“Tabiatta
yedi çeşit cisim olduğunu bilirsin mutlaka” dedi, “Ancak, altın, gümüş, kükürt,
kalay, bakır, kurşun ve harısinîden ibaret olan bu yedi cismin yanında bir
sekizincisi olduğunu pek az kişi bilir. Biz sekizinci cismi elde etmeye
çalışıyoruz.”
“Elkimyacıların
aradığı filozof taşı olmasın bu?”
“Hem evet,
hem hayır. Fakat birçok bilgin, filozof taşıyla belki de bizim aradığımız şeyi
kasdetmiş olabilir”.
“Peki, sizin
aradığınız bu sekizinci cisim ne?”
Ebrehe bu
soruyu işitince duraksadı. Sanki bir sırrı verip vermemekte tereddüt ediyordu.
Neden sonra gülümsedi ve fısıltıyla,
“Yaratılmamış
olan” dedi, “Biz yaratılmamış olanı arıyoruz”.
Bu cevap
Bünyamin’i afallattığında, sözlerinin bıraktığı etkiyi gören Ebrehe’nin
memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Delikanlının kafasını iyice karıştırıp, kendi
karanlık gölgesini onun zihnine sokmaya oldukça kararlıydı. Sözlerini şöyle
sürdürdü:
“Bu deyim
seni korkutmasın. Çünkü fazlasıyla basit bir şeyden bahsediyorum. ‘Yaratılmamış
olanı’ anlaman için önce ‘yaratılmış olan’ ile kastedilen şeyi bilmen yerinde
olur. Bir dokumacı için ‘yaratılmış olan’ kumaş iken, ‘yaratılmamış olan’
ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi
için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne
‘yaratılmamış olan’, ipliğe de ‘yaratılmış olan’ diye bakar. Oysa ipliğe
dokumacı ‘yaratılmamış olan’ diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı,
onu diken terzi için ‘yaratılmamış olandır’. Elkimyacı için de durum buna
benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şekilde
zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi,
kibrit de lap taşından oluşur. Dokumacının kumaşı iplikten yarattığını
biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?”
“Elbette varolmayandan
yarattı”.
“Öyleyse
nasıl ki üzerindeki elbise yünden meydana geliyorsa, içinde yaşadığımız dünya
da ‘varolmayandan’ meydana geliyor. İşte biz buna, ‘yaratılmamış olan’
diyoruz”.
***
Ahmet okuduğu sayfanın köşesini kıvırdı, kitabı
kapatıp yatağın ucundaki komodinin üzerine bıraktı. Bırakır bırakmaz kapak
tasarımıyla göz göze geldi ve ilk kez bu kadar dikkatle baktığını fark etti. Fakat
bunca dikkatine değecek seviyede bir karşılık bulamadı algısında bu eyleme. Boş
verdi. Boş verdi, çünkü aklının ulaşabileceği en uç noktada; sahip olduğu
kapağın, bir kitabın içeriği ile ilgili ne denli izlenim yaratabileceğine dair
anlamsız ve kısır döngüye dönüşmeye son derece müsait sorulardan başka bir
düşünceyle karşılaşma ihtimali yoktu. Pervin yanı başında uyuyordu şimdi ve her
nefes alışında üzerine örtülü ince beyaz pike gökyüzüne doğru yükseliyordu. Sanki aldığı hiçbir nefesi geri vermiyormuş
gibi geliyordu Ahmet’e ve git gide büyüyen bir kütleye dönüştüğünü düşünüyordu
kızın. Pervin bu şekilde büyümeye devam ederse eğer, sevişme eylemi her
seferinde daha da zorlu bir hale gelecek demekti. Oysa Pervin’in gökyüzüne
ulaşabilmesi için öncelikle evin duvarlarını delmesi gerekiyordu. Ahmet, diğer
birçok şeyi olduğu gibi, bunu da gereğinden fazla anlamlandırmaya çalışmış,
sonuç olarak yine çıkmaz bir sokakta öylece kalakalmıştı. Bu halleri, çok
yakından tanıdığı birisini andırıyordu aslında. Çok yakın, fakat çok uzak… Çıplak
ayakları başta olmak üzere, ipeksi boynunun en anlamlı kıvrımlarına kadar
uzanacak bir öpüşme silsilesi, şu durumda, dünyanın en karmaşık meselesiydi
doğrusu. Gece lambasının çelimsiz aydınlığı, odanın ancak bazı bölgelerine
yetecek kadar ışık saçabiliyordu. Acaba tamamen karanlığa mı ihtiyacı vardı?
Şimdi sırtı Ahmet’e dönüktü Pervin’in ve uzun parlak saçları yatağın orta
yerine savrulmuştu öylece. Aslında beyazlar içinde oldukça güzel gözüküyordu
gözüne. Ne yapmalıydı?
Oysa Ahmet, Pervin hakkında isminden başka elle
tutulur bir bilgiye sahip değildi. Evet! Kaç yaşındaydı? Bilmiyordu. Hatta kimdi?
