Mar 4, 2014

Sekizinci Cisme Doğru

“Tabiatta yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka” dedi, “Ancak, altın, gümüş, kükürt, kalay, bakır, kurşun ve harısinîden ibaret olan bu yedi cismin yanında bir sekizincisi olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye çalışıyoruz.”
“Elkimyacıların aradığı filozof taşı olmasın bu?”
“Hem evet, hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi kasdetmiş olabilir”.
“Peki, sizin aradığınız bu sekizinci cisim ne?”
Ebrehe bu soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu. Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,
“Yaratılmamış olan” dedi, “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz”.
Bu cevap Bünyamin’i afallattığında, sözlerinin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu deyim seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış olanı’ anlaman için önce ‘yaratılmış olan’ ile kastedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’ ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne ‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe dokumacı ‘yaratılmamış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır’. Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibrit de lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?”
“Elbette varolmayandan yarattı”.
“Öyleyse nasıl ki üzerindeki elbise yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna, ‘yaratılmamış olan’ diyoruz”.

       ***

Ahmet okuduğu sayfanın köşesini kıvırdı, kitabı kapatıp yatağın ucundaki komodinin üzerine bıraktı. Bırakır bırakmaz kapak tasarımıyla göz göze geldi ve ilk kez bu kadar dikkatle baktığını fark etti. Fakat bunca dikkatine değecek seviyede bir karşılık bulamadı algısında bu eyleme. Boş verdi. Boş verdi, çünkü aklının ulaşabileceği en uç noktada; sahip olduğu kapağın, bir kitabın içeriği ile ilgili ne denli izlenim yaratabileceğine dair anlamsız ve kısır döngüye dönüşmeye son derece müsait sorulardan başka bir düşünceyle karşılaşma ihtimali yoktu. Pervin yanı başında uyuyordu şimdi ve her nefes alışında üzerine örtülü ince beyaz pike gökyüzüne doğru yükseliyordu.  Sanki aldığı hiçbir nefesi geri vermiyormuş gibi geliyordu Ahmet’e ve git gide büyüyen bir kütleye dönüştüğünü düşünüyordu kızın. Pervin bu şekilde büyümeye devam ederse eğer, sevişme eylemi her seferinde daha da zorlu bir hale gelecek demekti. Oysa Pervin’in gökyüzüne ulaşabilmesi için öncelikle evin duvarlarını delmesi gerekiyordu. Ahmet, diğer birçok şeyi olduğu gibi, bunu da gereğinden fazla anlamlandırmaya çalışmış, sonuç olarak yine çıkmaz bir sokakta öylece kalakalmıştı. Bu halleri, çok yakından tanıdığı birisini andırıyordu aslında. Çok yakın, fakat çok uzak… Çıplak ayakları başta olmak üzere, ipeksi boynunun en anlamlı kıvrımlarına kadar uzanacak bir öpüşme silsilesi, şu durumda, dünyanın en karmaşık meselesiydi doğrusu. Gece lambasının çelimsiz aydınlığı, odanın ancak bazı bölgelerine yetecek kadar ışık saçabiliyordu. Acaba tamamen karanlığa mı ihtiyacı vardı? Şimdi sırtı Ahmet’e dönüktü Pervin’in ve uzun parlak saçları yatağın orta yerine savrulmuştu öylece. Aslında beyazlar içinde oldukça güzel gözüküyordu gözüne. Ne yapmalıydı?

Oysa Ahmet, Pervin hakkında isminden başka elle tutulur bir bilgiye sahip değildi. Evet! Kaç yaşındaydı? Bilmiyordu. Hatta kimdi? Emin değildi. Bazı sorular, neredeyse hiçbir zaman cevaplanamayacakmış gibi şekilleniyordu ister istemez. Her şeyin bir cevabı ve sebebi elbette vardı, fakat Ahmet hem cevaplara hem de sebeplere oldukça uzaktaydı. Hayat akışındaki koordinat düzensizliği, daha doğrusu belirsizliği, bu gibi kavram karmaşalarını doğuruyordu işte. Gözlerini yeni bir güne onunla birlikte açabilecek kadar hayatının içinde, neden kırmızı ojeyi tercih ettiğini bilmeyecek kadar hayatının dışında! Çünkü olmasını arzu ettikleri, elinin altında bulunanların kapsayamadığı bir yelpazedeydi. Arayış içinde olduğu asla söylenemezdi veya bulunduğu gemiyi belirli bir rotada ilerletmeyi düşündüğü. Her şey tamamen belirsiz, hatta daha ziyade manasızdı artık. Oysa manası olmayan olgulara mana yüklemek Ahmet’in yegane marifetiydi. Sanki musluklardan su yerine zift akıyor, marketlerde ekmek yerine taş satılıyordu. Mevsimler belirli bir çözünürlüğe kavuşmadan sırasını savıyordu adeta ve zamanın akışı doğru bir düzlemde ilerlemiyordu. Günler, git gide pişmemiş et gibi kokmaya başlıyordu bu rutubetli evde. Olabildiğince sıcak ve damarlıydı. Oysa pişmiş et kokusundan da nefret ederdi Ahmet. Yarının hangi gün olduğu sorusuna düşünmeden cevap veremezdi. Merdivenleri ikişer ikişer çıkamazdı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Sokaktaki gürültü, giderek azalmaya başlamıştı. Saat, güneşin doğuşuna doğru çıkılan bir yolculuğun başlangıcını çeyrek geçiyordu hatta. Bir an için Ç.’yi özlediğini hisseder gibi oldu yine, vazgeçti. Ç.’yi özlemenin sırası değildi şimdi. Pervin her kimse, son derece güzel bir kadındı çünkü.

