Mar 25, 2014

Preis: İkinci Nüsha, 'Şerbetçiotu'

İkinci Nüsha: ‘Şerbetçiotu’

Hûlasa ile şer vakten min’el serre, duhûlen gayri kaffun zâri meyra… Bekle… Tarçınlı günler güneşe nazaran sanki pekçe, kumlar billurlu biraz, bir inci adeta parlakça. Suratlar mesnetsiz, oldukça gururlu, zannediliyor sanki salakça, sanmayın ki derdi büyüktür, bilinmez gayri kaltaktır… Bir gıram vanilya akar gider durmaz, belki akar, rengi bilinmez; sanmayın vakit dardır, biri gider gelir biri, belki gider, halimiz pek sorulmaz… Ey yüce tanrı, sanki bir varmış bir yokmuş, bir ağaç düşmüş duyulmamış kimsesiz ormanlararası; bazı zamanlardan evvela geçmiş bir otoban arsızı, tanrı bir varmış bir yokmuş, demişler neydiy-ün kavle haktur, ey yüce tanrı, yüzün belki azmış kim bilir belki çokmuş demişler. Kafeste bir kuş, çıkarın kafesten kuşları, yıldızlara doğru şakısın, çırpınıp dursun ûvela, duyulsun sesleri çınlasın kanatları, insanlar acıkmış ve bilmeden yemişler parmesanları ve doymamışlar bilakis o çirkin soytarıları… Tekerlek ileri doğru saat yönünde gidecek değil tersine, ve-lakin bilmez giderken durur dönüp bakar forsuna. Motor döner serseri, içine bir miktar yakıt girmeli ila ateşlemeli durmadan bunu; çukurlaştırdınız kalkın şu yataktan, bilmiyorsunuz, elbet doğacak güneş bir gün ufuktan… Yola çıkmalı! Yoldan geçmeli… Çıkmamalı bu yoldan; kerpiçten konutlar, samandan alevler, anla artık, kurtulamıyorsun bu durumdan. Ne yapmalı bir işaret, bir şey yapmalı, düşünceli vakti hal-i kıyamet, pencereler bitecek ve betonlar azalacak, dönüp başlayacak sonra oksijensiz bir şahadet. Yalanlı, dolanlı, inandın mı inanmadın mı, şimdi sen bana söyle; unuttun mu geldin dünyaya, yalnızca iki bin gram, şimdi dönüp bak bir haline, tam elli beş bin gram. Gidebiliyorsun alnında bir ışık gibi parlıyor, gidebilmenin halkı gururu omuzlarında yankıyor, koşturuyor kilometreler peşinde bir gölge adeta, ellerin terliyor, yetmiş beş derece güneş yakıyor doksan beş dereceden bakıyor. Altına serpiştirmeli rastgele, kamyonlarca çimento; üstüne koyu kalın bir çizik, dikiz aynası şaha kalkıyor böyle olunca; düşünceler bulantılı, bir delik bir deşik karmakarışık bilmeceler; sözgelimi maruzattır, dudakların tadı bir başkadır etli metli olunca. Bitmeyecek… Bitebilesi mağarruz, simya döneydur ehli mükerrer sayılur… İmbatlar koşuşturmacası bir sivrisinek silsilesi, -İzmir derler şimdi- Antik Yunan gelip geçiyor kasıklarımdan karnımdan, çetrefil sanmayın olanları, bıktım şu intikamcı tanrından. Gözlerinin içine bak, halka halka dolaştır gözlerini göz derinliklerinde, gülümse boyut boyut, bulamayacaksın, zil çalacak eteklerinde. Etekler çıkarılmalı, külotlar sarmalı kalçaların etrafını, dur şimdi sırası mı, ne arıyorsun yüz mimiklerinde? Bismillahirrahmanirrahim, abdest derler haktan gayrı gusülden, kadın dediğin öpülür okşanır mec’ri yun usulden. Teniniz bizim tenimizdir, terlerimiz kardeş, zerreciklerarası sevişmedir sevişmemiz. Kırk beş kişilik bir orkestra, duyulmamış senfonidir birleşmelerimiz. Dişlerinde lekesi bir türlü silinmiyor kanların, affetmeyecek proleter, hesabı sorulacak can yakanların. Cam bir kavanoz tombul, etli butlu, içinde bir tutam lazım, serbetçiotu ısınsın, sırra dalâl kainat-ı münazım. Manitudan münasebet, efendim rica ederiz, lütfen izin veriniz; l’afı mu olur ey dostlar, yollar zaten sizun eseriniz… Özkütlesel bileşke, alttan alıyor işte sıcak derler, bir çorba kaşığı hidrojen, derler ki periyodik bir yaratılış. Oysa bilinmez önce ne vardı, adım atan neydi buraya, büyütün şerbetçiotlarını, bir türlü geldik kuzeye. Z’ati sorulur, tartışmaya gerek yoktur veya safi lüzum, derdim pek mücerrer vukuatlarda, diyemiyorum ki kanıyor şimdi iki gözüm. Konuşsana, dinleyen bulunur, bak dinliyorum ben seni, bariyerlere doğru gidiyor, bu otomobil pek bir serseri… Hece vezni demek değildir kelimelerin hüznü, öyle diyorlar, birbirine denktir kış gecesiyle yaz gündüzü, eşarbın çıkar fistanın çöz ve gözüksün şimdi memelerin, utandırmayın, parlasın ışıkça ve aydınlanır sonra yaldızı… Kalemsiz kağıtsız usulsüz devinimdir bunun adı, birrasyonel çiçektir dokunabilmenin o eşsiz tadı, kollarında tüyler bitmemiş benek benek sanki tanjant, ayak parmaklarından baş ucuna gayri-resmi bir kotanjant. Innegor Adası’nda bir dünya ortasında, katmerli ay parçaları kontrgerillalar arasında, bir tavernadan duyuluyor ve denize karışmış anason, can veriyorum Gülhane Parkı’nda ve kanuniesasiyeler sonrasında. Dalgıçlar denizin altında konuş olmuş, arıyorlar bulamıyorlar; bilen varsa söylesin, belki aradıklarını bilmiyorlar. Secde et alnın değsin yere mûkabil çok güzeldir, ışık yok doğmaz güneş, bu ne katran bir hikayedir. Vanilyanca konuş, anlayan çıkacaktır elbet, gün gelecek herkes, anlayacaktır; sabret… Va monduger ugustimagre kon dare yosuma, lonbunet sat me gerter bante terrime… Çizilecek bir kavis getireceğiz mutlaka bu günyüzüne, çakıl taşları satacağız karşılık gelmez yazına; ne bir duyan çıkar bil ki kimse inanmayacaktır sözüne, gör ki beka korkutur huyundan ‘tindâ’ ferman elzemdir… Rivayet ederler ki ve öyle bilinir ölmek zordur haziranda, ‘ehli dubara, hayli cühela ve bihassa ulema’, işim iştir düşündüğüm hayli gerçek gelir bana, merak etmeyiniz; zaman tüm yalanları önümüze serecektir bizim. Öğreneceğiz. Edildiyse destur, şahit olacağız, ister istemez gerçekleşecek ve acıyacak canımız. Akreptir, yelkovandır. Durum hayli tuhaftır. Oysa. Anlatıyoruz zaruri dinle kutsal kitap diliyle, tanrısal kelimeler bunlar hak peygamber yoluyla; yazılıyor, yazıldı ve belki dâhi yazılacak, sanmayın ki mucizedir, yalnız insanoğlu eliyle. A şehrinden B şehrinedir bizim bütün taarruzlarımız, maksadımız nicedir, bir soluklanmadır maceramız; niyet ettik manitu, rıza eyleyesin halimize, anlattıklarını çevirecek kimse yoktur dilimize. Belki yarım bir makam belki bir iki diyalekt, baban bilecektir elbet anandan kalan malum elmasları! Karbonmonoksit içiyoruz, tekerlekler tokuşturuluyor soframızda, hava kararıyor muteber yer değiştiriyor aklımızda. Beyaz bir önlük önünde, gözünde gözlük, karıştıracağız atmosferi; göz kararı toprak, bir miktar kürdili hicazkar, çözeceğiz formülleri. Ufukta daralıyor yollar giderayak bakalım işimize, sevgi eksik burada biraz katmalı hamurumuza. Bana bak zeytin gözlü, sözüm sanadır kıssadan hisse; nateşebbüs edelim istersen böyle bir niyetin yoksa.