Emin değildi. Bazı sorular, neredeyse hiçbir zaman cevaplanamayacakmış gibi
şekilleniyordu ister istemez. Her şeyin bir cevabı ve sebebi elbette vardı,
fakat Ahmet hem cevaplara hem de sebeplere oldukça uzaktaydı. Hayat akışındaki
koordinat düzensizliği, daha doğrusu belirsizliği, bu gibi kavram karmaşalarını
doğuruyordu işte. Gözlerini yeni bir güne onunla birlikte açabilecek kadar
hayatının içinde, neden kırmızı ojeyi tercih ettiğini bilmeyecek kadar
hayatının dışında! Çünkü olmasını arzu ettikleri, elinin altında bulunanların
kapsayamadığı bir yelpazedeydi. Arayış içinde olduğu asla söylenemezdi veya
bulunduğu gemiyi belirli bir rotada ilerletmeyi düşündüğü. Her şey tamamen
belirsiz, hatta daha ziyade manasızdı artık. Oysa manası olmayan olgulara mana
yüklemek Ahmet’in yegane marifetiydi. Sanki musluklardan su yerine zift akıyor,
marketlerde ekmek yerine taş satılıyordu. Mevsimler belirli bir çözünürlüğe
kavuşmadan sırasını savıyordu adeta ve zamanın akışı doğru bir düzlemde ilerlemiyordu.
Günler, git gide pişmemiş et gibi kokmaya başlıyordu bu rutubetli evde.
Olabildiğince sıcak ve damarlıydı. Oysa pişmiş et kokusundan da nefret ederdi
Ahmet. Yarının hangi gün olduğu sorusuna düşünmeden cevap veremezdi. Merdivenleri
ikişer ikişer çıkamazdı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Sokaktaki gürültü,
giderek azalmaya başlamıştı. Saat, güneşin doğuşuna doğru çıkılan bir
yolculuğun başlangıcını çeyrek geçiyordu hatta. Bir an için Ç.’yi özlediğini hisseder
gibi oldu yine, vazgeçti. Ç.’yi özlemenin sırası değildi şimdi. Pervin her
kimse, son derece güzel bir kadındı çünkü.
Ne yazık ki bir de Ratko vardı. Ahmet’in kitabı
bırakmasının ardından Ratko’nun lafa girmesi fazla uzun sürmeyecekti. Odanın,
gece lambasının aydınlatamadığı diğer köşesindeki tekli hasır koltuğa kurulmuş
ve bacaklarını üst üste atarak Ahmet’i izlemeye koyulmuştu. Herhangi bir anda,
müdahil olamayacağı herhangi bir durum yoktu Ratko’nun. Ahmet uyuyarak
kaçabilirdi söyleyeceklerinden ancak midesinde ciddi bir hareketlenme vardı ve
uyumak için bu devinimin yatışmasını beklemekten başka çaresi de yoktu. Kitap, Ahmet’i
uyutmak konusunda işe yaramadığı gibi, gitgide uzayacak bir konunun başlamasına
sebep olabilirdi üstelik.
Düşünceli bir şekilde konuştu Ratko: “Demek yaratılmamış
olan.” Az önce yere bıraktığı viski bardağındaki son yudumu da yuvarladı yemek
borusundan midesine ve ayağa kalkıp yatağa doğru yürüdü sessiz adımlarla.
Ahmet’e yaklaştı iyice. Pervin uyumaya devam ediyordu.
“Neden devam
etmedin okumaya?”
“Üzerinde düşünmem
gerekiyor biraz.”
Bazen düşünmek iyi geliyordu Ahmet’e. Doğru şeyi doğru
anda düşünmüyor olsa bile, ‘düşünmek’ diye bir eylemin varlığından haberdar
olduğunu hatırlaması sevindiriciydi. Fakat düşünme gereğinden dolayı değil,
uykuya dalma ihtiyacından ötürü bırakmıştı okumayı bu kez. Sözlerine biraz
yalan serpiştirmekte bir sakınca görmemişti.
“Peki, senin yaratılmamışın ne?” diye sordu Ratko.
Ahmet önce duraksadı. Konuya hakim sayılmazdı çünkü. “Bilmiyorum!” dedi.
Elbette bilmiyordu.
Dört yıldır özel bir tiyatro topluluğunda oyunculuk
yapıyordu Ahmet. Son zamanlarda, oyunlardaki repliklerinin toplamı bir sayfayı
geçmemeye başlamıştı ve kendisinden daha sonra gruba dahil olan birkaç genç oyuncunun
bazı önemli rolleri kapmasına içten içe uyuz oluyordu. Bu durum uzun zaman önce
Ç.’nin dikkatini çekmişti ve Ahmet’i uyarmayı denemişti geleceği ve yeteneğine
dair ancak aralarında çıkan tatsız birkaç kavgaya dönüşmekten ve dolaylı olarak
Ahmet’in akşamları salondaki kanepede yatmasına sebep olmaktan başka hiçbir
halta yaramamıştı bu uyarılar. Ne geleceğini değiştirebildi Ahmet ne de bir
şeyler katabildi oyunculuğuna. Hiçbir zaman Hamlet’i oynamayacağını herkes gibi
kendisi de biliyordu içten içe ancak, bunun aksine inanmaktan başka çaresi
olmadığından dolayı, büyük bir oyuncu olma hayalini canlı tutmak daha çok işine
geliyordu ister istemez. Bazen gerçeği kabullenmeyi tercih etmez insanoğlu ve
gerçekleşmeyeceğini bilse de bir hayalin peşinde koşmak her zaman daha caziptir
diğerine göre. Gerçekler acı, hayaller ise tatlıdır çünkü. Bu algı
yanılsamasının kırılabildiği anda, birbirine tamamen zıt durumda bulunan iki uç
noktaya sürüklenebilir insan, farkında olamayacağı bir şekilde. Yolda yürümek,
kişinin varmak istediği hedefe ulaşması için yeterli seviyede bir ivme
sağlamıyorsa eğer, ya koşmaya başlar insan ya da yolun ortasında kalmamak için
geldiği yere geri dönmek zorunda hisseder. Bu tam olarak bir tercih meselesi
değildir fakat kişi, yolculuğun sonucunda gelinen noktayı aslında tercih
meselesiymiş gibi algılar. Ya hedefi küçültür zihninde ya da en başından
hareket aldığı noktayı yüceltir. Ve buna başkalarından önce kendisi inanır ne
yazık ki.