Ne yazık ki bir de Ratko vardı. Ahmet’in kitabı bırakmasının ardından Ratko’nun lafa girmesi fazla uzun sürmeyecekti. Odanın, gece lambasının aydınlatamadığı diğer köşesindeki tekli hasır koltuğa kurulmuş ve bacaklarını üst üste atarak Ahmet’i izlemeye koyulmuştu. Herhangi bir anda, müdahil olamayacağı herhangi bir durum yoktu Ratko’nun. Ahmet uyuyarak kaçabilirdi söyleyeceklerinden ancak midesinde ciddi bir hareketlenme vardı ve uyumak için bu devinimin yatışmasını beklemekten başka çaresi de yoktu. Kitap, Ahmet’i uyutmak konusunda işe yaramadığı gibi, gitgide uzayacak bir konunun başlamasına sebep olabilirdi üstelik.

Düşünceli bir şekilde konuştu Ratko: “Demek yaratılmamış olan.” Az önce yere bıraktığı viski bardağındaki son yudumu da yuvarladı yemek borusundan midesine ve ayağa kalkıp yatağa doğru yürüdü sessiz adımlarla. Ahmet’e yaklaştı iyice. Pervin uyumaya devam ediyordu.

“Neden devam etmedin okumaya?”
“Üzerinde düşünmem gerekiyor biraz.”

Bazen düşünmek iyi geliyordu Ahmet’e. Doğru şeyi doğru anda düşünmüyor olsa bile, ‘düşünmek’ diye bir eylemin varlığından haberdar olduğunu hatırlaması sevindiriciydi. Fakat düşünme gereğinden dolayı değil, uykuya dalma ihtiyacından ötürü bırakmıştı okumayı bu kez. Sözlerine biraz yalan serpiştirmekte bir sakınca görmemişti.

 “Peki, senin yaratılmamışın ne?” diye sordu Ratko.

Ahmet önce duraksadı. Konuya hakim sayılmazdı çünkü. “Bilmiyorum!” dedi.

Elbette bilmiyordu.

Dört yıldır özel bir tiyatro topluluğunda oyunculuk yapıyordu Ahmet. Son zamanlarda, oyunlardaki repliklerinin toplamı bir sayfayı geçmemeye başlamıştı ve kendisinden daha sonra gruba dahil olan birkaç genç oyuncunun bazı önemli rolleri kapmasına içten içe uyuz oluyordu. Bu durum uzun zaman önce Ç.’nin dikkatini çekmişti ve Ahmet’i uyarmayı denemişti geleceği ve yeteneğine dair ancak aralarında çıkan tatsız birkaç kavgaya dönüşmekten ve dolaylı olarak Ahmet’in akşamları salondaki kanepede yatmasına sebep olmaktan başka hiçbir halta yaramamıştı bu uyarılar. Ne geleceğini değiştirebildi Ahmet ne de bir şeyler katabildi oyunculuğuna. Hiçbir zaman Hamlet’i oynamayacağını herkes gibi kendisi de biliyordu içten içe ancak, bunun aksine inanmaktan başka çaresi olmadığından dolayı, büyük bir oyuncu olma hayalini canlı tutmak daha çok işine geliyordu ister istemez. Bazen gerçeği kabullenmeyi tercih etmez insanoğlu ve gerçekleşmeyeceğini bilse de bir hayalin peşinde koşmak her zaman daha caziptir diğerine göre. Gerçekler acı, hayaller ise tatlıdır çünkü. Bu algı yanılsamasının kırılabildiği anda, birbirine tamamen zıt durumda bulunan iki uç noktaya sürüklenebilir insan, farkında olamayacağı bir şekilde. Yolda yürümek, kişinin varmak istediği hedefe ulaşması için yeterli seviyede bir ivme sağlamıyorsa eğer, ya koşmaya başlar insan ya da yolun ortasında kalmamak için geldiği yere geri dönmek zorunda hisseder. Bu tam olarak bir tercih meselesi değildir fakat kişi, yolculuğun sonucunda gelinen noktayı aslında tercih meselesiymiş gibi algılar. Ya hedefi küçültür zihninde ya da en başından hareket aldığı noktayı yüceltir. Ve buna başkalarından önce kendisi inanır ne yazık ki.

