Mar 15, 2015

İstasyon

(Şarkı: Athena - Kayıp)

İstasyonun kulak tırmalayan keskin sireniyle açtım gözlerimi. Daha inmeme var gibi duruyordu. Oturmaya devam ettim. Uyuduğumu düşünmüyordum aslında ki uzun zamandır uyuyabildiğime olan inancım da yok denecek kadar azdı. Tam olarak doğru ifadesini bilmesem de uyurgezerlik diye tanımlayabilirdim en fazla bu durumu, uyurgezerliğin böyle bir şey olmadığının farkındaydım yine de; ancak yanımda, buraya ne zaman veya hangi durakta geldiğini bilmediğim yaşlıca bir adamın oturduğunu gördüm gözlerimi açtığımda, belki biraz içim geçmişti. Bindiğimde kimse yoktu. Adamın eski model şapkası, kalın çerçeveli gözlükleri ve sinekkaydı tıraş edilmiş kırışık yüzü ilk dikkat çeken özellikleriydi. Gözlerimi açınca ister istemez toparlandım elbette ve hareketlendiğimi fark edince okuduğu gazeteden başını kaldırıp yüzüme doğru baktı. Birkaç saniye göz göze geldik. Şapkasına sığmayan saçları daha önce oksijen suyuyla sarartılmış olmasına rağmen çoğunlukla beyazdı ve kahverengi keten ceketi dizlerine kadar uzanıyordu. “Rahatsız etmedim ya!” dedi. Olumsuz bir durumu ifade etmeyen küçük bir mimikle gülümsedim. Görüntüsü uzun yıllar önce emekli olmuş bir albayınkine benziyordu. Uzun boyu, temiz pantolonu ve boyalı ayakkabıları bunun bir göstergesi olabilirdi. Ellerinde kabaran damarların moru, yılların biriktirdiği yaşanmışlıkların izdüşümüydü. Fakat emekli albaylar tanımadığı kişilerle konuşmaya gelişigüzel karar vermezlerdi. Muhtemelen apartman yöneticisi olurlardı emekli albaylar ve davranışlarını sevmedikleri bazı komşularını hiç tanımadığı başka insanlara şikayet etmenin görünmez hayaletlere ateş etmek gibi anlamsız olduğunu bilirlerdi. Konuşacak başka da bir konuları olmazdı genellikle. Kahramanlık hikayeleri anlatacak albayların sayısı da nesli tükenen kutup hayvanları gibi git gide azalıyordu zaten. Yaşlı adam yine de konuştu benimle. Adam ya istisnaların kaideyi bozmayacağının bir örneğiydi ya da değil albay, çürük raporu alıp askere gitmeyecek kadar nizamiyeden uzak sivil bir vatandaştı. “Yolculuk ne tarafa?” diye sordu gözünü gazeten kaldırmadan. Trenin gittiği taraf gayet açık değil miydi yoksa? Durdum. Bakışlarımı anlamsız bir noktada sabitledim. Düşündüm… Bilmiyordum! Nasıl olur? Nereye gittiğimi nasıl bilmezdim? Etrafıma baktım. Söylesenize, neredeydim? Birbirine kavuşturduğum ellerimi ayırdım. Kamburlaşan sırtımı doğrulttum. Kaçamak cevaplar vermekten başka bir şansım yoktu. Adam belki emekli albaydı ve eğer benim hırsız, katil veya başka bir şey olduğumu düşünürse askeri kimlik kartını gösterip rahatça emniyete şikayet edebilecek özgüvene sahipti. Polisler de bana değil ona inanırlardı doğal olarak. Küçük bir öksürükle boğazımı temizledim. “Güneye” dedim. Der demez başımı camın dışından yavaşça akan şehrin yansımasına çevirdim. Eğer ben güneye gidiyorsam şehir kuzeye doğru akıyordu. Oysa güneyin ne tarafta, batının hangi yönde olduğunu bırakın bilmeyi, tahmin edecek durumda bile değildim. Adamın güldüğünü duydum bu esnada. “Hiçbir yere gitmediğini biliyorum” dedi, “Nerede olduğunu da.” Anlamsızca duraksadım. Hayır, duraksamam anlamsızca değildi, anlamsız olan duraksama biçimimdi. “Tuvaletin ışığını açık unuttun” dedi. Tuvalete gitmemiş olmam bir yana, henüz trende tuvalet olduğunu bile bilmiyordum. İtiraz etmeliydim. “Hayır, tuvaleti kullanmadım.” Kendinden emin bir şekilde gülmeye devam etti. Gazeteyi her seferinde ortadan olmak