Ne hissettiğini tanımlayamadığı bir dönemdeydi aslında.
Ç. varken başına böyle bir durum gelmemişti hiçbir zaman. Bir şey hissediyordu
ancak bu hissettiğinin ne olduğunu, bunun neyin sonucu doğduğunu bir türlü
çözemiyordu. Sartre’ın ‘Bulantı’ diye tasvir ettiği, bunun gibi bir şey miydi?
Emin değildi. Ahmet’in bilincinde akrep ve yelkovanın simgesel bir karşılığı
yoktu. Bu ikili, zamanın tekerlekleriydi ona göre. Onlar dönmezse, hayat
duracaktı adeta. Oysa hayatın ilerlediğini söylemesi çok daha güçtü. İşin bir
diğer tarafı, hayat gerilemiyordu da. İhtimallerin en kötüsüydü başına gelen; hayat
öylece kalakalmıştı olduğu yerde. Peki, Ahmet için kum saatleri artık bir şey
ifade etmiyor muydu? Yelkovanın kadranda tam tur atmasıyla, üst haznedeki
kumların alta dökülmesi arasında nasıl bir fark vardı? Üç aydır herhangi bir
ödeme alamamıştı tiyatrodan ve hakkında, adından başka herhangi bir bilgiye
sahip olmadığı Pervin’in ne zamandır yatağına girip çıktığını da hatırlamıyordu.
Yoksa bu kıza evin yedek anahtarlarını da mı vermişti? Ortada bir senaryo ve buna
bağlı yazılmış bir metin muhtemelen vardı. Ancak Ahmet’in oynadığı sahne, bir başka
oyuna aitti sanki. Dörtgen legoyu üçgen yuvaya sokmaya çalışmanın manasızlığı
gibiydi durumu. Bazen durup durup kendine “Ne yapmalı?” diye sorduğu oluyordu. Cevap
verebildiği söylenemezdi. Peki, ne yapmalıydı?
Badana mı yaptırsaydı? Belki şampanya rengi… Belki
rutubeti alırdı. Evin içindeyken duvarların arasına sıkışmış, evin dışındayken
duvarların arasından ötelenmiş gibi hareket ediyordu. Duvarlar… Duvarlar söz
sahibiydi. Kaçabileceği bir yer yoktu sanki. Ahmet kaçamadı ama Ratko kovaladı.
Ratko kovalamaya devam etti ancak Ahmet yine kaçamadı. Ç.’yi özlediğini
hatırlıyordu sık sık, bir türlü kaçamıyordu bu düşünceden de. Farkında olmadan
Tom Waits plağı koyuyordu pikaba, tamamen farkında olarak ve bilinçli bir şekilde
bütün Fiyodor romanlarını atıyordu çöpe. Yeni açılan bütün bira şişelerinden
ilk yudumu onun için alıyordu. Bazen bir resme başlıyor, fakat resimleri bir
türlü istediği gibi bitiremiyordu. Vitrindeki şarap bardaklarının dibini toz
kaplamıştı ve ne tozdan ne de rutubetten kaçamaz olmuştu. Pervin’i defalarca
öpmüştü sırtından ve kasıklarından, kulağına kızın şimdiye kadar duyduğu en
güzel sözleri fısıldamıştı ancak evin muhtelif köşeleri rutubet tutmaya,
parkenin üzerindeki toz katmanı giderek yükselmeye devam ediyordu. Toz ve
rutubet… Günler, duvarların arasında bu ikisini yaşatıyordu yalnızca. Kaçabilmek!
Kaçabilmek ne demekti? Nereden nereye kaçmalıydı insan? Dişli takımı makineyi
döndürüyordu ancak yürüyen aksamları yağlanmamaya devam ettikçe makinenin aşınması
kaçınılmazdı. Aşınan makine elbet bir noktada durmaya mahkum olacaktı.
Ratko gözlerinin içine doğru süzüldü Ahmet’in.
“Kelimeler…” dedi. “Senin
yaratılmamışın!”