Ne hissettiğini tanımlayamadığı bir dönemdeydi aslında. Ç. varken başına böyle bir durum gelmemişti hiçbir zaman. Bir şey hissediyordu ancak bu hissettiğinin ne olduğunu, bunun neyin sonucu doğduğunu bir türlü çözemiyordu. Sartre’ın ‘Bulantı’ diye tasvir ettiği, bunun gibi bir şey miydi? Emin değildi. Ahmet’in bilincinde akrep ve yelkovanın simgesel bir karşılığı yoktu. Bu ikili, zamanın tekerlekleriydi ona göre. Onlar dönmezse, hayat duracaktı adeta. Oysa hayatın ilerlediğini söylemesi çok daha güçtü. İşin bir diğer tarafı, hayat gerilemiyordu da. İhtimallerin en kötüsüydü başına gelen; hayat öylece kalakalmıştı olduğu yerde. Peki, Ahmet için kum saatleri artık bir şey ifade etmiyor muydu? Yelkovanın kadranda tam tur atmasıyla, üst haznedeki kumların alta dökülmesi arasında nasıl bir fark vardı? Üç aydır herhangi bir ödeme alamamıştı tiyatrodan ve hakkında, adından başka herhangi bir bilgiye sahip olmadığı Pervin’in ne zamandır yatağına girip çıktığını da hatırlamıyordu. Yoksa bu kıza evin yedek anahtarlarını da mı vermişti? Ortada bir senaryo ve buna bağlı yazılmış bir metin muhtemelen vardı. Ancak Ahmet’in oynadığı sahne, bir başka oyuna aitti sanki. Dörtgen legoyu üçgen yuvaya sokmaya çalışmanın manasızlığı gibiydi durumu. Bazen durup durup kendine “Ne yapmalı?” diye sorduğu oluyordu. Cevap verebildiği söylenemezdi. Peki, ne yapmalıydı?

Badana mı yaptırsaydı? Belki şampanya rengi… Belki rutubeti alırdı. Evin içindeyken duvarların arasına sıkışmış, evin dışındayken duvarların arasından ötelenmiş gibi hareket ediyordu. Duvarlar… Duvarlar söz sahibiydi. Kaçabileceği bir yer yoktu sanki. Ahmet kaçamadı ama Ratko kovaladı. Ratko kovalamaya devam etti ancak Ahmet yine kaçamadı. Ç.’yi özlediğini hatırlıyordu sık sık, bir türlü kaçamıyordu bu düşünceden de. Farkında olmadan Tom Waits plağı koyuyordu pikaba, tamamen farkında olarak ve bilinçli bir şekilde bütün Fiyodor romanlarını atıyordu çöpe. Yeni açılan bütün bira şişelerinden ilk yudumu onun için alıyordu. Bazen bir resme başlıyor, fakat resimleri bir türlü istediği gibi bitiremiyordu. Vitrindeki şarap bardaklarının dibini toz kaplamıştı ve ne tozdan ne de rutubetten kaçamaz olmuştu. Pervin’i defalarca öpmüştü sırtından ve kasıklarından, kulağına kızın şimdiye kadar duyduğu en güzel sözleri fısıldamıştı ancak evin muhtelif köşeleri rutubet tutmaya, parkenin üzerindeki toz katmanı giderek yükselmeye devam ediyordu. Toz ve rutubet… Günler, duvarların arasında bu ikisini yaşatıyordu yalnızca. Kaçabilmek! Kaçabilmek ne demekti? Nereden nereye kaçmalıydı insan? Dişli takımı makineyi döndürüyordu ancak yürüyen aksamları yağlanmamaya devam ettikçe makinenin aşınması kaçınılmazdı. Aşınan makine elbet bir noktada durmaya mahkum olacaktı.

Ratko gözlerinin içine doğru süzüldü Ahmet’in.

 “Kelimeler…” dedi. “Senin yaratılmamışın!”

Bu sözün üzerine Ahmet bir saniye boyunca, belki de daha kısa bir sürede; karşılığında para alarak sahneye çıktığı ilk oyunu hatırladı. O zaman Ç. henüz hayatına girmemişti. Bir mübaşiri canlandırıyordu ve iki perdelik oyundaki tek mahkeme sahnesinde, klasik mübaşir karakterlerinden alışılagelmiş bir şekilde davacı ile davalıları çağırmaktan ve farklı olarak yönetmenin seyirciden reaksiyon almayı umarak hakim karakterine yazdığı espriye lafı paslamaktan başka bir görevi de yoktu. Üstelik pasladığı bu espri ne kahkaha ne de alkış alabilmişti. Buna rağmen yüzünde kocaman bir tebessümle selamlamıştı seyirciyi oyunun sonunda. Başrol karakterini canlandıran Selçuk Temiz, kuliste yanına gelip “Aferin, böyle devam et.” diyerek sırtına vurduğunda yaşadığı gururu, bundan sonraki bütün kötü performanslarını unutmak için bir silah olarak kullanacaktı. Oysa Temiz’in bu davranışı, tamamen gelişigüzel cereyan etmişti. Ahmet’te herhangi bir ışık gördüğünden ve böyle devam etmesi sonucunda büyük bir yeteneğe dönüşeceğine olan inancından dolayı değil.

