Dec 1, 2014

Preis: Yedinci Nüsha, 'Düşüş'

Yedinci Nüsha: ‘Düşüş’

Süt gibi beyazdım. Ben aslında kendi kendine çalan temiz ve yalnız bir sazdım. Tornavidayla açıldı kapağım ve kurcalandı içim, bazı eksik parçalarım olduğu anlaşıldı ve teşhis konuldu: hayatta kalması bir mucize, bu bir mucize hem de o biçim. Cennetten yeryüzüne gönderilmiş bir meleğin izdüşümü gibi güzelsiniz sayın bayan ve her bir dokunuşunuz, temasınız; ağzınızdan çıkan ve hatta aklınızdan geçen her bir kelime o kadar düzeltici ve o kadar yerine getirici ki; gülüşünüz cuma günleri beslenme çantasındaki ekmek arası patates kızartması gibi, gözlerinizin içi bir yunus balığının dalgalarla dansı gibi büyüleyici. Siz bir de benim kalbimin içini görseniz, soğuk havalarda bir de başıma çorap örseniz, hiç de fena olmaz bir konu; belki yeltenirsem sizi öpmeye bir bahane sayarım artık bunu. Hiç sevmem eksi on beşleri. Dans etmeyi bilmediğimi ilan etmiştim oysa, bir oturuşta iki şişe şarap içmiştim bir akşam, varlığınız eksik parçalarımı o kadar güzel tamamladı ki, dans bile ettim hoş gelmişliğinizle; yüzümün kıvrımları eğrelti otlarının kokusu ve meşe palamudunun gölgesinde, kendimi kaybetmemeye yemin etmiştim insan eti yiyenlerin bölgesinde. Kaybettim. Çünkü çocuktum bütün büyüklüğüme inat, paçalarım çamurlu bir biçimde ve hangi çocuk kaybetmez ki kendini, şekerlerle dolu bir bahçenin içinde. Kustum. Ben hep konuşma sıram geldiği zaman sustum. Gelişinizi anlatsam dört ciltlik roman olur, gelişiniz bir menekşe gibi mor, gelişiniz derimin altında saklanan mavi bir kuşun yaşama direnci, gözlerinizi gözlerimde görüyorum, avuç içlerim kalbinizden artanları toplayan aksak bir dilenci… Bir de gidişiniz var sahi, köpeklerin mezar taşlarına işemesi gibi, kalbim dayanamaz buna, ölüyorum; müsaadenizle bu konuyu böylelikle tam ortadan ikiye bölüyorum. Bazı sokakların girişinde polis arabaları görülür, sürülür adalete olan inancımız alnımıza bir leke gibi ve sanırım ki polis arabalarının farları hiç kapanmaz, bu şehrin bazı akşamlarında siren sesleriyle yaşanmaz ve birden bire çalınır kapımız. Doğrusunu söylemek gerekirse, polislerle iyi değildir aramız. Ben bazen evde yok muyum? Bir şüphe. İşte tepeden yuvarlanmaya başlayan bir kar tanesi. Bütün iç organlarım sabıkalı ve gözaltı torbalarımın bir bahanesi yok artık. Evet, aklım su gibi akışkan, ciğerim cıva gibi yoğun. Bir ateş çaksalar nefesime, oracıkta yanar kül olurum. Aslında bir suçum yok hakim bey, ben Sadri Alışık filmleri izleyerek büyüdüm, yeri geldi tek başıma -küçük kırmızı kalbimle birlikte- Beyoğlu’ndan Viyana’ya bir seferde yürüdüm, bütün incelikler omuzlarımda bir apolet gibi yerli yerinde, yakamda beyaz bir mendil bile var, lütfen beni anlayın, eğer dinlerseniz söyleyecek bir çok sözüm var. Dinleriz. İşte hepsini unuttum hakim bey; biliyorsunuz, futbol müsabakalarında kaybeden tarafı tutarım ben hep, ezilmeye alışık kalbim oracıkta söker atar vücudumdan bütün kompozisyonları, böbreğimin tekini açık artırmayla satıyorum böylece ve masaya yatırmaya gerek bile duymuyorum tartışmalı pozisyonları. İngilizlerin uydurduğu bu inceliklerle yaşayabilmek mümkün değil hakim