Bu coğrafyadaki takım tutma (veya
daha yerinde bir tabir kullanmak gerekirse, bir spor kulübünün taraftarı olma)
ritüeli çoğu zaman Nick Hornby’nin Arsenal taraftarı olması hikayesinden biraz
farklıdır (diğer coğrafyalarda bulunduğum ve konuyla ilgili bir çıkarım yapacak
tecrübeye sahip olduğum tam olarak söylenemez). Özünde taşıdığı anlam ve sonrasında
ortaya çıkardığı durumlar açısından benzer sonuçlar gösterip aynı amaçlara
hizmet ediyor olsa da başlangıç noktası ele alındığında konunun aslında tam
olarak öyle olmadığı anlaşılır. Çünkü bizler ve bizim gibilerde, bugün
taraftarı olduğumuz takımların sevdasına düşmemizin düne ait bir hatırası, bir
‘an’ı yoktur. “Beşiktaşlı olduğum günü hatırlıyorum da…” diye başlayan bir
hikaye çoğu zaman dinleyemezsiniz. Çünkü bizim taraftar olma refleksimiz,
hatırlanmaya müsait bir atmosferde ve ortamda gerçekleşmez (Tam tersi olsa
bile, gerçek olanı kendimize saklamayı tercih ederiz çoğunlukla. ‘Ezelden
beri’nin çekiciliğine saygımız sonsuzdur çünkü.) Bu yüzden babasının (dedesinin
veya sevdiği bir başka yakınının) etkisine maruz kalmış çocuklar olarak,
aklımızda herhangi bir soru işareti kalmadan, bir yandan da işimize
gelmediğinden ötürü taşıdığı samimiyet adına herhangi bir sorgulama yapma
gereksinimi de duymadan; dünyaya farklı şartlar altında tekrar gelecek olsak,
babamızın (veya diğerlerinin) hangi takıma gönül verdiğini gözetmeksizin yine,
şu an taraftarı olduğumuz takımın sevdalısı olacağımıza inanırız. Bu, doğruluğu
kanıtlanamaz olsa da samimiyetten oldukça uzak bir düşüncedir (Konuyla alakasız
olsa da; bu durum, islamiyeti kabul etmiş bir aile ve dahası böyle bir toplumda
dünyaya gelmiş ve yalnızca bu etkenlerle müslüman olmuş bir bireyin, başka bir
dini benimsemiş farklı bir dünya ülkesinde hayata gelse yine müslümanlığı
tercih edeceği ihtimalini savunması kadar acıklı değildir ve bu örneğe kıyasla son
derece masum kalır. Her neyse, bu farklı bir konu.) Bu satırları okurken bir
yandan da kendinize ilgili soruyu yönelttiğinizi varsayıyorum. Doğru cevabı
lütfen içinizden söyleyin ve kalabalık ortamlarda rolünüzü oynamaya çekinmeden
devam edin.
Bizler mensubu olduğumuz
düşüncelerin, somut materyallerle yapılandırılmadığını bazen unuturuz. Bazı
maddi çıkarımları dolayısıyla taraftarı olduğumuz takımlardan ayrılan
oyuncuları hiç düşünmeden “Üç kuruş para için sattı be şu takımı!” diye yerebilir,
sözleşmesi biten ve iki takım arasında tercih yapmak zorunda kalan bir
oyuncunun neden bizim taraftarı olduğumuz takımı tercih etmediğine bir türlü
anlam veremeyebiliriz. Belki bu tepkimizin altında gerçekten mensubu olduğumuz
camiaya olan tartışmasız bağlılığımız yatar, belki de söz konusu üç kuruşun
bizlerin algısında tam olarak şekillenemeyen bir değere tekabül etmesi gerçeği.
Aslında durumun sebebi açıktır: Düşüncelerimizi meydana getiren olguların altında
soyut gerçekler barındığından dolayı profesyonel anlamda algılama ve karar
verme yeteneğimiz büyük ölçüde körelir. Konuya açılan iki farklı düşünce
penceresinin amatör olan tarafında saf tutarız ister istemez. Babasının
omuzlarında maç izlemiş çocuklarız çünkü biz. Çünkü biz, taş üstünden giden
topa direk, bel hizasından yukarı gidene aut kararı veririz.
