Dec 24, 2013

Fidelio

Telefonun ahizesini yuvasına yerleştirdi. Belli belirsiz yutkundu. Gece lambasının karanlığa meyilli aydınlığında öylece tavana bakıyordu şimdi. Görebildikleri oldukça sınırlıydı. Mühim olan göremedikleriydi. Göremedikleri, görebildiklerinden arta kalanlar değildi kesinlikle. Bu bir yanılsama da değildi. Sarhoş sayılmazdı. Yalnızca ağzında ekşi bir tat, kasıklarında ince bir sızı vardı. Her iki ayağının baş ve işaret parmaklarını dövüştürmekten herhangi bir zevk alıyor muydu bilinmez, saatin gece yarısını çoktan geçtiğinin farkında değildi. Ayak tırnaklarına kırmızı oje sürülüydü. Ahmet aslında hiç sevmezdi. Onun sevmiyor olması, Ç.'nin bu eylemi uygulamaya geçirmesine engel bir sebep değildi demek ki. Demek ki kurallar oyuna göre biçimlendirilmemişti. Demek ki perdenin inişi tüketilmiş duyguların bir yansımasıydı. Sırtı hala terli sayılırdı. Uyumamak için bir çaba sarf ediyor muydu? Tam olarak değil. Ağlaması mı gerekiyordu? Beklemek, neyi olduğu fark etmeksizin, şu durumda herhangi bir işe yarayabilir miydi? Yarın günlerden neydi? Ne olacaktı? Yarın olunca, dünden farklı ne yaşayacaktı? Peki, şimdi, bu durumda ne yapmalıydı? Telefonun hiç çalmamış olmasını tercih ederdi.

Yerinden kalktı, terliklerini giydi. Pikaba, rafın tozlu bir bölmesinden çekip çıkardığı “Small Change”i özenle yerleştirdi. Yapması gereken bu olmayabilirdi. Küçük elmas kesitini kırk beşlik diskle birleştirdi. Doğru yeri bulması kaçınılmazdı. Biçimsiz bir cızırtının ardından çevrildi sol anahtarı ve notalar birer birer dökülmeye başladı odanın orta yerine. Sonra devam etti: ”But it's just an invitation to the blues...” Gece lambasını kapatmayı düşündü. Vazgeçti. Gözü, sehpanın üzerindeki şarap şişesine takıldı. Şişenin yere düşmüş mantarını aldı, sehpanın üzerine koydu. Odanın girişine doğru yürüdü. Karanlık koridorun diğer ucundaki banyonun kapısını gözetledi. Geri döndü. Yeniden girdi yatağa. Telefon, komodinin üzerinde öylece duruyordu. Neredeyse tek odalı bu küçük evin bütün işlevsel materyalleri aynı ortak paydada birleşiyordu ister istemez. Fakat ne yazık ki telefon denilen cihaz, bir şekilde çalmaya müsait olarak tasarlanmıştı bir zamanlar.

Banyodan duyulan suyun sesi kesildi ve birkaç dakika sonra Ahmet, koridorun derinliklerinden sıyrılıp, odaya adım attı.

“Bryant’ı yine McKie’yle savunmuşlar.”
“…”

McKie’nin nasıl bir savunmacı olduğunu anlayacak kadar ilgili değildi aslında. Duyguları, küçük adam ve arkadaşlarının işi bu noktaya kadar getirmişken, büyük hedefi vurabilmeleri yönündeydi. Onu mutlu edecek olan buydu. Düz bir adamdı, basit. Fakat 76’ers’ın işi şimdi hayli zordu. Mutombo’nun başı 'büyük' dertteydi, Bryant’ın eli ise gayet sıcak.