Yine de Ahmet artık performansı için kendisine para ödenen bir tiyatrocuydu. Yol boyunca sahil şeridinden ilerleyen dolmuşun camından denizi ve o denizin içinde gördüğü geleceğini izleyerek eve döndü. Belki bugün dolmuşla dönüyordu eve ama yarın şartların değişeceğine dair olan düşünceleri sabitti. Belki bugün oynadığı, küçük bir yan roldü ancak başlangıç için hiç de fena sayılmazdı. Kendine olan güveni oldukça yüksekti. O artık profesyonel bir tiyatrocuydu. Yaklaşık elli kişi o akşam Ahmet’in, mübaşir kostümünün içinden tiyatro dünyasına bir güneş gibi doğduğu ana şahitlik etmişti, farkında olmasalar da. Çantasını fırlattı, hızlıca pantolonunu ve çoraplarını çıkardı. Altında yalnızca donu vardı. Yatak odasına gitti, aynanın karşısında dikildi. Saniyeler sonra dünya tiyatro tarihinin en unutulmaz bireysel performanslarından birine imza atacaktı ve buna şahitlik edecek hiç kimse yoktu. Günün birinde tek kişilik gösterilere başladığında bu performansı oyunun temel metni haline getirmeye kararlıydı. Hiçbir zaman tek kişilik bir oyun oynamayacak olması ve artık bu ihtimalin yakınından bile geçemiyor oluşu ise olayın henüz bilinmeyen fakat acıklı bir gerçeğiydi. Aynadaki görüntüsüyle göz göze geldi. Hayli genç gözüküyordu bugüne nazaran. Olacaklardan habersizdi. Yutkundu.

Yer: Yatak Odası Tiyatrosu. Suare, saat 22:00. Sahne tamamen karanlıktı ve uyarı anonsunun ardından tıka basa dolu olan salon adeta ölüm sessizliğine gömülmüştü. Ağır adımlarla ilerledi, orta noktaya kadar geldi. Spotlar birden bire parladı. Seyirci büyük bir alkış seliyle karşıladı Ahmet’i. Ahmet başıyla, olabildiğince mağrur bir şekilde selamladı kalabalığı. Oyununun adı “Juliet’i Anlatıyorum”du. Şimdilik. Birazdan bu küçük sahnede devleşecekti.

“Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, yağmur pencereden sekiyor ve Juliet benden muaf… Masmavi gökyüzü kadar uzak, yosun kaplı denizler kadar derin, yeşili yeşil yapan ormanlar kadar canlı. Yarısı ısırılmış bir elmaşekeri kadar tatlı… Minik bir avuç içi, işte bu kadar, terli… Ve galaksi yerli yerinde, sistematik bir yörüngede, gayet aritmetik bir varoluş… Bak Juliet, bunlar ellerim. Sana dokunduğum, her santimetrekarene parmak izimi nakşettiğim elbebeklerim… Juliet bak bunlar şiirlerim. Söylemeye utandığım, gözlerimi gözlerinden kaçırmadan eritemediğim yangın sözlerim. Kulaklarına aşina, gideceği yolu ezber etmiş katmerli şiirlerim bunlar benim… Peki, sen şimdi kimin gözlerinde yansıyorsun? Seninle ilk öpüştüğümüz pasajın sıvası dökülmüş duvarlarının gölgesinde kimin ellerini okşuyorsun? Kulağına bir yalancı türkü fısıldanıyor; iğrenç, paslı, tamamıyla geçersiz, türkü bile değil, anlamıyorsun. Şimdi o adama sevdiğini haykıran dudaklarını kaç kez öptüm, bilmiyor musun, ona sarılırken sırtında taşıdığın elbiseyi kaç kez çıkardım üzerinden, hatırlamıyor musun? Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, enseme kar yağıyor… Beyoğlu’nda bir kaldırım taşıyım, üzerimden yüzyıllar geçiyor, insan seli, Bizanslılar… Her otuz altı numara ayakkabıda sızlıyor kalbim, tutamıyorum. Sen şimdi o adamla oturmuş bir kadehten rakı içiyorsun Juliet, masanız cam kenarında, caddeye bakıyor, ben yürüyorum Galata’ya doğru, üzerine bastığım her kaldırım taşında daha çok seviyorum seni, tutamıyorum. Böyle durumlarda insan daha çok seviyor özlemeyi, bütün kesitlerde bir yaşanmışlık keşfediliyor, adının büyüsü, parfümünün kokusu, lanet olsun sevişmelerin sırası; bir bir gözümde canlanıyor. Avluda çiçeklerin sureti aksıyor gökyüzüne doğru, Juliet buradan geçti biliyor musunuz, Juliet buradan geçerken elim omzundaydı. Juliet bak bunlar gözlerim, kimse bakamaz sana benim gibi. Biraz sonra, az sonra, yuvalarından sökeceğim gözlerimi ve pul pul dökeceğim masaya gözlerimi, gözbebeklerimi. İçinden çıkaracağım seni görme yetisini gözlerimin. Sonra bunu dört paraya bir dilenciye satacağım, şeker bayramında, çünkü beş para etmiyor artık seni görebilmelerim. Topal dilenci para karşılığında bir şey alacak hayatında ilk defa. Bunun öznesi sen olacaksın ne yazık ki. Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, gümüş bir tepsinin içinde servis ediliyorum, yanımda bir bardak su. İlk tanıştığımız günlerdeki gibi giyiniyorum artık. Aynı şarkıları dinliyorum hala. Ellerim yine oksijen kokuyor, belki hatırlarsın. Hatırlar mısın Juliet çiçekçi tezgahlarını dolaşırdık da, hiçbir çiçeği yakıştıramazdım sana. Unuttun mu sana en çok beyaz yakışırdı? Ben artık, en az Beethoven kadar nefret ediyorum tanrıdan. Bilmiyorum ki sen artık hangi renk giyiniyorsun. Saçlarını ne tarafa tarıyorsun haberim yok. Senin tanrın kiminle hesaplaşıyor bugünlerde? Hangi çiçeklerin yanına konuyorsun, sakın söyleme bana. En az ilk günkü kadar güzelsin bundan şüphe duymuyorum Julietçiğim. Şimdi kim değerlendiriyor bunca güzelliğini, seni doyasıya koklama şerefine nail olan hangi vitaminsiz merak ediyorum. Titrek bir incir ağacı, gümüşten altına doğru işleyen bir renk karmaşası, sandalyenin halıya gömdüğü izler kadar kalıcı; vazgeçtim, merak etmiyorum elini beline dolayan biçimsizi. Gidişini hatırlıyor musun? Gökyüzünün alabildiğine saydam olduğu, soğuk kış mavisinin sıcak güz sarısına meydan okuduğu, mevsimsel kavramların uzağında antiseptembır bir zaman dilimi. Adım atmak bin para, atmasan kalabilmen mümkün değil, öyle mi? Gidişini hatırlıyor musun Juliet? Duvarın dibinden bir ceylan gibi sekerek uzaklaştığın o altı kırk beşi, gözlerini bir kez olsun gözbebeklerime değdirmediğin o çarşambayı, unutabildin mi? Nereye doğru sektin ki öyle? Gidişini anlatıyorum. Gidişin benim kalamayışımdır. Bir söz söylüyorum, cümle olmaya niyetli değil, saçılıyor öylece atmosferin en kalp atışlı noktalarına. Sözlerden cümle yapan biri elbet bulunur. Benim işim değil bu. Gitme diyemiyorum ki, gitmemen mümkün gözükmüyor çünkü. Juliet,  bak bunlar gözyaşlarım. Biriktir gözyaşlarımı. Bozdurup satarsın kapalı çarşıda, pahada değerlidir. Sapla göğsüme artık şu kılıcı, suretim duruyor öylece bak tam karşında. Juliet’i anlatıyorum dokuz dilde. Dokuz dilde anlatıyorum, dokuz dilde yine Julietsizim. Sonbaharda yapraklar lekeli, mevsimler yine belli belirsiz bu zamanlarda. Juliet o yanındaki adamı tanıyorum, ismi dokuz dilde Romeyo.”

Yutkundu. Tiyatro tarihine damga vuracağını ve binlerce kez sahneleyeceğini düşündüğü tek kişilik gösterisinin ilk taslağını sergilemişti ve buna şahitlik eden herhangi bir insanoğlu olmadı. Hafifçe selam verdi. Gözleri dolu doluydu. Kısa bir konuşma yapması gerekseydi eğer, titreyen zayıf sesiyle konuşmak zorunda kalacaktı. Neyse ki konuşmasına gerek yoktu. Kulise gitmedi. Dişlerini fırçaladı. Işığı kapattı ve gidip uyudu.

“Hangi kelimeler?” diye sordu Ahmet.
“Bütün kelimeler!”
“…”
“Bütün kelimeler senin için var.”

Ahmet istemsizce geğirdi. Bulantının sesiydi bu. Az önce komodinin üzerine bıraktığı kitabın kapağına baktı bir kez daha. Bakmaya devam ettikçe içine çekiliyor gibi hissetti, ağzına ekşi bir sıvı geldi. Kafasını çevirdi. Dudaklarını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve başını iki yana sallayarak serzenişte bulunur gibi bir izlenim yarattı.