Bu sözün üzerine Ahmet bir saniye boyunca, belki de
daha kısa bir sürede; karşılığında para alarak sahneye çıktığı ilk oyunu
hatırladı. O zaman Ç. henüz hayatına girmemişti. Bir mübaşiri canlandırıyordu
ve iki perdelik oyundaki tek mahkeme sahnesinde, klasik mübaşir
karakterlerinden alışılagelmiş bir şekilde davacı ile davalıları çağırmaktan ve
farklı olarak yönetmenin seyirciden reaksiyon almayı umarak hakim karakterine
yazdığı espriye lafı paslamaktan başka bir görevi de yoktu. Üstelik pasladığı
bu espri ne kahkaha ne de alkış alabilmişti. Buna rağmen yüzünde kocaman bir
tebessümle selamlamıştı seyirciyi oyunun sonunda. Başrol karakterini
canlandıran Selçuk Temiz, kuliste yanına gelip “Aferin, böyle devam et.”
diyerek sırtına vurduğunda yaşadığı gururu, bundan sonraki bütün kötü
performanslarını unutmak için bir silah olarak kullanacaktı. Oysa Temiz’in bu
davranışı, tamamen gelişigüzel cereyan etmişti. Ahmet’te herhangi bir ışık
gördüğünden ve böyle devam etmesi sonucunda büyük bir yeteneğe dönüşeceğine
olan inancından dolayı değil.
Yine de Ahmet artık performansı için kendisine para
ödenen bir tiyatrocuydu. Yol boyunca sahil şeridinden ilerleyen dolmuşun
camından denizi ve o denizin içinde gördüğü geleceğini izleyerek eve döndü. Belki
bugün dolmuşla dönüyordu eve ama yarın şartların değişeceğine dair olan
düşünceleri sabitti. Belki bugün oynadığı, küçük bir yan roldü ancak başlangıç
için hiç de fena sayılmazdı. Kendine olan güveni oldukça yüksekti. O artık
profesyonel bir tiyatrocuydu. Yaklaşık elli kişi o akşam Ahmet’in, mübaşir
kostümünün içinden tiyatro dünyasına bir güneş gibi doğduğu ana şahitlik
etmişti, farkında olmasalar da. Çantasını fırlattı, hızlıca pantolonunu ve
çoraplarını çıkardı. Altında yalnızca donu vardı. Yatak odasına gitti, aynanın
karşısında dikildi. Saniyeler sonra dünya tiyatro tarihinin en unutulmaz
bireysel performanslarından birine imza atacaktı ve buna şahitlik edecek hiç
kimse yoktu. Günün birinde tek kişilik gösterilere başladığında bu performansı
oyunun temel metni haline getirmeye kararlıydı. Hiçbir zaman tek kişilik bir oyun
oynamayacak olması ve artık bu ihtimalin yakınından bile geçemiyor oluşu ise
olayın henüz bilinmeyen fakat acıklı bir gerçeğiydi. Aynadaki görüntüsüyle göz
göze geldi. Hayli genç gözüküyordu bugüne nazaran. Olacaklardan habersizdi. Yutkundu.
Yer: Yatak Odası Tiyatrosu. Suare, saat 22:00. Sahne
tamamen karanlıktı ve uyarı anonsunun ardından tıka basa dolu olan salon adeta
ölüm sessizliğine gömülmüştü. Ağır adımlarla ilerledi, orta noktaya kadar
geldi. Spotlar birden bire parladı. Seyirci büyük bir alkış seliyle karşıladı
Ahmet’i. Ahmet başıyla, olabildiğince mağrur bir şekilde selamladı kalabalığı.
Oyununun adı “Juliet’i Anlatıyorum”du. Şimdilik. Birazdan bu küçük sahnede
devleşecekti.
“Juliet’i
anlatıyorum. Julietsizim, yağmur pencereden sekiyor ve Juliet benden muaf…
Masmavi gökyüzü kadar uzak, yosun kaplı denizler kadar derin, yeşili yeşil
yapan ormanlar kadar canlı. Yarısı ısırılmış bir elmaşekeri kadar tatlı… Minik
bir avuç içi, işte bu kadar, terli… Ve galaksi yerli yerinde, sistematik bir
yörüngede, gayet aritmetik bir varoluş… Bak Juliet, bunlar ellerim. Sana
dokunduğum, her santimetrekarene parmak izimi nakşettiğim elbebeklerim… Juliet
bak bunlar şiirlerim. Söylemeye utandığım, gözlerimi gözlerinden kaçırmadan
eritemediğim yangın sözlerim. Kulaklarına aşina, gideceği yolu ezber etmiş katmerli
şiirlerim bunlar benim… Peki, sen şimdi kimin gözlerinde yansıyorsun? Seninle
ilk öpüştüğümüz pasajın sıvası dökülmüş duvarlarının gölgesinde kimin ellerini
okşuyorsun? Kulağına bir yalancı türkü fısıldanıyor; iğrenç, paslı, tamamıyla
geçersiz, türkü bile değil, anlamıyorsun. Şimdi o adama sevdiğini haykıran
dudaklarını kaç kez öptüm, bilmiyor musun, ona sarılırken sırtında taşıdığın
elbiseyi kaç kez çıkardım üzerinden, hatırlamıyor musun? Juliet’i anlatıyorum.