İnce beyaz havlusu beline sarılıydı. Yarı çıplak ve tam ıslak bir şekilde yatağa doğru yöneldi. Ahşap parke kaplı zemine çıplak ayakla basmaktan hoşlanmazdı. Parmak uçlarında yürümeyi tercih etti bu yüzden. Yeniden Ç.’ye sokuldu, omzundan öpmeye niyetlendi. “Islaksın” dedi Ç., Ahmet ıslaktı. Üstelik bazı durumlardan haberdar değildi henüz.

Kafasını kaldırdı, yataktan çıktı. Waits’i pek sevmezdi. Yüzüne küçük bir memnuniyetsizlik ifadesi yerleştirdi. Ç. bunu fark etmedi bile. Beline sarılı havluyu çıkardı, bütün vücudunu kuruladı. Kurulanırken Ç.’nin, kıçını dikizlediğini zannediyordu. Eski donlarından birini giydi ve yeniden yatağa girdi.

“Ratko bir şey dedi mi?”

Talihsizce sarf etmişti bunu Ahmet. Değişik bir hikayeydi.

Ratko, hayatına girdiğinde Ahmet Ankara’dan dönüyordu. Otobüs gecenin karanlığını yararak ilerlerken, omzuna dokunan bir el uyandırmıştı aniden Ahmet’i. Yan koltukta, ocak ayının dondurucu soğuğuna meydan okurcasına belinden yukarısı çıplak bir şekilde Ahmet’in gözlerinin içine bakan dev adamın adıydı Ratko. “Daha sessiz uyuyamaz mısınız?” dedi. “Uyumuyorum gibiydi sanki.” dedi Ahmet. Oysa uyuyordu. Hatta hala tam olarak uyandığı söylenemezdi. Ratko, Ahmet’in kulağına doğru yanaştırdı dudaklarını ve kendisinin bile dışarıdan duyulduğuna emin olamayacağı kadar kısık bir sesle konuştu: “Şimdi gözlerini bir kez daha kapa ve sakın açma!” Ahmet gözlerini kapadı, sanki bu eylemle ilişkili olarak yapmak zorundaymış gibi düşünerek sesini de çıkarmadı. Gözünü her kapayışında gördüğü manzara bir diğerinden farklıydı. Farklı olduğu kadar da anlamsız. Oysa hiç ayrılmamıştı kirpikleri birbirinden. Ratko bu kez duyulurluğuna emin olarak konuştu: “En son ne zaman sarhoş oldun?” Cevaplanması gayet basit bir soruydu bu: “Bu sabah!” Ahmet göremese de Ratko, hayır dercesine başını salladı. “Yaklaş bana.” Ahmet tedirgin olmaya başlamıştı. Ratko oldukça uzun boylu, kirli sakallı, kabarık saçlı, çirkin; üstelik kıllarla kaplı çıplak bedeni ortada, değişik bir adamdı. Bir erkeğe bu denli yaklaştığı en son anı hatırlamaya çalıştı. Filmi, dört yaşındaki doğum günü partisine kadar geriye sardıysa da bir cevap bulamadı. Çaresiz, yaklaştı.

“Gözlerimin içine bak.”
“Sakın açma demiştin.”
“Açma zaten. Sadece bak.”

Kafası karışmaya başlamıştı. Tüm bunların dışında, aklına; İstanbul’a yaklaşmış olma temennisi hakimdi. Oysa aracın en son hangi şehirde mola verdiğini bile hatırlayamıyordu.

"Kimsin sen?"