“Ratko, midem bulanıyor. Seninle konuşacak durumda değilim. İzin verirsen şimdi uyuyacağım. Daha sonra anlatırsın ne anlatacaksan. Kitabı da uykum gelsin diye okuyordum zaten. Merakımdan dolayı değil.”
“Mideni bulandıran şeyin ne olduğunu biliyorum.”

Sıkıldığını belli eden bir ifadesi vardı Ahmet’in.

“Öyle mi? Nedir?”
“Her şey!”
“Alkol olamaz mı? Ben öyle sanıyorum.”
“Hem evet, hem hayır. Belki içtiklerin. Belki içmediklerin. Belki okudukların. Belki okumadıkların. Her şey Ahmet. Hayatında olan, olmaya devam eden, olmayan ve olmamaya devam eden bütün şeyler. Provaya giderken bindiğin dolmuşa ödediğin para, ezberlemek zorunda olduğun o içi boş metin, canlandırdığın karakter sakalsız olduğu için her gün tıraş olmak zorunda kalman, yürüdüğün yol, izlediğim film, dinlediğin şarkı... Her şey. Etraftaki bütün cisimler. Kumaşlar, tahtalar, betonlar, yiyecekler, kitaplar… Cisimlerden öte bütün soyut kavramlar da. Hepsi.”
“Sekizinci cisim de mi?”
“Sekizinci cisim senin kurtuluş biletin!”
“…”
“Ama bundan kilometrelerce uzaktasın. Yüksek bir kayadan suyun içine atlayacaksın fakat suyun dibi o kadar çok bulanık ve öylesine çamurlu ki, suyun derin mi yoksa sığ mı olduğunu anlayamıyorsun. Atlama riskini zaten hiçbir zaman göze alamadın. Oysa o kadar çok istiyorsun ki o suya dalmak. Olabildiğince serinlemek. Bir yanda masmavi gökyüzü olsa, diğer yanda yemyeşil doğa. Berrak bir su istiyorsun, diliyorsun ki olsun. Hepimiz isteriz bunu fakat şartlar öyle değil ne yazık ki. Ve bu şartların yaratıcısı senden başkası da değil. Öyle sanıyorsun, ama emin ol, değil. Korkuyorsun çünkü. Öylece bekliyorsun, elinde kuru, gevrek bir dal tutarak. Bekliyorsun ki dal kırılsın da düşebilesin. Bekliyorsun ki eylem, senin isteğin dışında gerçekleşsin, sen olanlara maruz kalasın. Herhangi bir karar vermiş olmaktan korkuyorsun. Bir şey soracağım, Ç.’yi özlüyor musun?”

Ahmet tedirgin oldu. Her ne cevap verirse versin, Ratko’nun doğru olanı bildiğine emindi. Önce tavana baktı, sonra Pervin’e. Sesi çatallıydı konuşurken. Belki de Pervin’i uyandırmamak için kısık sesle konuşmaya çalışıyordu. Oysa Ratko’nun söylenenleri duyması için Ahmet’in konuşmasına gerek yoktu. Saate baktı. Saat gecenin sonuna doğru çıkılan yolculuğun bitişine çeyrek vardı.

“Özlemiyorum…”

Yalandı.

“Kelimeler Ahmet... Yeryüzündeki bütün varlıkların kelimebilimsel bir karşılığı vardır. Kelimeler, doğanın en çok tüketilen elementleridir. Sana daha önceden yazılmış bir senaryo getirilir. Doğru mu? Bunu ezberlersin ve insanlara, bir başkasının anlatmak istediklerini kelimeler aracılığı ile aktarırsın. Senin için o kelimelerin nasıl yazıldığı, neyden üretildiği çok da önemli değildir. Nasıl ki bir dokumacı için iplik, bir elkimyacı için lap taşı yaratılmamış olansa, senin için de kelimeler yaratılmamış olandır. Ancak bir yazar için yaratılmış olandır kelimeler. Fakat hayat bir Shakespeare oyunu kadar gerçekdışı değil, aksine tamamen gerçektir. Acı da, özlem de, korku da, kahkaha da… Gerçektir. Bu yüzden o ‘yaratılmayan’ her zaman yeterli olmaz anlatmak istenileni yansıtmaya. Bazen öylesine yetersiz kalır ki kelimeler. Bazen öylesine anlatasın gelir de, ‘neyse’ deyip geçmek zorunda kalırsın ya, çünkü bilirsin; anlatmak istediğin şeyin sende doldurduğu boşluk, o lanet olası harflerin yan yana gelmesiyle ifade edilemeyecek derecede derindir. Bu yüzdendir ki acı, kelime ve kükürdün bileşkesiyle ifade edilmek zorundadır, tıpkı mutluluğun da kelime ve sodyumun birleşmesiyle meydana gelmesi gibi. Tüm soyut gerçekler, iki elementin birleşmesiyle var olur; kelimeler, tek başına yeterli olmaz duyguları anlatmaya. Bir elmayı, onu ifade eden kelimeyi kullanarak tasvir edebilirsin. Başka bir yardımcıya ihtiyacın yoktur. Çünkü basit bir elma, sana olduğundan daha fazlasını vaat etmez. Fakat soyut kavramlarda durum tam tersidir. Duygular bir bileşkedir. Bu, yaratılmış olandır. Fakat unutma ki, yaratılması en kolay, tasvir edilmesi en zor ve atmosferde en yoğun biçimde bulunan ve dolayısıyla en fazla maruz kalınan soyut kavram da acıdır. Acı yalnızca, bir biber salçası üreticisi için yaratılmamış olandır. Senin yaratılmamış olanın, kelimelerdir.”
“Peki ne yapmalıyım?”
“Kurtulmalısın. Yaşayabileceğin yalnızca tek bir hayatın var ve bunu neredeyse harcamak üzeresin. Seni çepeçevre saran bu kabuktan sıyrılmalı, bu şansın ikinci kez eline geçmeyeceğinin farkına varmalısın. Kurtulmak içinse sekizinci cisme ihtiyacın var. Bir şekilde bunu elde etmelisin. Ancak o zaman anlayabilirsin ne yapman gerektiğini.”
“Onu elde edince ne yapacağım ki?”
“Bunu sana söyleyemem. Daha doğrusu bunu öğrenmeye hazır değilsin henüz.”
“Tam olarak nedir bu sekizinci cisim?”
“Bunu öğrenmek istiyorsan, köşesini kıvırdığın sayfadan itibaren okumaya devam etmelisin.”