Bizler takımımızın sevdasına ne zaman
ve ne şekilde düştüysek düşelim yalnızca taraftarızdır ve bu durumdan herhangi
bir kazancımız olduğu söylenemez. Bizim için aslolan duygulardır çünkü. Yeri
gelir çamura batarız, yeri gelir fiyatının ucuzluğundan dolayı hangi hayvanın
etinden yapıldığına dair şüpheye düştüğümüz ekmek arası köftelerle doyururuz
karnımızı. Rakip takımın attığından bir adet fazla gol atmamız yeter bize bütün
sıkıntıları unutturmaya. Tam tersi durumda, kötü sonuçlanmış bir maçın
sonrasında okula/işe gitmenin verdiği sıkıntıyı da bizden daha gerçekçi
yaşayana rastlayamazsınız. Bu yüzden bazı zamanlar, oyunun profesyonel
parametreleri dikkate alındığında doğru olarak kabul edilmesi gereken
davranışların, midemizde garip bir ekşime yarattığı durumlara engel olamayız.
Çünkü böyle durumlarda beklentilerimiz ile karşılaştıklarımız örtüşmez. Bu da
doğal olarak belli bir hayal kırıklığını meydana getirir. Aslında bu şekilde
düşünmememiz gerektiği ortadadır, biz yine de kendimize engel olamaz, böyle
düşünürüz. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz dünyada futbol başta olmak üzere
hemen hemen her spor dalı (Squash de mi?) büyük bir pazara dönüşmüş durumda ve
senin ve benim gibilerin mutlu olmasını sağlayacak olan sonuçların meydana gelebilmesi
için, bu sonuçları yaratabilecek parçaların kendi açılarından parasal anlamda
mutlu olması gereği oyunun ilk kanunu haline gelmiş vaziyette.
Belirtmeliyim ki, bahsi geçen
durumun, aşağıda değineceğimden çok daha belirgin başka örnekleri de söz
konusudur. Yine de, konunun içeriğine girmeden evvel bir iki kelam ederek,
olayları; aslında insanların birbirinden farklı bakış açılarına sahip
olmasının, olduğundan daha karmaşık ve zor hale getirdiğine parmak basma
ihtiyacı hissettim.
Manuel Fernandes… Bir futbolcunun
sezon ortasında transfer olduğu bir takımın çizgisini değiştirebileceğine olan
inancım oldukça sınırlıdır (Theofanis Gekas abimizi tenzih ederim.) Elbette
futbol dünyasında bunu gerçekleştirebilecek kalite ve yetenekte isimler mevcuttur
fakat bu seviyedeki oyuncular zamanlama itibariyle takım değiştirmeye pek
elverişli durumda bulunmazlar genellikle. Bu yüzden belli bir seviyenin altında
olup, sezonun devre arası diye tabir ettiğimiz yarısında transfer olmuş bir
oyuncunun o sezon sonuna kadar gösterdiği kısmen kötü performansı bir nebze göz
ardı edebilirim. Bu, şahsi kanaatimdir. Spor camialarının aktif yöneticilerinin
birtakım çıkarları doğrultusunda benimle farklı düşüncelerde olmalarını üzülerek
de olsa anlayabiliyorum. Durumu iki ayrı pencereden izleyen taraflar olarak
beklentilerimiz birbirinden farklı olduğundan, sonuçlara olan tepkilerimiz de aynı
olmuyor haliyle.
