Yedinci
Nüsha: ‘Düşüş’
Süt gibi beyazdım. Ben aslında kendi kendine çalan
temiz ve yalnız bir sazdım. Tornavidayla açıldı kapağım ve kurcalandı içim,
bazı eksik parçalarım olduğu anlaşıldı ve teşhis konuldu: hayatta kalması bir
mucize, bu bir mucize hem de o biçim. Cennetten yeryüzüne gönderilmiş bir
meleğin izdüşümü gibi güzelsiniz sayın bayan ve her bir dokunuşunuz, temasınız;
ağzınızdan çıkan ve hatta aklınızdan geçen her bir kelime o kadar düzeltici ve
o kadar yerine getirici ki; gülüşünüz cuma günleri beslenme çantasındaki ekmek
arası patates kızartması gibi, gözlerinizin içi bir yunus balığının dalgalarla
dansı gibi büyüleyici. Siz bir de benim kalbimin içini görseniz, soğuk
havalarda bir de başıma çorap örseniz, hiç de fena olmaz bir konu; belki
yeltenirsem sizi öpmeye bir bahane sayarım artık bunu. Hiç sevmem eksi on
beşleri. Dans etmeyi bilmediğimi ilan etmiştim oysa, bir oturuşta iki şişe
şarap içmiştim bir akşam, varlığınız eksik parçalarımı o kadar güzel tamamladı
ki, dans bile ettim hoş gelmişliğinizle; yüzümün kıvrımları eğrelti otlarının
kokusu ve meşe palamudunun gölgesinde, kendimi kaybetmemeye yemin etmiştim
insan eti yiyenlerin bölgesinde. Kaybettim. Çünkü çocuktum bütün büyüklüğüme
inat, paçalarım çamurlu bir biçimde ve hangi çocuk kaybetmez ki kendini,
şekerlerle dolu bir bahçenin içinde. Kustum. Ben hep konuşma sıram geldiği
zaman sustum. Gelişinizi anlatsam dört ciltlik roman olur, gelişiniz bir menekşe
gibi mor, gelişiniz derimin altında saklanan mavi bir kuşun yaşama direnci, gözlerinizi
gözlerimde görüyorum, avuç içlerim kalbinizden artanları toplayan aksak bir
dilenci… Bir de gidişiniz var sahi, köpeklerin mezar taşlarına işemesi gibi,
kalbim dayanamaz buna, ölüyorum; müsaadenizle bu konuyu böylelikle tam ortadan
ikiye bölüyorum. Bazı sokakların girişinde polis arabaları görülür, sürülür
adalete olan inancımız alnımıza bir leke gibi ve sanırım ki polis arabalarının
farları hiç kapanmaz, bu şehrin bazı akşamlarında siren sesleriyle yaşanmaz ve
birden bire çalınır kapımız. Doğrusunu söylemek gerekirse, polislerle iyi
değildir aramız. Ben bazen evde yok muyum? Bir şüphe. İşte tepeden yuvarlanmaya
başlayan bir kar tanesi. Bütün iç organlarım sabıkalı ve gözaltı torbalarımın
bir bahanesi yok artık. Evet, aklım su gibi akışkan, ciğerim cıva gibi yoğun.
Bir ateş çaksalar nefesime, oracıkta yanar kül olurum. Aslında bir suçum yok
hakim bey, ben Sadri Alışık filmleri izleyerek büyüdüm, yeri geldi tek başıma -küçük
kırmızı kalbimle birlikte- Beyoğlu’ndan Viyana’ya bir seferde yürüdüm, bütün
incelikler omuzlarımda bir apolet gibi yerli yerinde, yakamda beyaz bir mendil
bile var, lütfen beni anlayın, eğer dinlerseniz söyleyecek bir çok sözüm var. Dinleriz.