Gittikçe daralan bir çemberin dibine çekiliyor gibiydi. Birbirinin içine geçmiş değişik kalınlıklardaki parlak halkaların karmaşıklığı, düşüncelerini takip edilemez kılıyordu. Farklı noktalardan kuvvetli flaşlar patlıyordu sanki. Sürekli bir şeyler yanıp sönüyordu. Geri planda yanan fakat sönmeyen birçok şey de vardı. İçinde bulunduğu durumdan kurtulmanın bir yolunu ararken, zihninde; yaşayacağı bir sonraki olayı düşünerek çıkış kapısını bulabileceği fikri canlanmıştı ancak sırası geldiğinde onu uygulamaya koymanın olanaksızlığı tüm ihtimalleri henüz düşünce aşamasında buharlaştırarak yok ediyordu. Gözünün içinden geçip ciğerlerine kadar uzanan parlak ışıklar, sık sık renk değiştiriyordu. Hayatına giren bütün kadınlar bir rengin geri planında Ahmet'e el sallıyordu. Berrin neden yeşildi? Saçları sarı olduğu için mi sarı rengin içerisindeydi Esra? Hepsi. Birçok kadın. Aralarında ismini hatırlayamadıkları bile vardı. Şu kırmızı kız bankadan mıydı? Konuşmayı denedi. Etraf siyaha boyandı. Beyazdan griye, griden siyaha doğru bir yolculuk gibi oldu bu durum. Feray'ı da gördü. Gözlerinin yeşilindeki parlaklığı hiçbir zaman söndüremeyen memnuniyetsiz suratı ve sert elmacık kemikleri siyah duvarların arasında net bir şekilde seçilebiliyordu. Etli dudakları da. Feray aynıydı. Ahmet aynı değildi. "Şimdi gitmem lazım." dedi Feray. Ahmet'in de diyecek bir sözü vardı muhakkak fakat ses tellerine komut gönderemiyordu şimdilik. Yavaşça eridi ve yok oldu siyah elbiseli, yeşil bakışlı Feray. Titreşimsiz ince bir boru sesi bütün bilinçaltını çınlatıyordu durmaksızın. Esaretin marşı. Birkaç saniye içerisinde siyah perde ortadan kalktı. Gittikçe daralan bir yolun ucunda dev bir bina gözüktü. Ahmet oraya doğru yürüdü. İnce uğultu aslında artık duyulmuyordu ama kulağının içinde kaynağından bağımsız olarak çınlamaya devam ettiği bir gerçekti. Binanın önüne kadar geldi. Kapının girişinde iri yarı, sert görünüşlü bir güvenlik görevlisi dikiliyordu. Ahmet bir kez daha konuşmayı deneyecekti: "İçeri girecektim." Görevli "Parolayı biliyor musun?" diye sorduğuna göre bu kez başarmıştı. Fakat kurması gereken sıradaki cümle son derece belirsizdi. Bu durumu bir şekilde çözmesi gerekiyordu. Parola neydi? Ratko olaya müdahale etti. Görünmeyen bir yerden, kulağına fısıldadı Ahmet'in, imdadına yetişti adeta: "Fidelio." Doğru ya, başka ne olabilirdi?

"Fidelio."
"Gelecek başka bir arkadaşın var mı?"
"Yok."
"Tamam. İçeride gördüklerini kimseye anlatma."
"..."

Ani bir frenle gözlerini açtı Ahmet. Başka bir gün anlatacaktı içeride gördüklerini. Çünkü içerisini başka bir gün görecekti. Yarım şişe tekila içtiği bir Prag gecesinin bulantılı sabahında. Bütün otobüs gecenin karanlığına uyandı çığlıklarla. Ratko’ya çevirdi başını. Otobüse bindiğinde selamlaştığı kasketli yaşlı adamla göz göze geldi. Ratko yoktu. İsminin Ratko olduğunu bile bilmiyordu henüz. Başka bir gün öğrenecekti. Midesindeki alkolün temizlenmesi için yatırıldığı bir hastanenin acil servis kliniğinde. “Eşhedü en la ilahe illallah.” dedi adam. “Evet amca, ilahe illallah.” Ucuz atlatılmış bir kazaydı. Otobüsün şoförü, uykusu kaçmış yolcuların serzenişleri arasında yeniden hareket ettirdi aracı ve yaklaşık iki saat sonra Kadıköy'e vardı Ahmet. Ratko o günden sonra neredeyse hiç yalnız bırakmadı Ahmet’i.

