Gardner, Johann Wolfgang von Goethe’nin boynuna ateşli bir öpücük kondurur)
KLAUS EISEN: Ne ücreti?
TAKSİCİ: Peki benim ücretim ne olacak?
KLAUS EISEN: Seninle daha yolumuz var. Bolivya zannettiğinden oldukça uzakta.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: Telif ücreti. Sözlerimi bedavaya kullanmayı düşündüğünü söyleme sakın. Ben onları yazarken neler yaşadım, ne kadar uğraştım biliyor musun? Sense öylece söyleyeceksin ve arkana bakmadan dönüp gideceksin öyle mi? Yapma ama gerçekten böyle olabileceğini düşünmüş olamazsın Klaus. Seni eskiden tanırım. Aptal değilsindir.
KLAUS EISEN: Dalga mı geçiyorsun Johann? Sen öleli iki yüz yıl geçti neredeyse, neyin telifi bu?
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE: 'Femme Fatale' diyorum. Birer içki fazla içeriz belki. (elini Ava Lavinia Gardner’ın beline dolar) Belli mi olur, beş dakikada değişir bütün işler.
KLAUS EISEN: Bir tane yaşayan mirasçın bile yok Johann, kime kazandıracağım ben bu parayı. Aç gözlü yayınevlerine mi, karnı doymaz reklam ajanslarına mı?
AVA LAVINIA GARDNER: Öyle deme Klosie. Onların emeğini ne yapsan ödeyemezsin. Kimse onlar kadar çalışamaz. Eser yaratmak işin kolay ve zevkli kısmı, peki ya sunmak?
KLAUS EISEN: Hepsinin canı cehenneme.
TAKSİCİ: Bir Amerikalı gibi ünlüyor gördüğünüz üzere.
KLAUS EISEN: Ayrıca metnin tamamını okumadım ki. Hatta yarısına kadar bile söylemedim, en fazla dörtte biri fiyatını öderim haberin olsun. O da eski hukukumuzun hatırına.
TAKSİCİ: Ben tam alırım.

Klaus Eisen cüzdanından çıkardığı yüz liralık banknotu Johann Wolfgang von Goethe’ye uzatır.

KLAUS EISEN: Bunu Itrî Efendi’ye versek daha doğru olurdu sanki.
TAKSİCİ: Yanlış anlayabilirdi.
KLAUS EISEN: Hayır o bakımdan söylemedim.

Bu esnada seyir halindeki taksi, bir polis memuru tarafından durdurulur yol kenarında. Polis, camı açmasını ister Klaus Eisen'den. Açar.