İşte hepsini unuttum hakim bey; biliyorsunuz, futbol müsabakalarında kaybeden
tarafı tutarım ben hep, ezilmeye alışık kalbim oracıkta söker atar vücudumdan
bütün kompozisyonları, böbreğimin tekini açık artırmayla satıyorum böylece ve
masaya yatırmaya gerek bile duymuyorum tartışmalı pozisyonları. İngilizlerin uydurduğu
bu inceliklerle yaşayabilmek mümkün değil hakim bey. Çünkü fazlasıyla tiyatral
ve son derece yapmacık. Çünkü sadece bir tane dünya ve yaşayabileceğimiz
yalnızca bir tane hayatımız var hakim bey. Bakmayın kutsal kitapların tutarsız
ve gayet bencil vaatlerine; siz hiç cennete gitmek için ölen bir rahip gördünüz
mü? Rahipler pazar günlerinden nefret ediyor ve hiçbiri riayet etmiyor
incilbilir mesai saatlerine. Kendi kendimize sorular icat ediyoruz. Sonra cevap
bulamıyoruz sorduğumuz sorulara. Kızıyoruz. İnsanlık birilerine kızmak için
bahane arıyor hakim bey umarsızca, insanlar sanıyor ki bilek güreşinde kazanan
taraf her zaman daha kuvvetli kabul ediliyor. Oysa bir çift göz, belki de sıcak
bir avuç içi, yetmiyor mu? Nereden geliyor bu kadar doyumsuzluğumuz? Benim
kalbim işte bu yüzden sıkışıyor sayın hakim, tam da bu sebepten okuyamıyorum
Gogol’ü; dizlerim tutmuyor, parmaklarıma bir uyuşma geliyor, nereye çevirsem
başımı siyah ve her yer kapkara; oksijen, benzin istasyonlarında satılıyor,
lanet olsun biri en az bin para ediyor… Ellerimin titremesini göstermedim mi
size, alnımdaki damarların rengini görmediniz mi, bak bunlar -gösterir-
kafatasımdan söküp getirdiğim cam kırıkları, siz hiç ölüyormuşsunuz gibi acı
çekmediniz mi? İç kanama değil bu hakim bey, ne kadar tükendiysem hepsini
etimden kemiğimden söküp attım; lütfen beni bir doktora gösterin hakim bey, dün
akşam adını söyleyemediğim bir otelde yattım. Ben aklımı seyyar bir eşantiyoncu
tezgahında bulunan bir bakır ibrik karşılığında sattım. Bunu duyan insanlar
alay ettiler benimle, hepsinin boynunu tek bir hamleyle ayırdım vücutlarından
hem de sadece tek bir elimle; çünkü bilmiyordum ki aklım pahada neye karşılık
geliyor, çünkü hakim bey siz bilmezsiniz, benim aklım bazen bir gidiyor ve çoğu
zaman bir gitti mi gelmiyor yeminle. Yorgo’nun kürkçü dükkanının karşısında
dikildim bir hafta, yedi gün boyunca eksiksiz, demeden hem de ne gündüz ne
gece; fakat ne Anjel’in bacak arasını gördü gözlerim, çıkmadı bile ağzımdan tek
bir hece. Eflatun tadında ayak basıyorum bütün kara parçalarına, ayağımda
markalı bir ayakkabı satılıyor küçük bir meblağ karşılığında; havalar soğuyunca
yine en çok ayaklarım üşüyor, pastırma sıcaklarının telaşıyla tanrıya inanasım
bile geliyor bazen, biliyorum ki Eflatun çırılçıplak doğuyor ve çıplak ayakla
ölüyor zaten. At yarışı bayilerinin dumanlı camlarının dışından geçen
kadınların bacaklarını seyrettim hakim bey ve itiraf etmeliyim ki hepsini
ısırdığımı hayal ettim sapıkça. Masallar anlattım. Rastgele boyadım duvarlarını
tavanı delik hayal dünyasının, zaman oldu bulutların üzerine çıktım, yeri geldi
bir kuyrukluyıldıza binip Paris’e gittim bir seferinde; elimde balonlarla
şarkılar söyledim, beyaz bir atlıkarınca üzerinde. Sırf bu sebepten dolayı şiir
ezberlemişliğim bile oldu doğrusunu söylemek gerekirse. Hakim beyciğim, esasında
ben oyunun bütün kurallarını ezbere biliyorum fakat kendimi kurallara uymaya
ikna edemiyorum, tutanaklarda yazılmıştı; benim başkaldıran bir ruhum var ve
kendi bildiğini okuyan, ben ne yazık ki aşk filmleri de seyredemiyorum,
gözyaşlarını adamın tam karaciğerine dokuyan. Çok kısa bir süre sonra, bütün
bedenim soğuktan buz kesmişken ve sıcak yaz günleri yalnızca pembe tatlı birer
hatırayken, ellerim kelepçelendi birden bire ve naylon bir sedyede açtım
gözlerimi. Hatırlıyorum, turuncu bir gökyüzü ve kahverengi bir cumartesi. Ağzı
maskeli adamlar, ellerinde eldiven ve kumaşı belli belirsiz, kalbimi sökmeye
geldiler sanırım; doktor değil bunlar hakim bey, doktor olsalar muhakkak
tanırım. Bir uçağa bindirildim sonra. Belki de jet; acil durumsal vakalarda
kullanılan çok özel teçhizatlı muhteşem teknoloji ürünü süper hızlı bir hava
aracı işte. Daha önce havada uçmuşluğum olmadığı için hiç biri farklı değil
benim gözümde; tamamı bambaşka maksatla üretilmiş olsa da esasında özünde.
