Bugün Ankara’da mücadele veriliyor. Ve daha birçok yerde.
Peki, bu neyin mücadelesi?
Yalnızca Mansur Yavaş belediye başkanı olsun ve yarın
öbür gün başkentte yapılacak yolların veya dikilecek ağaçların veya kazılacak
temellerin kararnameleri altına imza atsın diye mi uykusuz kalıyor insanlar;
sandıkların başında bekliyor, torbaların üzerinde sabahlıyor, nöbetleşe görev
değişikliği yapıyor? Savunmada yalnız kalan adam, “Allahını seven defansa
gelsin.” diye ne için haykırıyor? Tüm bunlar bir adam mevki sahibi olsun diye
mi oluyor? Bunca insan bu adamın kara kaşı kara gözü için mi seferber?
Elbette hayır.
Bu insanlar ilk defa kaybetmiyor, son defa da
kaybetmeyecek. Belki de Ankara'nın yerel yönetim anlayışının değişmesi -ve
muhtemeldir güzelleşmesi- seçim sonrası ortaya çıkan genel tabloya fazla etki
de etmeyecek. CHP'yi birden bire kaybeden koltuğundan alıp, kazanan koltuğuna
oturtmayacak. Ama kaybetmenin de bir gururu vardır, işin içinde adalet olursa
eğer. Bu insanlar bunun farkında.
Bu yüzden ideoloji ve hayat tarzı gözetmeksizin aynı
amaç uğruna omuz omuza vermiş vaziyetteler ve fikirleri birbirlerinden tamamen
farklı da olsa en azından dürüst ve onurlu bir siyaset kapısının aralanması
adına çaba sarf ediyorlar. Milliyetçisi de, komünisti de, sağcısı da solcusu
da... Demokrasi adına... Temiz siyaset adına. Mücadele ediyor.
Bu insanlar biliyor. Gözleriyle gördüler. Şahit
oldular. Mücadelenin esas sebebi de budur. Yanlışa onursuzca boyun eğmek,
sonunda doğruyu ortaya çıkarmayacak olsa bile, hiçbir zaman içlerine sinmeyecek
çünkü. Mücadeleyi kaybetse de baskıcı güce boyun eğmemenin haklı gururu
alınlarında bir yıldız gibi ışıldayacak sonsuza dek.
Ne kadar da kolay oysa, basit bir çıkarımla işin
içinden sıyrılabilmek: “Ağlıyorlar. Kaybetmişler hala neyin peşindeler?” Ne
kadar da derinlemesine, değil mi? “Yenilen pehlivan güreşe doymaz.” Ah
Azizciğim… Eğer bugün bu insanların savunduğu ve haklarını aradığı kişiler,
yarın benzer bir şekilde yanlışa düşerlerse eğer, karşılarında bulacakları ve
yanlışı yüzlerine acımasızca çarpacakları kesimin kim olduğunun da çok iyi
farkında olmalılar. Emine Ülker Tarhan bugünlerde bunun ne demek olduğunu çok
iyi bilir. Çünkü bugün hak arayanlar, hiçbir zaman, hiçbir şekilde ve hiçbir
haksızlığa duyarsız kalmayacaklardır.
İnsanlar; aylardır en ufağından en büyüğüne, en basitinden
en karmaşığına; özünde anayasal bir hak olan herhangi bir protesto girişimi karşısında
“Hesabını sandıkta sor!” tepkisini aldı. Öyle ki, seçim zamanı oy vermekten
başka düşünce ifade etme biçimi yokmuş gibi davranıldı. "Bir derdin mi
var?"... "Sandık orada."
Peki.
Gün geldi. Sandığa gidildi.
İktidarın toplum üzerindeki etkisi, kamuoyunda
edindiği imajı ve bunun sandığa yansıyan sonuçları üzerine edilecek kelam; hatta
seçim öncesi oluşan atmosferden, zihinlerde olgunlaşacak algıları etkileyen
parametrelere ve hatta başarısız muhalefetten, söz konusu 'paralel yapı'nın
uzantılarına kadar; elbette vardır.
Fakat bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonrası
ortaya çıkan tablonun güvenilirliği sağlanmalıdır. Bugün Ankara'da verilen
mücadelenin alt metni de budur. Veya Ağrı'da. Ceylanpınar'da. Antalya'da. Belki
de İzmir'de.
Sandığa gidildi. Oy verildi.
Ama yetmedi.
Verdiği oyun peşinden koşmak zorunda kaldı insanlar.
Ellerinde kalan son söz hakkının göz göre göre çalınmasına izin vermemek için
çabaladı. Oy vermek bir söz söyleme biçimi haline getirildi, verdiği oyun
çalınmasına göz yummamak söylediği sözü savunma mekanizması... Oysa sadece
adalet istiyordu insanlar. Madem sade bir vatandaş olarak sahip olduğu yegane
güç 'sadece bir oy'du, sahip olduğu en büyük protesto biçimi oy vermek veya
vermemekti, bunun arkasında durmak adına savaşmak zorunda kaldı. Sandığa zarfı
atıp evine gönül rahatlığıyla dönemedi. Demokrasi çarkının kuvvetten bağımsız
bir biçimde döndüğüne şahit olamadı.
Ve mücadele etti. Savaştı. Direndi.
Yetmedi.
İnsanlar gözleriyle şahit oldular. Bilinçaltlarında
filizlenen büyük bir soru işareti uzun zamandır mevcuttu zaten ve bunun somut
bir biçimde karşılarına çıkabilme ihtimali her zaman akıllarda canlılığını
koruyordu. Ve öyle de oldu. Başka şansları yoktu çünkü karşılarında
olduklarının. Korktukları şeyler vardı.
Çalındığına inandıkları oyları protesto etmek istedi
insanlar böyle olunca; şeffaflığından şüphe duydukları olguların ve gerçeğin
ortaya çıkması adına yapılacak girişimlerin engellenmesi üzerine, Yüksek Seçim
Kurulu önünde. Ne diyeceklerdi ki, "Gidin sandıkta yapın
protestonuzu." mu? Hangi sandıkta? "Sizin için miting alanları inşa ettik -doğayı
katlederek, denize beton dökerek-, oyunuzu orada arayın." mı diyeceklerdi?
Elbette hayır. Saldırmaktan başka şansları yoktu. Ve saldırdılar. Yine. İktidarın
askerleri her zamanki gibi görevinin başındaydı. Tomalar yürüdü, fişekler
patladı. Bilindik tablo. Benzer resimler.
Seçim sonuçları, AKP'nin başarısı, bu başarının
nedenleri, yararları-zararları, toplumun genel durumu, muhalefetin başarısızlığı vs. hepsi konuşulur, yazılır, çizilir.
Sorun değil. Ancak, bunu yapabilmek için öncelikle seçim sonuçlarının
şeffaflığı ve güvenilirliği adına kafalarda yer eden soru işaretlerinin ortadan
kalması, hukukun gerektirdiği yolların izlenmesi lazım... Aksi halde ne dürüst
siyasetten, ne haktan, ne hukuktan bahsedebiliriz.
Bu kavga "Kim ipek kravat takacak?" kavgası değildir.
Bu kavga "Kim ipek kravat takacak?" kavgası değildir.
Peki, ne istiyorsun?
Konuşmasınlar. Oy vermesinler. Hak aramasınlar... En iyisi ölsünler mi? Yapmadığın şey değil.
Unutma. Ölmeyi sizden öğrenecek değiller.
No comments:
Post a Comment