POLİS MEMURU: Beyefendi, emniyet kemeriniz takılı değil.
KLAUS EISEN: Evet memur bey. Görüyorum ki, sizin de takılı değil.
TAKSİCİ: Ben uyarmıştım kendisini memur bey. İnatla takmadı.
POLİS MEMURU: Benim görev tanımımda kemer takma zorunluluğu yok. Yalnızca şapka takma zorunluluğumuz var, gördüğünüz gibi o da başımda. Başka sorunuz?
KLAUS EISEN: Peki benim görev tanımımda var mı kemer takma zorunluluğu?
POLİS MEMURU: Tanıma gerek mi var? Bu alametifarikayı icat eden mühendis buraya kemeri hangi maksatla koymuş olabilir ki takılması icabından başka?
KLAUS EISEN: Tabi ki takılmaması maksadıyla.
POLİS MEMURU: Takmamak için kemer mi yapılırmış? Eğer kemer varsa takacaksınız demektir. Ayrıca bu uygulama devletimizin bir kanunudur. Ve her kanun gibi uyulması zorunludur. Aksi takdirde cezai işlem uygulanmaktadır.
KLAUS EISEN: Eğer kemer yapılmazsa, takılmayacak kemeri nereden bulabiliriz ki? Bu yüzden kemer takmamak için söz konusu kemerin yapılması ve yaratılması şarttır. Bu yüzden bir otomobile kemerin konulması, onun takılmak için icat edildiği anlamına gelmez tam olarak. Tamamıyla ve güpegündüz ve hatta göz göre göre takılmamak için icat edilmiş bile olabilir. Bu durum, kişinin algılama ve algıladığını yorumlama marifetiyle değişkenlik gösterir yine de.
POLİS MEMURU: Sen hiç çalınmamak üzere yapılmış bir keman gördün mü?
KLAUS EISEN: Tabi ki görmedim. Çünkü keman çalınabilir. Niteliği ve niceliği göz önündedir. Hiç emniyet kemeri ile Vivaldi çalındığına şahit oldunuz mu?
POLİS MEMURU: (düşünür) Hayır olmadım.
TAKSİCİ: Ama ben kemanla çalındığına da şahit olmadım Bivaldi’nin. Memur bey haklı bu yüzden.
KLAUS EISEN: Mühendis kemeri arabaya koyacak ki ben kemeri takmayabileyim ve ben kemeri takmayayım ki siz de bana ceza kesebilesiniz. Ve ben size para ödeyebileyim bana ceza kestiğiniz için. Ödeyebileyim ki polis teşkilatının her sene kuruluş yıl dönümlerinde düzenlediği balolarda ikram edilecek kuru pasta ve limonataların ücretleri de bu vesileyle ödenebilsin. Yani o kemer orada olmasa neyi takmayabileceğim ben, söyler misiniz?
TAKSİCİ: Afiyet olsun memur bey. Gurur duyuyoruz, nice yıllara. (eliyle, desteklercesine bir hareket yapar)
POLİS MEMURU: Pekala senin dediğin gibi olsun. (ceza makbuzunu uzatır) 80 boliviano.
KLAUS EISEN: Bugün gerçekten de hayli masraflı oldu.
TAKSİCİ: Görüyorsunuz değil mi? Devletimiz ne kadar da gözetiyor vatandaşını. Vatandaşın canını vatandaşın kendisinden daha çok önemsiyor. İnsanlar ölmesin diye kural koyuyor.
KLAUS EISEN: "Kurallar yalnızca kendi kararlarını veremeyen aptallar için bir kılavuzdur."
TAKSİCİ: (anlamaya çalışmayarak) Allah başımızdan eksik etmesin.
KLAUS EISEN: Kılavuz dediniz de aklıma geldi. Bir karga beslemişliğim olmuştu bundan uzun yıllar önce, belki bindokuzyüzix tarihinde, ki hiç sevmem kadından başka canlıyı, değil mevzubahis olsa bile pis kargalar. Kanlıca'da ikamet ettiğimiz zamanlardı ki hayatım boyunca Ankara’da bulunmadım antiparantez ve babam bazı akşamlar eve geç gelirdi bu zamanlarda. Gelirdi dedimse yetmiş iki saat kadar filan gecikirdi altı üstü, gelirdi ama, ennihayetinde gelirdi yani. Babam uzun yol şoförü veya nakliyatçısı sayılmazdı. Gece bekçisi asla değildi. Boyu uzundu elbette anneme nazaran ama bu şart-ı vaziyetler altında aynı yatağı paylaşmaları pek mümkün görünmüyordu annemin fikrince. Ki paylaştıkları da söylenemezdi nitekim. Belli ki babamın fikri de bu yöndeydi ki annemin bunu dile getirmesinin ertesi akşamı yine eve geç geldi kanımca. Tek celse sonbahar ayrılıkları neredeyse hiç ses getirmedi civarda. Sanki hiç birlikte değillermiş gibi oldu. Yakın akrabalarımız bile ertesi sene öğrendi annem ile babamın küs yapıp bozduğunu, bir başka ismieşittirboşluk akrabamızın düğününe yalnız gitmesi vesilesiyle annemin. Annem güzel bir kadındı, haliyle evlendi üç beş ay sonra. Babamın geç gidecek evi bile kalmamıştı nicht mehr, nicht langer. Kendi annem ile kendi babamın beraber yaptıkları ilk çocuk olduğuma ve boşandıkları esnada annem herhangi müstakbel kardeşimi taşımadığına göre karnında, haliyle son çocukları da oluverdim. Baktım bu işler kargayla filan olacak gibi değil, gittim bir tavşan çaldım ormanın en turkuaz köşesinden. Aslında çalmak değildi niyetim tavşanı, lakin orman bir insan hatta bir tavşan tüccarı değil ki para ödeyip alabileyim bu hayvanı. Hem bir tomar para versen ne fark eder, orman ormandır neticede. Ne bir ayakkabı alabilir kendine, ne de üç tekerlekli bir bisiklet. Her gün havuç yedirdim hem de üç öğün gündüz gece ve bir de isim koydum tavşana, adı Marilyn. Sonra öğrendim üst mahalledeki Ayla’dan, tavşan meğer erkekmiş. Bütün Marilynmatik duygularım kaybolup uçuverdi bir anda yüreğimden. İçimdeki bütün sarı saçlı kadınları rafa kaldırdım önce, sonra benzin döküp yaktım. Ertesi akşam altmışikisinden kestim tavşanı ve bir güzel yedim afiyetle. İnsan evladını yer mi, demeyin. Ben yedim işte.
POLİS MEMURU: (sert bir dille) Kimliğini alayım dostum.
TAKSİCİ: Bu da mı Amerikanca?
KLAUS EISEN: Sanırım en başa kadar gitmek gerekecek.
TAKSİCİ: Daha da mı eskiye?
KLAUS EISEN: Evet. Plasentaya kadar.
YÖNETMEN: Tamam öyleyse. Diğer sahneyi alalım. Hazır. Ve motor.
KLAUS EISEN: Ben Eisengiller’den üçüncü Klaus, yirminci yüzyılın en mütecaviz dönemlerinden birinde, dünya denen gezegende doğdum, sanki birinin ırzına geçiyormuşçasına ve en üstte hangi tabaka varsa işte. Batı Anadolu'yu ve haliyle Doğu Avrasya'yı evim saydım doğduğum yılın ertesi haziranında, ilk donuma işeyişim de vuku buldu benzer bir kara parçasında. Annem Alman, babam Alman gibi Türk. Her ne kadar her ikisi de hala benim annem ve babam olarak adlandırılıyor olsalar da tarafımdan, birbirilerinin karısı veya kocası değiller hali vaktiyle. Başka adamları koca, başka kadınları karı belleyip bellemediklerine dair bir fikrim de bulunmamaktadır ayrıca.
İBRAHİM REFET BELE: Ben, bin sekiz yüz seksen bir yılında, Selanik’te doğdum. Annem Emine Adviye Hanım, babam Mehmet Servet Bey'dir.
TAKSİCİ: Hiç yeri ve sırası değil paşam.
KLAUS EISEN: Gayet Terakkiperver bir Cumhuriyet Fırkası. Kaybolunuz.
İBRAHİM REFET BELE: Vatan kurtaracaktık.
POLİS MEMURU: Aman paşam. Lütfen.
KLAUS EISEN: Birçok adını hatırlayamadığım okula gittim sırasıyla. Hepsinde aynı harfleri öğrendim, sanki farklıymışçasına. Önce hıristiyan okuluna gittim, hayatımın hiçbir anında hıristiyan olmadığım halde. Sonra bir yaz tatilinde kuran kursuna gönderdi babaannem, istifa ettim müslümanlıktan kuran kursunda. Dizdim karşıma bütün peygamberleri, çektim vurdum gözümü kırpmadan. Ne taş eden oldu, ne ateş eden. Bir yaz akşamı aşık oldum, askerden geldiğim bir dönemde. Yine bir yaz akşamı vazgeçtim aşık olmaktan. Firuze, ilkokulda okulun en güzel kızıydı ama büyüdükçe şişmanlaştı diğer her okulun en güzel kızları gibi. Talihsiz bir başkalaşım oldu bu. Bir gün beş galon kadar sarhoştum, sarhoşluğun birimini icat ettim, çok salak bir patent, ayıptır söylemesi bir de dans ettim, ayaklarımı bir belediyenin sosyal tesislerinden kiralayarak. Sonra büyüdüm, büyüdükçe bir manası olmadığını fark ettim büyümenin. Büyüyünce adam öldürdüm, belki adını bile bilmediğim. Kıyafetleriyle gömdüm bazı insanları toprağa. Gittim elimi yıkadım, tütün kolonyasıyla. Geçti. Geçtiğimiz yıllarda, belki üç belki beş sene kadar önce, acaba bıyık bıraksam mı, diye düşündüm. Henüz karar vermiş değilim buna.
POLİS MEMURU: (Klaus Eisen’ın uzattığı parayı alır) Bence bırakma.