Julietsizim, enseme kar yağıyor… Beyoğlu’nda bir kaldırım taşıyım, üzerimden
yüzyıllar geçiyor, insan seli, Bizanslılar… Her otuz altı numara ayakkabıda
sızlıyor kalbim, tutamıyorum. Sen şimdi o adamla oturmuş bir kadehten rakı
içiyorsun Juliet, masanız cam kenarında, caddeye bakıyor, ben yürüyorum
Galata’ya doğru, üzerine bastığım her kaldırım taşında daha çok seviyorum seni,
tutamıyorum. Böyle durumlarda insan daha çok seviyor özlemeyi, bütün kesitlerde
bir yaşanmışlık keşfediliyor, adının büyüsü, parfümünün kokusu, lanet olsun
sevişmelerin sırası; bir bir gözümde canlanıyor. Avluda çiçeklerin sureti
aksıyor gökyüzüne doğru, Juliet buradan geçti biliyor musunuz, Juliet buradan
geçerken elim omzundaydı. Juliet bak bunlar gözlerim, kimse bakamaz sana benim
gibi. Biraz sonra, az sonra, yuvalarından sökeceğim gözlerimi ve pul pul
dökeceğim masaya gözlerimi, gözbebeklerimi. İçinden çıkaracağım seni görme
yetisini gözlerimin. Sonra bunu dört paraya bir dilenciye satacağım, şeker
bayramında, çünkü beş para etmiyor artık seni görebilmelerim. Topal dilenci
para karşılığında bir şey alacak hayatında ilk defa. Bunun öznesi sen olacaksın
ne yazık ki. Juliet’i anlatıyorum. Julietsizim, gümüş bir tepsinin içinde
servis ediliyorum, yanımda bir bardak su. İlk tanıştığımız günlerdeki gibi
giyiniyorum artık. Aynı şarkıları dinliyorum hala. Ellerim yine oksijen
kokuyor, belki hatırlarsın. Hatırlar mısın Juliet çiçekçi tezgahlarını
dolaşırdık da, hiçbir çiçeği yakıştıramazdım sana. Unuttun mu sana en çok beyaz
yakışırdı? Ben artık, en az Beethoven kadar nefret ediyorum tanrıdan.
Bilmiyorum ki sen artık hangi renk giyiniyorsun. Saçlarını ne tarafa tarıyorsun
haberim yok. Senin tanrın kiminle hesaplaşıyor bugünlerde? Hangi çiçeklerin
yanına konuyorsun, sakın söyleme bana. En az ilk günkü kadar güzelsin bundan
şüphe duymuyorum Julietçiğim. Şimdi kim değerlendiriyor bunca güzelliğini, seni
doyasıya koklama şerefine nail olan hangi vitaminsiz merak ediyorum. Titrek bir
incir ağacı, gümüşten altına doğru işleyen bir renk karmaşası, sandalyenin
halıya gömdüğü izler kadar kalıcı; vazgeçtim, merak etmiyorum elini beline
dolayan biçimsizi. Gidişini hatırlıyor musun? Gökyüzünün alabildiğine saydam
olduğu, soğuk kış mavisinin sıcak güz sarısına meydan okuduğu, mevsimsel kavramların
uzağında antiseptembır bir zaman dilimi. Adım atmak bin para, atmasan
kalabilmen mümkün değil, öyle mi? Gidişini hatırlıyor musun Juliet? Duvarın
dibinden bir ceylan gibi sekerek uzaklaştığın o altı kırk beşi, gözlerini bir
kez olsun gözbebeklerime değdirmediğin o çarşambayı, unutabildin mi? Nereye
doğru sektin ki öyle? Gidişini anlatıyorum. Gidişin benim kalamayışımdır. Bir
söz söylüyorum, cümle olmaya niyetli değil, saçılıyor öylece atmosferin en kalp
atışlı noktalarına. Sözlerden cümle yapan biri elbet bulunur. Benim işim değil
bu. Gitme diyemiyorum ki, gitmemen mümkün gözükmüyor çünkü. Juliet, bak bunlar gözyaşlarım. Biriktir
gözyaşlarımı. Bozdurup satarsın kapalı çarşıda, pahada değerlidir. Sapla
göğsüme artık şu kılıcı, suretim duruyor öylece bak tam karşında. Juliet’i
anlatıyorum dokuz dilde. Dokuz dilde anlatıyorum, dokuz dilde yine Julietsizim.
Sonbaharda yapraklar lekeli, mevsimler yine belli belirsiz bu zamanlarda.
Juliet o yanındaki adamı tanıyorum, ismi dokuz dilde Romeyo.”
Yutkundu. Tiyatro tarihine damga vuracağını ve
binlerce kez sahneleyeceğini düşündüğü tek kişilik gösterisinin ilk taslağını
sergilemişti ve buna şahitlik eden herhangi bir insanoğlu olmadı. Hafifçe selam
verdi. Gözleri dolu doluydu. Kısa bir konuşma yapması gerekseydi eğer, titreyen
zayıf sesiyle konuşmak zorunda kalacaktı. Neyse ki konuşmasına gerek yoktu. Kulise
gitmedi. Dişlerini fırçaladı. Işığı kapattı ve gidip uyudu.
“Hangi
kelimeler?” diye sordu Ahmet.
“Bütün
kelimeler!”
“…”
“Bütün
kelimeler senin için var.”