***

Kapı açıldı, sıkıya sıkıya kapalı siyah deri çantaları ellerinde ve yüzleri maskeli dört kişi girdi içeri. İçlerinden biri kadındı muhtemelen. Yine de ayırt etmek çok güçtü. Sinsice gülümsedi, onları bekliyordu. Anlayamayacakları dilde bir şeyler söyledi onlara: “Buamus rotter venta.” Şifreli çantaları masaya bıraktılar ve hiçbir şey söylemeden odadan çıktılar. Yerinden kalktı. Çantalardan birine uzandı, şifreyi girdi. Açtı. Şerbetçiotunu gördü. Kafasını yaklaştırdı, kokladı. Gülümsemeye devam ediyordu bir yandan ve kendi kendine mırıldanmadan edemedi: “Neva pebleame.” Türkçe karşılığı “Şimdi başlıyoruz.” olan Vanilyanca bir cümleydi bu.

***

Dönmeye başladı Vanilya Gezegeni ve bir şekilde aktı zaman. Önce yol yaratıldı sonra yolculuk. Yol, en fazla bir vesileydi, ‘Esas olan yolculuktur.’ dedi Ulu Manitu. Ve sonra mesafe kat etti yolcular. Sevgiye doğru, çünkü sevgiyi yarattı, ister istemez sevmemeyi de öğrendi canlılar; oysa ‘Ol’ dedi Ulu Manitu ve oluverdi bir çırpıda. Kötü bir maksadı olamazdı. Aslında önemlidir, bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, ikinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

No comments:

Post a Comment