Günümüze dönmeden önce kısa bir geri
dönüş yapıp hafıza tazelemekte fayda var. Fernandes, 2010-2011 sezonunun ortasında
Valencia’dan satın alma opsiyonuyla birlikte 6 aylığına kiralık olarak (Hugo
Almeida ve Simao Sabrosa ile birlikte) Beşiktaş’a geldiğinde, taraftarın genel
olarak beklentisi, hafif çalkantılı ve hedeflenen noktanın gerisinde seyreden sezonun şampiyon olarak bitirilmesiydi. Fakat hatırlayacağınız
üzere durum bu şekilde gelişmedi. Devre arasında yaptığı üç önemli transfer ile
birlikte sezonun ikinci yarısına 17’de 17 parolasıyla giren Beşiktaş yönetimi, takımın
bu periyotta yalnızca 26 puan toplaması sonucu beşincilikte yetinmek zorunda
kaldı. Fernandes de sözleşmesindeki satın alma opsiyonu kullanılarak 2.300.000
Euro bonservis bedeliyle, 3 yıllık yeni bir sözleşmeye imza attı. Tabi ki bu
durumda bu oyuncuları günah keçisi olarak işaret etmek tamamıyla aptallık,
hatta üzerinden hayli zaman geçmiş bir sezon olduğundan dolayı herhangi bir
günah keçisi aramak ise an itibariyle oldukça lüzumsuz olur. Zaten maksadım da
bu değil. Neyi; kimden ve ne şekilde istediğimizi tam olarak kestiremiyoruz. Ne
yazık ki anlık ve hızlı beklentileri olan bir toplumuz. Konuya profesyonel
anlamda yaklaşabilsek, aslında temeli kurulmuş ve yarım sezon boyunca bir arada
çalışmış bir takıma yapılan ve hemen hemen hepsi kafadan takımın çekirdek
kadrosuna yerleşebilecek düzeyde olan isimlerin, herhangi bir hazırlık
döneminden (devre arası kampı mı?) geçmeden takıma yapabileceği katkının
aslında çok da büyük beklentiler doğurmaması gerektiğini öngörebilmemiz
gerekirdi. Neyse, bu hayli eski bir konu zaten.
Bir sonraki sezon, Schuster’den
görevi devralan Tayfur’dan görevi devralan Carvalhal (öeh) ile beş haftalık bir
kriz yaşasa da; bireysel yeteneklerini bu periyotta son derece güzel sergiledi.
Top hakimiyeti, serbest vuruşlardaki teknik becerisi, son derece göze hoş gelen
futbolu ve zaman zaman ortaya koyduğu –ve bir sonraki sezon daha da
belirginleşecek olan- mücadele yeteneği, kötü sonuçlanmış bir sezonun ardından
kendisine prim sağlayabilecek özellikler olarak bir kenara not alındı. Ertesi
sezon “Feda” diyen Beşiktaş kulübü, Samet Aybaba’ya teslim etti takımı. Pahalı
transferlerden kaçınan, bazı oyuncuların ücretlerinde indirime giden ve oldukça
mütevazı bir kadroyla lige başlayan Beşiktaş’ın sahadaki lideri Fernandes oldu.
Bu aslında zannedildiğinin aksine Fernandes’in özellikle sorumluluk
üstlenmesiyle değil, bir şekilde mevcut kadroda sorumluluğun kendisinde
kalmasıyla meydana geldi. Hakkını vermek gerekirse, kısıtlı imkanlarla ve
oldukça dar bir rotasyonla mücadele etmek zorunda kalan takımın –bazı maçlardaki
komik hatalarını saymazsak- başarılı isimlerinden biriydi Fernandes.
Gerçekten öyle mi yoksa öyle
gözükmesini isteyen güçler tarafından bir oyunun içerisine mi çekildi tam olarak
bilemesem de basında futbol dışı aktiviteleriyle de sık sık yer alan bir isim
oldu Fernandes. Bir kimsenin eğlenmeye ve kendine vakit ayırmaya ne kadar hakkı
varsa onun da var elbette. Yalnızca bir sporcu olarak muntazaman bunun
dozunu ve şiddetini bizlerden bir adım daha özenle ayarlamalı. Sahada
gösterdiği performansı sekteye uğratmadığı sürece –ki kendisinin profesyonellik
anlayışının böyle bir olaya izin vereceğini düşünmüyorum- elbette dilediği gibi
yaşayabilir. Bunu, burada belirtme gereği duymak bile utanç verici bir durum
aslında. Aksine, bunun karamsar bir tablo olarak sergilenmesi ve yaptığı
şeylerin bir ayıpmış gibi lanse edilmesi son derece düşündürücü. Ne yazık ki
sayı olarak oldukça yüksek bir taraftar kitlesinin ilgi odağında olan bir isim
olarak, bu beklentileri yüksek kitlenin büyük bir bölümünün algısında “sorumsuz
futbolcu” imajı yaratılma politikası izlenmiş vaziyette. Zihnimizin çarkları da
olayları bu şekilde algılamaya müsait bir yönde döndüğünden dolayı, bunu
hedefleyenlerin kısmen de olsa amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Yaratılan bu
algının ucu kim bilir; belki de, üst üste ortaya koyulan başarısız
performansların süregeldiği bir periyot sonrası kötü oynanmış bir maç
esnasında, sahaya atlayan bir taraftardan tekme/yumruk yeme raddesine kadar
gelebiliyor.