Ahmet istemsizce geğirdi. Bulantının sesiydi bu. Az
önce komodinin üzerine bıraktığı kitabın kapağına baktı bir kez daha. Bakmaya
devam ettikçe içine çekiliyor gibi hissetti, ağzına ekşi bir sıvı geldi.
Kafasını çevirdi. Dudaklarını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve başını iki yana sallayarak
serzenişte bulunur gibi bir izlenim yarattı.
“Ratko, midem
bulanıyor. Seninle konuşacak durumda değilim. İzin verirsen şimdi uyuyacağım.
Daha sonra anlatırsın ne anlatacaksan. Kitabı da uykum gelsin diye okuyordum
zaten. Merakımdan dolayı değil.”
“Mideni
bulandıran şeyin ne olduğunu biliyorum.”
Sıkıldığını belli eden bir ifadesi vardı Ahmet’in.
“Öyle mi? Nedir?”
“Her şey!”
“Alkol olamaz
mı? Ben öyle sanıyorum.”
“Hem evet,
hem hayır. Belki içtiklerin. Belki içmediklerin. Belki okudukların. Belki okumadıkların.
Her şey Ahmet. Hayatında olan, olmaya devam eden, olmayan ve olmamaya devam eden
bütün şeyler. Provaya giderken bindiğin dolmuşa ödediğin para, ezberlemek
zorunda olduğun o içi boş metin, canlandırdığın karakter sakalsız olduğu için
her gün tıraş olmak zorunda kalman, yürüdüğün yol, izlediğim film, dinlediğin
şarkı... Her şey. Etraftaki bütün cisimler. Kumaşlar, tahtalar, betonlar,
yiyecekler, kitaplar… Cisimlerden öte bütün soyut kavramlar da. Hepsi.”
“Sekizinci
cisim de mi?”
“Sekizinci cisim
senin kurtuluş biletin!”
“…”
“Ama bundan
kilometrelerce uzaktasın. Yüksek bir kayadan suyun içine atlayacaksın fakat
suyun dibi o kadar çok bulanık ve öylesine çamurlu ki, suyun derin mi yoksa sığ
mı olduğunu anlayamıyorsun. Atlama riskini zaten hiçbir zaman göze alamadın. Oysa
o kadar çok istiyorsun ki o suya dalmak. Olabildiğince serinlemek. Bir yanda
masmavi gökyüzü olsa, diğer yanda yemyeşil doğa. Berrak bir su istiyorsun, diliyorsun
ki olsun. Hepimiz isteriz bunu fakat şartlar öyle değil ne yazık ki. Ve bu şartların
yaratıcısı senden başkası da değil. Öyle sanıyorsun, ama emin ol, değil. Korkuyorsun
çünkü. Öylece bekliyorsun, elinde kuru, gevrek bir dal tutarak. Bekliyorsun ki
dal kırılsın da düşebilesin. Bekliyorsun ki eylem, senin isteğin dışında
gerçekleşsin, sen olanlara maruz kalasın. Herhangi bir karar vermiş olmaktan
korkuyorsun. Bir şey soracağım, Ç.’yi özlüyor musun?”
Ahmet tedirgin oldu. Her ne cevap verirse versin,
Ratko’nun doğru olanı bildiğine emindi. Önce tavana baktı, sonra Pervin’e. Sesi
çatallıydı konuşurken. Belki de Pervin’i uyandırmamak için kısık sesle
konuşmaya çalışıyordu. Oysa Ratko’nun söylenenleri duyması için Ahmet’in
konuşmasına gerek yoktu. Saate baktı. Saat gecenin sonuna doğru çıkılan
yolculuğun bitişine çeyrek vardı.
“Özlemiyorum…”
Yalandı.
“Kelimeler
Ahmet... Yeryüzündeki bütün varlıkların kelimebilimsel bir karşılığı vardır.
Kelimeler, doğanın en çok tüketilen elementleridir. Sana daha önceden yazılmış
bir senaryo getirilir. Doğru mu? Bunu ezberlersin ve insanlara, bir başkasının
anlatmak istediklerini kelimeler aracılığı ile aktarırsın. Senin için o kelimelerin
nasıl yazıldığı, neyden üretildiği çok da önemli değildir. Nasıl ki bir
dokumacı için iplik, bir elkimyacı için lap taşı yaratılmamış olansa, senin için
de kelimeler yaratılmamış olandır. Ancak bir yazar için yaratılmış olandır
kelimeler. Fakat hayat bir Shakespeare oyunu kadar gerçekdışı değil, aksine
tamamen gerçektir. Acı da, özlem de, korku da, kahkaha da… Gerçektir. Bu yüzden
o ‘yaratılmayan’ her zaman yeterli olmaz anlatmak istenileni yansıtmaya. Bazen
öylesine yetersiz kalır ki kelimeler. Bazen öylesine anlatasın gelir de,
‘neyse’ deyip geçmek zorunda kalırsın ya, çünkü bilirsin; anlatmak istediğin
şeyin sende doldurduğu boşluk, o lanet olası harflerin yan yana gelmesiyle
ifade edilemeyecek derecede derindir. Bu yüzdendir ki acı, kelime ve kükürdün
bileşkesiyle ifade edilmek zorundadır, tıpkı mutluluğun da kelime ve sodyumun
birleşmesiyle meydana gelmesi gibi. Tüm soyut gerçekler, iki elementin
birleşmesiyle var olur; kelimeler, tek başına yeterli olmaz duyguları anlatmaya.