bey. Çünkü fazlasıyla tiyatral ve son derece yapmacık. Çünkü sadece bir tane dünya ve yaşayabileceğimiz yalnızca bir tane hayatımız var hakim bey. Bakmayın kutsal kitapların tutarsız ve gayet bencil vaatlerine; siz hiç cennete gitmek için ölen bir rahip gördünüz mü? Rahipler pazar günlerinden nefret ediyor ve hiçbiri riayet etmiyor incilbilir mesai saatlerine. Kendi kendimize sorular icat ediyoruz. Sonra cevap bulamıyoruz sorduğumuz sorulara. Kızıyoruz. İnsanlık birilerine kızmak için bahane arıyor hakim bey umarsızca, insanlar sanıyor ki bilek güreşinde kazanan taraf her zaman daha kuvvetli kabul ediliyor. Oysa bir çift göz, belki de sıcak bir avuç içi, yetmiyor mu? Nereden geliyor bu kadar doyumsuzluğumuz? Benim kalbim işte bu yüzden sıkışıyor sayın hakim, tam da bu sebepten okuyamıyorum Gogol’ü; dizlerim tutmuyor, parmaklarıma bir uyuşma geliyor, nereye çevirsem başımı siyah ve her yer kapkara; oksijen, benzin istasyonlarında satılıyor, lanet olsun biri en az bin para ediyor… Ellerimin titremesini göstermedim mi size, alnımdaki damarların rengini görmediniz mi, bak bunlar -gösterir- kafatasımdan söküp getirdiğim cam kırıkları, siz hiç ölüyormuşsunuz gibi acı çekmediniz mi? İç kanama değil bu hakim bey, ne kadar tükendiysem hepsini etimden kemiğimden söküp attım; lütfen beni bir doktora gösterin hakim bey, dün akşam adını söyleyemediğim bir otelde yattım. Ben aklımı seyyar bir eşantiyoncu tezgahında bulunan bir bakır ibrik karşılığında sattım. Bunu duyan insanlar alay ettiler benimle, hepsinin boynunu tek bir hamleyle ayırdım vücutlarından hem de sadece tek bir elimle; çünkü bilmiyordum ki aklım pahada neye karşılık geliyor, çünkü hakim bey siz bilmezsiniz, benim aklım bazen bir gidiyor ve çoğu zaman bir gitti mi gelmiyor yeminle. Yorgo’nun kürkçü dükkanının karşısında dikildim bir hafta, yedi gün boyunca eksiksiz, demeden hem de ne gündüz ne gece; fakat ne Anjel’in bacak arasını gördü gözlerim, çıkmadı bile ağzımdan tek bir hece. Eflatun tadında ayak basıyorum bütün kara parçalarına, ayağımda markalı bir ayakkabı satılıyor küçük bir meblağ karşılığında; havalar soğuyunca yine en çok ayaklarım üşüyor, pastırma sıcaklarının telaşıyla tanrıya inanasım bile geliyor bazen, biliyorum ki Eflatun çırılçıplak doğuyor ve çıplak ayakla ölüyor zaten. At yarışı bayilerinin dumanlı camlarının dışından geçen kadınların bacaklarını seyrettim hakim bey ve itiraf etmeliyim ki hepsini ısırdığımı hayal ettim sapıkça. Masallar anlattım. Rastgele boyadım duvarlarını tavanı delik hayal dünyasının, zaman oldu bulutların üzerine çıktım, yeri geldi bir kuyrukluyıldıza binip Paris’e gittim bir seferinde; elimde balonlarla şarkılar söyledim, beyaz bir atlıkarınca üzerinde. Sırf bu sebepten dolayı şiir ezberlemişliğim bile oldu doğrusunu söylemek gerekirse. Hakim beyciğim, esasında ben oyunun bütün kurallarını ezbere biliyorum fakat kendimi kurallara uymaya ikna edemiyorum, tutanaklarda yazılmıştı; benim başkaldıran bir ruhum var ve kendi bildiğini okuyan, ben ne yazık ki aşk filmleri de seyredemiyorum, gözyaşlarını adamın tam karaciğerine dokuyan. Çok kısa bir süre sonra, bütün bedenim soğuktan buz