Benim adım Manuel Fernandes.
Portkezliyim. Son üç yıldır Türkiye’de, Beşiktaş JK’nün futbol takımında
oynuyorum. Sözleşmemin son senesindeyim. Şu an ortasında bulunduğumuz sezonun
başında kazandığımdan daha iyi şartları sağlayabilecek bir anlaşmayla
sözleşmemi uzatabilirdim. Bu takımda ve bu ülkede olmaktan mutluyum. Buna
rağmen kulübüm benimle pazarlık yapmayı tercih etti. Nedense kulüp yönetiminin,
takımı taşımamı beklediği nokta ve sahada sergilememi gerekli gördüğü
performans olabildiğince yukarıda ve Avrupa standartlarında olmasına rağmen,
talep ettiğim ücreti ve imkanları bana sağlamaları konusunda beklentilerinin tam
tersine biraz kararsızlar. Futbolculuk benim mesleğim ve hayatımı
şekillendirmek için kazanacağım paranın kaynağı. Yaz dönemini bu
belirsizliklerle ve daha sonraya ertelenmiş konularla geçirdik. Sezon başladı.
Takımımıza katılan ve takımı koordine etmesi için görevlendirilen Futbol
Direktörümüz Önder Özen ve Teknik Direktörümüz Slaven Bilic ve ekibi son derece
başarılı ve güzel insanlar. Takımımız da genç ve yetenekli. Bu enerjiyle ilk
dört haftayı dört galibiyetle noktaladık ve ligin en iyi performansını gösteren
ekibi olduk. Daha sonra takım olarak bu performansımız geriledi. Talihsiz
maçlar oynadık. 17 hafta sonunda geldiğimiz nokta başladığımız gibi kalmadı ne
yazık ki. Bu periyotta kendi performansımdan da memnun olduğum söylenemez. Takımıma
bir önceki sezon yaptığım katkıyı yapamadım. Çalıştım fakat bir formsuzluk
dönemi yaşadım. Bu dönemde teknik direktörümüz bana forma şansı vermeye devam
etti yine de. Sözleşme konusunda herhangi bir adım maalesef atamadık. 15. haftada
oynadığımız Kasımpaşa maçında, o an tarafını bilmediğim, daha sonra Beşiktaşlı
olduğunu ve benden özür dilediğini açıklayan bir şahıs tarafından saldırıya
uğradım. Aynı taciz kendisine yapılsa muhtemelen maçı tatil edecek olan karşılaşmanın
hakemi bu olaya kayıtsız kaldı ve oyunu devam ettirdi. Ben böylesine tramvatik
bir durum sonrasında sahayı terk etmek istedim, tribündeki bazı kişilerle
tartıştım, teknik ekibimizin telkinleriyle kalan 15 dakika boyunca sahada kaldım.
Bu olay kendimi sorgulamama sebep verdi. Atlatmam son derece zordu. Diğer iki
maçta forma giyemedim. 16. haftada oynanan Elazığspor maçı sonrası Futbol
Direktörümüz Önder Özen bana yönelik eleştirilerde bulunarak amatör ruhla
mücadele eden takım arkadaşlarımı övdü. Daha sonrasında taraftarla aramda bir
sorun olmadığını, burada kalmak istediğimi belirten röportajlar verdim. Eğer
ısrarımdan vazgeçip kulübün vereceği herhangi bir ücrete razı olmazsam muhtemelen
sezon sonunda başka bir takıma gideceğim. Sezonun ilk yarısındaki kötü
performansımın sebebini istediğim parayı alamadığıma yoran bazı taraftarlar
ikinci yarıda gösterebileceğim muhtemel iyi performansı kendime yüksek ücretli
bir kontrat imzalayabileceğim bir takım bulacağıma olan inancıma bağlayacaklar.
Sonuçta ben futbolcuyum, bu benim işim. Henüz iki yaşında babamın omuzlarında
Dolmabahçe’de “Metin Ali Feyyaz koysun…” diye tezahürat yapmadım. Öyle olsaydı
paranın lafı elbette olmazdı.