Gözlerimi bağladılar, sanki gözlerimi bağlarken bir yandan da sessizce
ağladılar. Bilmiyorlardı ki ben gözlerim bağlıyken de görebiliyorum, ben
aslında damarlarımda dolaşan bütün alkolü kuru bir toprağa gömebiliyorum.
Burası neresi? “Vanilya Gezegeni’ne Hoşgeldiniz!” Hoşbuluyorum.
Koluma bir iğne saplıyorlar ve uyandığımda fark edeceğim üzere uzun bir süre
kayboluyorum, başkaldırıyorum düzene . Başım kuyrukluyıldız. Bir rüya.
Uyanıyorum sonra. Nerede kaldığımı bulmaya çalışırken bir yandan zamanı
kaçırıyorum avuçlarımın arasından, düz bir şekilde doğrulamıyorum ve canım
acıyor, en güzel hatıralarımın yarasından. Balkon demirleri paslanmış. Çorap
giymiyorum ayaklarıma. Hükümsüzdür, güneşte kızaran yüzüm. Bu mevsimde bu kadar
soğuk mu oluyordu hava, hatırlamıyorum. Sizin adınıza bir oyun yazacağım ve
adımı tarihin karanlık dönemine altın harflerle kazıyacağım. Acıyarak
hatırlayacak insanlar beni. Okullarda ders olarak öğretileceğim çocuklara. Gökyüzü
şimdi, hüzünlü bir hikayenin sonu gibi karanlık, yıldızlar yağmur bulutlarının
ardına gizlenmiş öylece bekliyorlar; çünkü dünya döndükçe oynanacak bu sahne ve
onlar ki bütün ambulans sirenlerini birbirine ekliyorlar. Kalbim acıyor. Boşluk.
Düşünüyorum. Çünkü düşünmeyi marifet sanıyorum. Rüzgar, saçlarımın içindeki bir
şarkı şimdi, ve saçlarımı karayel rüzgarıyla tarıyorum. Ben bir zamanlar süt
gibi beyazdım, oturdum kendi yalnızlığıma bir şarkı yazdım. Düşüyorum. Ben
düşmeyi yeni yeni öğreniyorum. Başım ağrıyor biraz da. Bir ışık. Düşüyorum. Sanki abrakadabra.
***
Venala Bretma es monte bone ('Vanilya Gezegeni’ne hoş
geldiniz', Türkçe. 'Welcome to Vanilla Planet', İngilizce.) Saatine baktı.
Yaklaşmış olmalıydılar. Giyebileceği en güzel giysilerini giydi üzerine.
Dişlerini fırçaladı ve az sonra yola koyuldu. Güneş neredeyse yoktu ve hava
soğuk sayılırdı ancak kan dolaşımı o kadar hızlıydı ki, kalın botlarının içinde
ayakları terlemeye başlamıştı bile. Az sonra oradaydı.
***
Yapılan
araştırmalara göre git gide diğer gezegenlere benzemeye başlıyordu Vanilya
Gezegeni. Talihsizce ve ne yazık ki. Vanilya Gezegeni kutsal kitapların cennet
tasvirleri gibi bir yer olmalıydı Ulu Manitu’nun fikrince; herkesin mutlu
olduğu, bütün bahçelerdeki çiçeklerin dört mevsim boyunca canlı kaldığı,
denizlerin mavisinin bile bir başka olduğu. Olmadı. Yine de önemlidir, siz bir
kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, yedinci nüshasıdır. Kim
bilir, belki son olacaktır.
No comments:
Post a Comment