üzere iki kez katladı, dizlerinin üzerine koydu. “Çok mu özlüyorsun?” diye sordu. İş giderek karmaşıklaşmaya başlamıştı. Deli olabilirdi, muhtemelen ne dediğinin farkında değildi. Cebinden bıçak çıkarıp bana saplama ihtimali küçümsenmeyecek kadar çoktu. Etraftaki diğer insanlara baktım. Kimisi uyuyor kimisi bakışlarını cama dikmiş dışarısını seyrediyordu. Henüz çığlık atıp yardım istemek için çok erken olduğuna kanaat getirdim. “Bir süre sonra ne varsa duvarların arasında sıkışıp kalır zaten” dedi. Dudaklarımı ısırarak dinlemeye koyuldum. “Herhangi bir kaçış noktası kalmaz kaybolanın. Ne aydınlığı karanlıktan ayırabilir, ne de sesi sessizlikten. Çünkü kaybolanlar için sessizlik bir tür konuşma biçimidir. Duvarların içinden yayılan veri akışı durmaksızın devam eder. Yeri gelir kitabın içinden çıkar birisi konuşur, yeri gelir çamaşır makinesinden, bazen tıraş makinesinden, kalem açacağından... Fark etmez. Bu normaldir. Deli olmanın olağan bir sonucudur. İnsan kayboldukça delirir çünkü.” İstemsizce yutkundum. “Ben delirdim mi?” diye sordum. Yaşlı adam gözlüğünü çıkardı. Belli belirsiz tısladı. Kaşlarının yersiz uzunluğu beni tedirgin etmişti… Ki… “Ding dong.” Kapının zamansız çalışıyla açtım gözlerimi. Uyumuyordum aslında. Ben zaten uzun zamandır hiç uyumamıştım. Polisler gelmiş olabilir miydi? Kalktım. Kapıya yönelmeden önce tuvaletin açık olan ışığına takıldı gözüm. Saatin kaç olduğunu idrak etmem şu durumda mümkün değildi. Kapıyı açtım. Kısa boylu, otuzlu yaşlarının ortasında olduğu belli olan az saçlı bir adam vardı karşımda. “Merhaba” dedi, “Ben alt komşunuzum.” “Buyurun” dedim. Devam etti: “Bazen fazla gürültü oluyor da, küçük çocuğumuz var, daha dikkatli olmanız mümkün mü?” Bir yanlışlık olduğuna emindim. Gürültüden kastı neydi, bilemedim. Muhtemelen ikimizin algısında farklı ifadeleri temsil ediyordu gürültü başlığı. O esnada albayın sorduğu soruya gitti aklım: “Çok mu özlüyorsun?” Buna cevap vermek çok kolaydı. “Evet. Çok özlüyorum.” Yumruklarımı sıktım. “Bir sakıncası mı var acaba?” Nefesimi tuttum. Duvarın sert olduğunu biliyordum. “Peki bundan kime ne?” Ancak duvarları kırabildiğim zaman kurtulabilirdim bu kafesten. Yumrukla bir duvarı yıkmak o kadar da kolay değildi ama. Aldığım nefesi bıraktım. Acaba fazla balyozu olan var mıydı? “Doğru yere geldiğinizden emin misiniz?” diye sordum adama karşı somurtarak. Oysa tamam der geçerdim normalde. Benden beklenmeyecek bir hareketti. “Kardeş, delirdin mi? Alt katta oturuyorum işte, üç numarada! Ne doğrusu?” Haklıydı. Alt katımda üç numaralı daire vardı. Fakat yanlış bir soru sormuştu: “Delirdin mi?” Ciğerlerimi bir süreliğine balkona çıkardım. “Evet” diye haykırdım, “Evet. Delirdim.” Sesim, apartman boşluğunda yankılandı. Demek ki duyduğum sesler gerçekti. Demek ki gördüklerim rüya değildi. Yoksa gerçekten uyumuyor muydum? Peki, duvarların içinde çalan şarkılar nerden geliyordu? Işıklar neden kendi kendine açılıyordu? Bu konuşanlar kimdi? Kapının önünde bir takla attım. Gözlerimi kapatıp kaleye mum diktim. Adama döndüm sonra. Kusura bakmayın dercesine elimi kaldırdım, sanki oyunun kazananı oymuş gibi oldu; daha fazla konuşamadan gitti. Daha dikkatli olacağımı düşündü muhtemelen. Belki olacaktım. Kapıyı kapadım. Ne yapmalıydım? Hiç uykum yoktu, bugün günlerden neydi? En iyisi bildiğim şarkılardan birini söyleyeyim, dedim ve buzdolabına yöneldim. Buzdolabım aylardır çalışmıyordu. Hatırladım.

No comments:

Post a Comment