“Yine mi şu mesele?”
“Her neyse…”
“…”
“Canın mı sıkkın senin?”

Ç.’nin bu soruya verebileceği birçok cevabı vardı. İçlerinden en kötü olanını tercih etti:

“Hayır”

Normal şartlarda bu cevap “Evet, fena halde canım sıkkın.” dememin Ç.’cesiydi. Ne yazık ki Ahmet bu dili bilmiyordu. Bilmek, işine gelmiyordu belki de. Kendi bildiğini okumaya devam etti. Düz bir adamdı, basit. Ratko’nun tüm çabalarına rağmen, dünyayı değiştirecek herhangi bir adım atması beklenemezdi. Bu da Ratko’nun şanssızlığıydı. Kuponunu yanlış ata oynamıştı.

“Müziği kapatsam olur mu?”
“Elbette.”

Üşenmedi, bir kez daha kalktı. Pikabı susturdu. Sırtı yatağın baş tarafına dayalı bir şekilde oturuyordu Ç. İnce örtüyü üzerine çekerek yatağın diğer tarafına doğru uzaklaştı Ahmet.

“Uyuyacak mısın?”
“Evet.”
“Ben biraz daha içmek istiyorum.”
“Nereden çıktı şimdi?”
“…”
“Afiyet olsun.”

Ahmet, olanlardan habersizdi henüz.

Yaklaşık on dakika geçti. Yarısından fazlası içilmiş kadeh, üçüncüsüydü. Ç. derin bir nefes aldı. Söyleyecek bir şeyleri vardı. Ahmet fark etti bunu, umarım dinlemeye değerdir, diye geçirdi içinden. Çünkü uykuya çok yakındı. Yine başlıyoruz, bu alışık olduğu bir durumdu. “Dinleyecek misin?” Ahmet, sadece ünledi onaylamak için. Anlamlı bir kelime bile kurmadı. Ç. için bu kadarı yeterliydi. Tane tane konuştu neyse ki: “Bazen nesnelerin ve duyguların, zihnimdeki soyut ve somut değerlerini kaybettiği anlar oluyor. Normalde benim için önemli olması gereken durum ve olaylar, tam aksi vaziyetlere dönüşüp hiçbir şey ifade etmez ve herhangi bir değer taşımaz hale geliyor. Böyle olunca kendimi birtakım şeylere haksızlık ediyormuşum gibi hissediyorum. İşin kötü tarafı bu anlık bir yanılgı mı yoksa kalıcı bir özellik mi ayırt edemiyorum. Doğrusu, kendimin hangi durumun bir parçası olduğunu çözemiyorum.” Ahmet uyumak üzereydi. Kapanan gözlerini açık tutmaya çalışırken, bir yandan da kendisini konuya dahil edebileceği bir çıkış noktası bekliyordu. Gelmeyince dayanamadı. “Hepimize olur öyle. Her şarkı aynı duyguyu her zaman vermez nasılsa. Doğru anda doğru şarkıyı dinleyebilmek önemlidir.” Konuşmayı sonlandırma telaşı, kendisinden beklenmeyecek türde cümleler sarf etmesine sebep oluyordu. Oysa söylediklerinin ne manaya geldiğinin kendisi bile farkında değildi. Ç. istifini bozmadı. “Bu gibi durumlar bazı olağan dışı olaylara doğru tepki vermemi engelliyor. Öyle olunca ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. Gol olunca sevinmem mi gerekiyor? Deprem olunca dua etmem şart mı? Dondurmayı sevmeme hakkım yok mu? Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veren kim? Ben bir şeye karar verdiğim zaman neden toplum kesiminde aldığım kararın ve buna verdiğim tepkinin doğruluğu ve yanlışlığını süzgeçten geçirmek zorundayım? İnsanlar neden benim sergileyeceğim herhangi bir tutumun çıkarımını yapma gereği hisseder?” Hangi insanlar? Ne güzel uyuyacaktık, diye düşündü Ahmet; nereden çıktı şimdi bu? “Hatırla; ‘Greyfurt’un Anatomisi’nde evleri yandığında Alice, kardeşini değil de önce kendisini kurtarıp kaçtığında neden filmin kötü karakteri oluyor? Bu durumu yaratan ne?” Ahmet bu filmi ya hiç izlememişti ya da izlerken uyuyakalmıştı. Hatırlayamadı. Yavaşça koptu konudan. En son hatırladığı bir “baykuş” meselesi vardı sadece. Ne olduğunu bilmediği. Dinleyemedi daha fazla. Kız konuştu. Aslında konunun en önemli yerine en sonda gelecekti. Ahmet oyundan çıktı. Bilindik bir Leonard Cohen şarkısı mırıldanmaya başladı içinden. Zihninde Feray’ı dansa kaldırdı. Dakikalar geçti. Ç.’nin ağzından çıkan kelimelerin duraksadığı bir yerde araya girdi: “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu. Bitirmek mi istiyordu? “Yok” dedi Ç. kızgın bir şekilde; “Yapabileceğin hiçbir şey yok. Neyi yapabilirsin ki zaten? Dinlemeyi bile beceremiyorsun. Uyu. Başka ne işe yararsın ki?” Muhtemelen ağlamaya başlamıştı. Bu Ahmet’in beklemediği bir tepkiydi. İşin acı tarafı bir bakıma da haklıydı. Durumun bir şekilde kendisinde noktalanacağı aslında tahmin edilebilir bir ihtimaldi ama son söyledikleri biraz ağır olmuştu. Kriz anını iyi yönetmesi gerekiyordu. Vereceği yanlış bir tepki, ters yöne girmiş bir kamyona çevirebilirdi kendisini. Feray’a ateşli bir veda öpücüğü kondurup, yolcu etti. Oyuna dahil olması gerekiyordu tekrardan. Ratko’nun sesini duydu. En doğrusunu o bilirdi. Haydi söyle. Fısıldar gibi konuştu Ratko: “Ne duruyorsun? Yaklaşsana ona.”