Ratko olduğu yerden uzaklaştı. Ağır adımlarla tekli koltuğa geri döndü. Sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Biraz sonra görünürden kayboldu.

Ahmet, ince pikenin altından Pervin’e doğru sokuldu. Eliyle omzuna dokundu hafifçe. Sanki Ahmet’i bekliyor gibiydi Pervin. Hemen uyandı. Saçlarının içinden geçip boynuna ateşli bir öpücük kondurdu Pervin’in. Pervin olduğu yerde doğruldu. “Uyumadın mı sen?” diye sordu Ahmet’e. Ahmet hayır dercesine başını salladı. Gözlerine yaklaştı. Derinlere doğru uzaklaştı. Kadının gözlerinin içinde sekizinci cismi gördü: “Boşluk.” Boşluk her şeyin başı, boşluk her şeyin sonu ve boşluk her şeyin ilacıydı. Boşluk bir badanaydı. Gözlerinin içinden gözyaşlarını çekip çıkardı, avucunun içine üfleyerek atmosfere bıraktı. Hafifçe gülümsedi. Dudağından öptü, olabildiğince sıcaktı. Yavaşça kulağına doğru eğildi, fısıldayarak konuştu: "Şurada alevleniyor şimşekler yakıcı biçimde / düştü patikaya yıldırım, gök gürültüs..." Aniden durdu.