kesmişken ve sıcak yaz günleri yalnızca pembe tatlı birer hatırayken, ellerim kelepçelendi birden bire ve naylon bir sedyede açtım gözlerimi. Hatırlıyorum, turuncu bir gökyüzü ve kahverengi bir cumartesi. Ağzı maskeli adamlar, ellerinde eldiven ve kumaşı belli belirsiz, kalbimi sökmeye geldiler sanırım; doktor değil bunlar hakim bey, doktor olsalar muhakkak tanırım. Bir uçağa bindirildim sonra. Belki de jet; acil durumsal vakalarda kullanılan çok özel teçhizatlı muhteşem teknoloji ürünü süper hızlı bir hava aracı işte. Daha önce havada uçmuşluğum olmadığı için hiç biri farklı değil benim gözümde; tamamı bambaşka maksatla üretilmiş olsa da esasında özünde. Gözlerimi bağladılar, sanki gözlerimi bağlarken bir yandan da sessizce ağladılar. Bilmiyorlardı ki ben gözlerim bağlıyken de görebiliyorum, ben aslında damarlarımda dolaşan bütün alkolü kuru bir toprağa gömebiliyorum. Burası neresi? “Vanilya Gezegeni’ne Hoşgeldiniz!” Hoşbuluyorum. Koluma bir iğne saplıyorlar ve uyandığımda fark edeceğim üzere uzun bir süre kayboluyorum, başkaldırıyorum düzene . Başım kuyrukluyıldız. Bir rüya. Uyanıyorum sonra. Nerede kaldığımı bulmaya çalışırken bir yandan zamanı kaçırıyorum avuçlarımın arasından, düz bir şekilde doğrulamıyorum ve canım acıyor, en güzel hatıralarımın yarasından. Balkon demirleri paslanmış. Çorap giymiyorum ayaklarıma. Hükümsüzdür, güneşte kızaran yüzüm. Bu mevsimde bu kadar soğuk mu oluyordu hava, hatırlamıyorum. Sizin adınıza bir oyun yazacağım ve adımı tarihin karanlık dönemine altın harflerle kazıyacağım. Acıyarak hatırlayacak insanlar beni. Okullarda ders olarak öğretileceğim çocuklara. Gökyüzü şimdi, hüzünlü bir hikayenin sonu gibi karanlık, yıldızlar yağmur bulutlarının ardına gizlenmiş öylece bekliyorlar; çünkü dünya döndükçe oynanacak bu sahne ve onlar ki bütün ambulans sirenlerini birbirine ekliyorlar. Kalbim acıyor. Boşluk. Düşünüyorum. Çünkü düşünmeyi marifet sanıyorum. Rüzgar, saçlarımın içindeki bir şarkı şimdi, ve saçlarımı karayel rüzgarıyla tarıyorum. Ben bir zamanlar süt gibi beyazdım, oturdum kendi yalnızlığıma bir şarkı yazdım. Düşüyorum. Ben düşmeyi yeni yeni öğreniyorum. Başım ağrıyor biraz da. Bir ışık. Düşüyorum. Sanki abrakadabra.

***

Venala Bretma es monte bone ('Vanilya Gezegeni’ne hoş geldiniz', Türkçe. 'Welcome to Vanilla Planet', İngilizce.) Saatine baktı. Yaklaşmış olmalıydılar. Giyebileceği en güzel giysilerini giydi üzerine. Dişlerini fırçaladı ve az sonra yola koyuldu. Güneş neredeyse yoktu ve hava soğuk sayılırdı ancak kan dolaşımı o kadar hızlıydı ki, kalın botlarının içinde ayakları terlemeye başlamıştı bile. Az sonra oradaydı.

***

Yapılan araştırmalara göre git gide diğer gezegenlere benzemeye başlıyordu Vanilya Gezegeni. Talihsizce ve ne yazık ki. Vanilya Gezegeni kutsal kitapların cennet tasvirleri gibi bir yer olmalıydı Ulu Manitu’nun fikrince; herkesin mutlu olduğu, bütün bahçelerdeki çiçeklerin dört mevsim boyunca canlı kaldığı, denizlerin mavisinin bile bir başka olduğu. Olmadı. Yine de önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, yedinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

No comments:

Post a Comment