Vazgeçti uyumaktan. Ç.’ye döndü tekrar. Birkaç saniye izledi onu. Yanakları az da olsa ıslaktı. Hafifçe doğruldu yerinden. Yaklaştı. Saçlarını kokladı. Hala terli sayılırdı. Öpmeye koyuldu. Kendini serbest bıraktı Ç. Ahmet üşenmedi. Uzun uzun öptü kızı. “Uyumayalım öyleyse.” dedi. Henüz bilmediği bir durum vardı. Ç. mekandan soyutlanmıştı. Sorular birbirini kovalıyordu. Manasız bir karmaşıklık içerisindeydi. Ne yapmalıydı? Ne demeliydi? Bu durumda, sevişmek daha mı günahtı? Eli kasıklarına kadar uzandı. Parmakları hareket ediyordu. Dayanamadı: “Dur!” Ahmet durdu. Kızın boynundaki dudaklarını geri çekti: “Ne var?”

“Annem ölmüş…”

Sertliğini kaybetti. Kafasındaki kavramlar başka anlamlara dönüştü. Tamamen ne diyeceğini bilemez bir durumdaydı. “Ne zaman?” diye sorabildi sadece, zamanının bir önemi varmışcasına. Zamanın önemi yoktu. Şimdi üzülmenin sırasıydı. Ya da üzülmüş gibi yapmanın. Elini kızın kasıklarından çekmesi gerekiyor muydu peki?

11 Eylül tiyatrosunun sahnelenmesine daha üç ay vardı. 76’ers’ın nefesi yetmemişti sonuna kadar. Bu, küçük adamın kariyeri boyunca elde ettiği en büyük başarıydı. Dünyanın başka bir noktasında, bambaşka şeyler olabiliyordu. Daha başka birçok şey olacaktı.