Bir elmayı, onu ifade eden kelimeyi kullanarak tasvir edebilirsin. Başka bir
yardımcıya ihtiyacın yoktur. Çünkü basit bir elma, sana olduğundan daha
fazlasını vaat etmez. Fakat soyut kavramlarda durum tam tersidir. Duygular bir
bileşkedir. Bu, yaratılmış olandır. Fakat unutma ki, yaratılması en kolay,
tasvir edilmesi en zor ve atmosferde en yoğun biçimde bulunan ve dolayısıyla en
fazla maruz kalınan soyut kavram da acıdır. Acı yalnızca, bir biber salçası
üreticisi için yaratılmamış olandır. Senin yaratılmamış olanın, kelimelerdir.”
“Peki ne
yapmalıyım?”
“Kurtulmalısın.
Yaşayabileceğin yalnızca tek bir hayatın var ve bunu neredeyse harcamak
üzeresin. Seni çepeçevre saran bu kabuktan sıyrılmalı, bu şansın ikinci kez
eline geçmeyeceğinin farkına varmalısın. Kurtulmak içinse sekizinci cisme
ihtiyacın var. Bir şekilde bunu elde etmelisin. Ancak o zaman anlayabilirsin ne
yapman gerektiğini.”
“Onu elde
edince ne yapacağım ki?”
“Bunu sana
söyleyemem. Daha doğrusu bunu öğrenmeye hazır değilsin henüz.”
“Tam olarak
nedir bu sekizinci cisim?”
“Bunu
öğrenmek istiyorsan, köşesini kıvırdığın sayfadan itibaren okumaya devam
etmelisin.”
Ratko olduğu yerden uzaklaştı. Ağır adımlarla tekli
koltuğa geri döndü. Sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Biraz sonra
görünürden kayboldu.
Ahmet, ince pikenin altından Pervin’e doğru sokuldu.
Eliyle omzuna dokundu hafifçe. Sanki Ahmet’i bekliyor gibiydi Pervin. Hemen
uyandı. Saçlarının içinden geçip boynuna ateşli bir öpücük kondurdu Pervin’in.
Pervin olduğu yerde doğruldu. “Uyumadın mı sen?” diye sordu Ahmet’e. Ahmet hayır
dercesine başını salladı. Gözlerine yaklaştı. Derinlere doğru uzaklaştı.
Kadının gözlerinin içinde sekizinci cismi gördü: “Boşluk.” Boşluk her şeyin
başı, boşluk her şeyin sonu ve boşluk her şeyin ilacıydı. Boşluk bir badanaydı.
Gözlerinin içinden gözyaşlarını çekip çıkardı, avucunun içine üfleyerek
atmosfere bıraktı. Hafifçe gülümsedi. Dudağından öptü, olabildiğince sıcaktı.
Yavaşça kulağına doğru eğildi, fısıldayarak konuştu: "Şurada alevleniyor
şimşekler yakıcı biçimde / düştü patikaya yıldırım, gök gürültüs..." Aniden
durdu.
Hızla kafasını çekti. Ağzına ekşi bir sıvı geldi yine.
Eliyle ağzını kapadı. Bu sefer gitmeyecek gibiydi. Pikeyi savurdu üzerinden.
Terliklerini giymeden koşar adımlarla banyoya yöneldi. Pervin’i öylece yatakta
bıraktı. Altında yalnızca donu vardı. Pervin arkasından izledi Ahmet’i, ne
olduğunu anlamadan. Ahmet koridoru geçti, ışığı yakmadı. Karanlıkta klozeti
buldu. İki yanından kavradı ve kafasını deliğe soktu. Büyük bir öğürtü sesiyle
beraber midesindekileri klozetin karanlığına bıraktı. Kustukça kustu. İçinden
sanki bir asfalt çıkmıştı. Bütün iç organlarını tüketmiş gibiydi. Bütün
oyunlar, kitaplar, elektrik faturaları, çöp vergisi, televizyon programları,
kenarı aşınmış ayakkabılar, anahtarlıklar, mecburen katıldığı arkadaş
buluşmaları, kadın iç çamaşırları, karikatürler, kontrol kalemleri,
tornavidalar, uyarı levhaları, Hitchcock filmleri, ütü masaları, provalar,
kostümler, günaydınlar, iyi geceler, iyi bayramlar, mutlu yıllar, fotoğraf
makineleri, kendi çocuğunu dünyanın en güzel bebeği zanneden ebeveynler, borç
senetleri, diş protezleri, doğum günü pastaları, belediye anonsları, taksi
durakları, tuzluklar, futbol müsabakaları, ofsayt kararları, elektromanyetik
spektrumlar, Çaykovski uvertürleri, Hendrix pentatonları, meşe palamutları, çan
eğrileri, can ciğerleri, kuzu sarmaları, daktilolar, pet şişeler, mavi gözlü
balıklar, asma köprüler, konut kiraları, parke taşları, asma kilitler, sınav
sonuçları, koltukaltı deodorantları, halı dokumacıları, elkimyacıları,
nagihanüevvelleri, Osmanlı torunları, Bizans oyunları, karbonmonoksit gazı, elektrikli