Taksi yeniden hareket eder yağlı ve kaygan asfaltta kaldığı yerden ve yavaşça vites büyüterek.

DIŞ SES: (radyodan) "...ekmeğe gelen zamlardan sonra mevcut hükümeti protesto etmek amacıyla Büyük Meydan Katedrali'nin önünde toplanan Bolivya halkına polis güçleriyle müdahale edildi. Olaylarda ölen ya da yaralanan olmadı. Hükümet kanadından yapılan açıklamada, halkın tepkisinin dikkate alınacağı, gerekli düzenlemelerin en kısa sürede gerçekleştirileceği duyuruldu."
TAKSİCİ: Radyo rahatsız ediyorsa kapatabilirim efendim.
KLAUS EISEN: Kapat.
TAKSİCİ: Bolivya’da katedral mi varmış?
KLAUS EISEN: Yok muymuş?
TAKSİCİ: Bilmem. Bolivya’da bulunmuşluğum yok ki.
KLAUS EISEN: Benim de yok. Gerçi benim Ankara'da bulunmuşluğum da yok ama katedral olmadığını biliyorum.
TAKSİCİ: Ankara’da katedrale ihtiyaç yok zaten.
KLAUS EISEN: Neye ihtiyaç var Ankara’da?
TAKSİCİ: (biraz düşünür) Suya.

Taksi az sonra Barbaros Bulvarı yakınlarında durur.

TAKSİCİ: On bir lira efendim.

Klaus Eisen, cebinden on lira çıkartıp taksiciye uzatır. İnmeye yeltenir. Taksici uyarır.

TAKSİCİ: Bir lira yok muydu?

Klaus Eisen derin bir nefes alır. Göğüs kafesi büyür ve küçülür. Cebinden çıkardığı altıpatların mermi yuvasını açar ve kontrol eder. İçinde üç tane mermi olduğunu görür. Yüzde elli. Hazneyi kapatır ve rastgele çevirir. Silahı kafasına dayar sonra ve hiç tereddüt etmeden tetiği çeker.