Hızla kafasını çekti. Ağzına ekşi bir sıvı geldi yine. Eliyle ağzını kapadı. Bu sefer gitmeyecek gibiydi. Pikeyi savurdu üzerinden. Terliklerini giymeden koşar adımlarla banyoya yöneldi. Pervin’i öylece yatakta bıraktı. Altında yalnızca donu vardı. Pervin arkasından izledi Ahmet’i, ne olduğunu anlamadan. Ahmet koridoru geçti, ışığı yakmadı. Karanlıkta klozeti buldu. İki yanından kavradı ve kafasını deliğe soktu. Büyük bir öğürtü sesiyle beraber midesindekileri klozetin karanlığına bıraktı. Kustukça kustu. İçinden sanki bir asfalt çıkmıştı. Bütün iç organlarını tüketmiş gibiydi. Bütün oyunlar, kitaplar, elektrik faturaları, çöp vergisi, televizyon programları, kenarı aşınmış ayakkabılar, anahtarlıklar, mecburen katıldığı arkadaş buluşmaları, kadın iç çamaşırları, karikatürler, kontrol kalemleri, tornavidalar, uyarı levhaları, Hitchcock filmleri, ütü masaları, provalar, kostümler, günaydınlar, iyi geceler, iyi bayramlar, mutlu yıllar, fotoğraf makineleri, kendi çocuğunu dünyanın en güzel bebeği zanneden ebeveynler, borç senetleri, diş protezleri, doğum günü pastaları, belediye anonsları, taksi durakları, tuzluklar, futbol müsabakaları, ofsayt kararları, elektromanyetik spektrumlar, Çaykovski uvertürleri, Hendrix pentatonları, meşe palamutları, çan eğrileri, can ciğerleri, kuzu sarmaları, daktilolar, pet şişeler, mavi gözlü balıklar, asma köprüler, konut kiraları, parke taşları, asma kilitler, sınav sonuçları, koltukaltı deodorantları, halı dokumacıları, elkimyacıları, nagihanüevvelleri, Osmanlı torunları, Bizans oyunları, karbonmonoksit gazı, elektrikli süpürgeler, boya badanalar, kızartılmış ekmekler, çift kaşarlı tostlar, sinek ilaçları, profiteroller, hazır çorbalar, Anafartalar, cam silecekleri, mavi yakalılar, bulaşık deterjanları, trafik lambaları, buz patenleri, fındık kabukları, sporcu kartları, sinek kaydı tıraşlar, yel değirmenleri, tarihi eserler, peygamberler, şnorkeller, kendi yaptığı görevi dünyanın en önemli işi zannedenler, beş yüzlük banknotlar, iki yüz ellilik banknotlar, ansiklopediler, kulak memeleri, tirbuşonlar, kütüphaneler, promosyon ürünler, çanak antenler, ıslak imzalar, paraflar, kol düğmeleri, kravat tokaları, ayakkabı boyaları, libidolar, pastel boyalar, karı koca kavgaları, ses telleri, nota sehpaları, bornozlar, c vitaminleri, saray oymaları, karagözler, sola sinyaller, sağa sinyaller, rulmanlar, rahatlar, hazırollar, izin alabilme cesareti, izin vermeme küstahlığı, mesai saatleri, Frenk atasözleri, çift kırma tüfekler, beyaz gecelikler, tahta bacaklar, kardan adamlar, et dönerler, kuyrukluyıldızlar, kuyruksuzyıldızlar, taktik tahtaları, yayık ayranları, amplifikatörler, irsaliyeler, petrol yatakları, bor rezervleri, savaş uçakları, alabalıklar, milli marşlar, seçim sandıkları, adalet sarayları, tırnak törpüleri, pencere pervazları, viyadükler, müsteşarlar, boşanma davaları, avukat masrafları, siyasi haritalar, fiziki haritalar, kitap ayraçları, uzaktan kumandalar, antraktlar, tek renk çoraplar, mandallar, taş ocakları, oskar heykelcikleri, kalite yönetim sistemleri, ISO belgeleri, ticaret hukuku, masaj salonları, Emel Sayın şarkıları, Nurhan Damcıoğlu kantoları, otobüs seferleri, kraliyet aileleri, sodyum klorürler, potasyum dikromatlar, masa örtüleri, deney tüpleri, servis saatleri, ses efektleri, şemsiyeler, degradeler, çamur banyoları, gece oturmaları, kukuletalar, hediye çekilişleri, evlenme teklifleri, luna parklar, dönme dolaplar, verenoz yeşilleri, magentalar, Teksaslar, Tommiksler, tükenmez kalemler, çizgisiz kağıtlar, yaka mikrofonları, nar ekşileri, şarap şişeleri, İsveç çakıları, göz temasları, hipermetropiler, konstantiniyeler, dokuzuncu senfoniler, dört yapraklı yoncalar, mezuniyet baloları, beşamel sosları, sıraya girme ritüelleri, atlar, karıncalar, hayvanat bahçeleri, kalorifer petekleri, altın tepsiler, kafeteryalar, adisyonlar, bahşişler, ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, antiflamatuarlar, araç plakaları, şasi numaraları, seks pozisyonları, polisiye diziler, çizgi çizgi romanlar, meşin yuvarlaklar, sefer iptalleri, rötarlı uçuşlar, Frusciante hareketleri, Carnegie günlükleri, vernikli mobilyalar, şifreli kanallar, köprü trafiği, kuduz aşıları, zıpkınlar, peştamallar, kilise çanları, led ışıklar, telefon rehberleri, ansiklopediler, termometreler, bal mumları, takma bıyıklar, tül perdeler, ter kokuları, çerçeveli gözlükler, boğazlı kazaklar, insan boyu dalgalar, köpek tasmaları, küresel piyasalar, meşin yuvarlaklar, hediye paketleri, kareli gömlekler, başarı hikayeleri, kariyer planlamaları, Romalılar, açık oturumlar, kapalı gişeler, olimpiyat meşaleleri, çizmeli kediler, rüzgar gülleri, deniz kızları, davetsiz misafirler, tümsek aynalar, mutfak dolapları, Amerikan dolarları, gazete küpürleri, karanfiller, kutsal kitaplar, soykırımlar, hususi araçlar, zoraki nezaketler, hava durumları, yağlı boyalar, iç savaşlar, korkular, endişeler, umutlar, umutsuzluklar, ümitler, ümitsizlikler ve bütün kelimeler ve daha milyonlarcası… Ne varsa kustu. Kafasını çıkardı klozetten. Yere oturdu bir süre. Düşündü. Düşünmek bazen iyi geliyordu çünkü… Pervin geldi kapıya, Ahmet’e seslendi: “İyi misin?” dedi. Gayet iyiydi. Yalnızca başı dönüyordu hafifçe. Yine de derinlerde bir yerde, unuttuğu bir şey varmış gibiydi. “İyiyim.” dedi, “Sanırım içki biraz fazla geldi.”

No comments:

Post a Comment