süpürgeler, boya badanalar, kızartılmış ekmekler, çift kaşarlı tostlar, sinek
ilaçları, profiteroller, hazır çorbalar, Anafartalar, cam silecekleri, mavi
yakalılar, bulaşık deterjanları, trafik lambaları, buz patenleri, fındık
kabukları, sporcu kartları, sinek kaydı tıraşlar, yel değirmenleri, tarihi
eserler, peygamberler, şnorkeller, kendi yaptığı görevi dünyanın en önemli işi
zannedenler, beş yüzlük banknotlar, iki yüz ellilik banknotlar, ansiklopediler,
kulak memeleri, tirbuşonlar, kütüphaneler, promosyon ürünler, çanak antenler, ıslak
imzalar, paraflar, kol düğmeleri, kravat tokaları, ayakkabı boyaları, libidolar,
pastel boyalar, karı koca kavgaları, ses telleri, nota sehpaları, bornozlar, c
vitaminleri, saray oymaları, karagözler, sola sinyaller, sağa sinyaller,
rulmanlar, rahatlar, hazırollar, izin alabilme cesareti, izin vermeme
küstahlığı, mesai saatleri, Frenk atasözleri, çift kırma tüfekler, beyaz
gecelikler, tahta bacaklar, kardan adamlar, et dönerler, kuyrukluyıldızlar,
kuyruksuzyıldızlar, taktik tahtaları, yayık ayranları, amplifikatörler, irsaliyeler,
petrol yatakları, bor rezervleri, savaş uçakları, alabalıklar, milli marşlar,
seçim sandıkları, adalet sarayları, tırnak törpüleri, pencere pervazları,
viyadükler, müsteşarlar, boşanma davaları, avukat masrafları, siyasi haritalar,
fiziki haritalar, kitap ayraçları, uzaktan kumandalar, antraktlar, tek renk çoraplar,
mandallar, taş ocakları, oskar heykelcikleri, kalite yönetim sistemleri, ISO
belgeleri, ticaret hukuku, masaj salonları, Emel Sayın şarkıları, Nurhan
Damcıoğlu kantoları, otobüs seferleri, kraliyet aileleri, sodyum klorürler,
potasyum dikromatlar, masa örtüleri, deney tüpleri, servis saatleri, ses
efektleri, şemsiyeler, degradeler, çamur banyoları, gece oturmaları, kukuletalar,
hediye çekilişleri, evlenme teklifleri, luna parklar, dönme dolaplar, verenoz
yeşilleri, magentalar, Teksaslar, Tommiksler, tükenmez kalemler, çizgisiz
kağıtlar, yaka mikrofonları, nar ekşileri, şarap şişeleri, İsveç çakıları, göz
temasları, hipermetropiler, konstantiniyeler, dokuzuncu senfoniler, dört
yapraklı yoncalar, mezuniyet baloları, beşamel sosları, sıraya girme
ritüelleri, atlar, karıncalar, hayvanat bahçeleri, kalorifer petekleri, altın
tepsiler, kafeteryalar, adisyonlar, bahşişler, ağrı kesiciler, ateş
düşürücüler, antiflamatuarlar, araç plakaları, şasi numaraları, seks
pozisyonları, polisiye diziler, çizgi çizgi romanlar, meşin yuvarlaklar, sefer
iptalleri, rötarlı uçuşlar, Frusciante hareketleri, Carnegie günlükleri,
vernikli mobilyalar, şifreli kanallar, köprü trafiği, kuduz aşıları, zıpkınlar,
peştamallar, kilise çanları, led ışıklar, telefon rehberleri, ansiklopediler, termometreler,
bal mumları, takma bıyıklar, tül perdeler, ter kokuları, çerçeveli gözlükler,
boğazlı kazaklar, insan boyu dalgalar, köpek tasmaları, küresel piyasalar, meşin
yuvarlaklar, hediye paketleri, kareli gömlekler, başarı hikayeleri, kariyer
planlamaları, Romalılar, açık oturumlar, kapalı gişeler, olimpiyat meşaleleri, çizmeli
kediler, rüzgar gülleri, deniz kızları, davetsiz misafirler, tümsek aynalar, mutfak
dolapları, Amerikan dolarları, gazete küpürleri, karanfiller, kutsal kitaplar,
soykırımlar, hususi araçlar, zoraki nezaketler, hava durumları, yağlı boyalar,
iç savaşlar, korkular, endişeler, umutlar, umutsuzluklar, ümitler,
ümitsizlikler ve bütün kelimeler ve daha milyonlarcası… Ne varsa kustu. Kafasını
çıkardı klozetten. Yere oturdu bir süre. Düşündü. Düşünmek bazen iyi geliyordu
çünkü… Pervin geldi kapıya, Ahmet’e seslendi: “İyi misin?” dedi. Gayet iyiydi.
Yalnızca başı dönüyordu hafifçe. Yine de derinlerde bir yerde, unuttuğu bir şey varmış gibiydi. “İyiyim.” dedi, “Sanırım içki biraz fazla geldi.”
No comments:
Post a Comment