Apr 2, 2014

Sandık

Bugün Ankara’da mücadele veriliyor. Ve daha birçok yerde.

Peki, bu neyin mücadelesi?

Yalnızca Mansur Yavaş belediye başkanı olsun ve yarın öbür gün başkentte yapılacak yolların veya dikilecek ağaçların veya kazılacak temellerin kararnameleri altına imza atsın diye mi uykusuz kalıyor insanlar; sandıkların başında bekliyor, torbaların üzerinde sabahlıyor, nöbetleşe görev değişikliği yapıyor? Savunmada yalnız kalan adam, “Allahını seven defansa gelsin.” diye ne için haykırıyor? Tüm bunlar bir adam mevki sahibi olsun diye mi oluyor? Bunca insan bu adamın kara kaşı kara gözü için mi seferber?

Elbette hayır.

Bu insanlar ilk defa kaybetmiyor, son defa da kaybetmeyecek. Belki de Ankara'nın yerel yönetim anlayışının değişmesi -ve muhtemeldir güzelleşmesi- seçim sonrası ortaya çıkan genel tabloya fazla etki de etmeyecek. CHP'yi birden bire kaybeden koltuğundan alıp, kazanan koltuğuna oturtmayacak. Ama kaybetmenin de bir gururu vardır, işin içinde adalet olursa eğer. Bu insanlar bunun farkında.

Bu yüzden ideoloji ve hayat tarzı gözetmeksizin aynı amaç uğruna omuz omuza vermiş vaziyetteler ve fikirleri birbirlerinden tamamen farklı da olsa en azından dürüst ve onurlu bir siyaset kapısının aralanması adına çaba sarf ediyorlar. Milliyetçisi de, komünisti de, sağcısı da solcusu da... Demokrasi adına... Temiz siyaset adına. Mücadele ediyor.

Bu insanlar biliyor. Gözleriyle gördüler. Şahit oldular. Mücadelenin esas sebebi de budur. Yanlışa onursuzca boyun eğmek, sonunda doğruyu ortaya çıkarmayacak olsa bile, hiçbir zaman içlerine sinmeyecek çünkü. Mücadeleyi kaybetse de baskıcı güce boyun eğmemenin haklı gururu alınlarında bir yıldız gibi ışıldayacak sonsuza dek.

Ne kadar da kolay oysa, basit bir çıkarımla işin içinden sıyrılabilmek: “Ağlıyorlar. Kaybetmişler hala neyin peşindeler?” Ne kadar da derinlemesine, değil mi? “Yenilen pehlivan güreşe doymaz.” Ah Azizciğim… Eğer bugün bu insanların savunduğu ve haklarını aradığı kişiler, yarın benzer bir şekilde yanlışa düşerlerse eğer, karşılarında bulacakları ve yanlışı yüzlerine acımasızca çarpacakları kesimin kim olduğunun da çok iyi farkında olmalılar. Emine Ülker Tarhan bugünlerde bunun ne demek olduğunu çok iyi bilir. Çünkü bugün hak arayanlar, hiçbir zaman, hiçbir şekilde ve hiçbir haksızlığa duyarsız kalmayacaklardır.

İnsanlar; aylardır en ufağından en büyüğüne, en basitinden en karmaşığına; özünde anayasal bir hak olan herhangi bir protesto girişimi karşısında “Hesabını sandıkta sor!” tepkisini aldı. Öyle ki, seçim zamanı oy vermekten başka düşünce ifade etme biçimi yokmuş gibi davranıldı. "Bir derdin mi var?"... "Sandık orada."

Peki.

Gün geldi. Sandığa gidildi.

İktidarın toplum üzerindeki etkisi, kamuoyunda edindiği imajı ve bunun sandığa yansıyan sonuçları üzerine edilecek kelam; hatta seçim öncesi oluşan atmosferden, zihinlerde olgunlaşacak algıları etkileyen parametrelere ve hatta başarısız muhalefetten, söz konusu 'paralel yapı'nın uzantılarına kadar; elbette vardır.

Fakat bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonrası ortaya çıkan tablonun güvenilirliği sağlanmalıdır. Bugün Ankara'da verilen mücadelenin alt metni de budur. Veya Ağrı'da. Ceylanpınar'da. Antalya'da. Belki de İzmir'de.

Sandığa gidildi. Oy verildi.

Ama yetmedi.

Verdiği oyun peşinden koşmak zorunda kaldı insanlar. Ellerinde kalan son söz hakkının göz göre göre çalınmasına izin vermemek için çabaladı. Oy vermek bir söz söyleme biçimi haline getirildi, verdiği oyun çalınmasına göz yummamak söylediği sözü savunma mekanizması... Oysa sadece adalet istiyordu insanlar. Madem sade bir vatandaş olarak sahip olduğu yegane güç 'sadece bir oy'du, sahip olduğu en büyük protesto biçimi oy vermek veya vermemekti, bunun arkasında durmak adına savaşmak zorunda kaldı. Sandığa zarfı atıp evine gönül rahatlığıyla dönemedi. Demokrasi çarkının kuvvetten bağımsız bir biçimde döndüğüne şahit olamadı.

Ve mücadele etti. Savaştı. Direndi.

Yetmedi.

İnsanlar gözleriyle şahit oldular. Bilinçaltlarında filizlenen büyük bir soru işareti uzun zamandır mevcuttu zaten ve bunun somut bir biçimde karşılarına çıkabilme ihtimali her zaman akıllarda canlılığını koruyordu. Ve öyle de oldu. Başka şansları yoktu çünkü karşılarında olduklarının. Korktukları şeyler vardı.

Çalındığına inandıkları oyları protesto etmek istedi insanlar böyle olunca; şeffaflığından şüphe duydukları olguların ve gerçeğin ortaya çıkması adına yapılacak girişimlerin engellenmesi üzerine, Yüksek Seçim Kurulu önünde. Ne diyeceklerdi ki, "Gidin sandıkta yapın protestonuzu." mu? Hangi sandıkta? "Sizin için miting alanları inşa ettik -doğayı katlederek, denize beton dökerek-, oyunuzu orada arayın." mı diyeceklerdi? Elbette hayır. Saldırmaktan başka şansları yoktu. Ve saldırdılar. Yine. İktidarın askerleri her zamanki gibi görevinin başındaydı. Tomalar yürüdü, fişekler patladı. Bilindik tablo. Benzer resimler.

Seçim sonuçları, AKP'nin başarısı, bu başarının nedenleri, yararları-zararları, toplumun genel durumu, muhalefetin başarısızlığı vs. hepsi konuşulur, yazılır, çizilir. Sorun değil. Ancak, bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonuçlarının şeffaflığı ve güvenilirliği adına kafalarda yer eden soru işaretlerinin ortadan kalması, hukukun gerektirdiği yolların izlenmesi lazım... Aksi halde ne dürüst siyasetten, ne haktan, ne hukuktan bahsedebiliriz.

Bu kavga "Kim ipek kravat takacak?" kavgası değildir.

Peki, ne istiyorsun?

Konuşmasınlar. Oy vermesinler. Hak aramasınlar... En iyisi ölsünler mi? Yapmadığın şey değil. 

Unutma. Ölmeyi sizden öğrenecek değiller.

No comments:

Post a Comment