Ben Ahmet veya Mehmet veya Hasan,
Hüseyin… Beşiktaşlıyım. Kendimi bildim bileli. Aşırı fanatizm seviyesinde
olmasa da güzel bir taraftarlığı olan ve futbol maçlarını hem keyifli bir hafta
sonu aktivitesi hem de içgüdüsel olarak tuttuğu takımın yanında olma duygusuyla
örtüştüren babamla birlikte kendimi bilmezden beri maçlara gider, takımımı
yakından takip ederim. Üzülürüm, sevinirim. Feyyaz Fenerbahçe’ye gittiğinde tam
olarak idrak edememiştim belki durumu ama Tümer’in Fenerbahçe’ye gittikten
sonra İnönü’ye geldiği ilk maçta sahaya çıktığı anda “Nerde tezkere…” diye
avazı çıktığı kadar bağıranlardan birisi bendim. Tıpkı gitmeden önceki son
Fenerbahçe maçında kapalının önünde karşılıklı tezahürat yaptığı ve kendisine
“Adamsın adam” övgülerinde bulunan taraftarlardan biri olduğum gibi.
Bu konuda muhtemelen en büyük hata
yaratılan sistemin uygun göreceği kararlılıkta davranamamak oldu. Yani
Fernandes konusu sezon başında çoktan çözülmüş olmalıydı. “Takımımızda sana
ihtiyacımız var ve ödeyebileceğimiz para bu, bu şartlarda bizimle daha uzun
yıllar çalışır mısın?” sorusuna Fernandes cephesinden gelecek olumsuz yanıt
sonrası, ya sezon başlamadan başka bir kulübe satılacaktı ya da mevcut
sözleşmesi bitene kadar herhangi bir pazarlık veya anlaşma girişimleri
yapılmayacaktı. Bu belirsiz durum, Önder Özen ile birlikte yaratılmaya
çalışılan yapılanmanın tam olarak kapsamadığı bir vaziyette vuku buldu. Bugün
Fernandes hala sözleşmesi sezon sonunda bitecek bir oyuncu konumunda ve bu
satırlarda kendisiyle aynı konumda olan Almeida’dan bahsetmiyorsak bunun
sebebi, Fernandes’in sahada ortaya koyduğu/koyamadığı performansıdır. Sezonun
ilk yarısında geçtiğimiz sezonki performansını devam ettirebilmiş olsaydı belki
dilediği parayı çoktan alacaktı, belki de sezon sonunda dilediği paraları
kazanabileceği başka bir kulübe gidecekti. En azından sözleşmesini kapsayan bu
sezonun sonuna kadar Beşiktaş kulübü kendisine ödemek zorunda olduğu paranın
karşılığını almış olacaktı. Fakat durum tam tersi olunca, yani oynadığı oyun
neredeyse vasat bile değilken, ne kulüp kendisine tam olarak güvenebiliyor, ne
taraftar, ne de kendisi bu performansı sonrası yüksek bedelli kontratlar
imzalayabileceği bir kulüp bulacağına inanıyor. Üstelik Kasımpaşa maçında
yaşanan üzücü olayın (ki olayın münferit bir olay olduğuna inancım neredeyse
sıfırdır ve benim için İstanbul’a şehir dışından gelirkenki ‘Neredeyse geldik’
noktası Gebze’dir) kafaları daha fazla karıştırdığı da ortadadır.
Farklı bakış açılarına sahip
kişilerin beklentileri de birbirinden farklı oluyor işte. Her futbolcudan bir
Pascal Nouma olmasını bekleyemezsiniz. Eğer oluyorsa bu, profesyonel
yapılanmanın dışında kendisini etkileyen olağan dışı amatör bir dürtünün sonucu
gerçekleşmiştir. Gelecek sezon Westfalen’de Lewandowski’yi ıslıklamayacak bir
Borussia Dortmund taraftarı görülemeyecek olmasının sebebi de budur. Çünkü o
tribünde oturan adamın çözümleyebileceği kavramlar içerisinde, bir oyuncunun
Borussia Dortmund’tan vazgeçmesine sebep olabilecek şartların ne olduğu
bulunmayacak. Günümüz futbol dünyasının sahip olduğu gerçekler neticesinde nasıl
ki Fernandes, olayı bir taraftar profiliyle düşünemeyecek ve bu pencereden bir
karar veremeyecekse, çoğu taraftar da alınacak profesyonel kararların taşıdığı
samimiyeti bir türlü çözemeyecek ve tepkileri bu doğrultuda olacak (Örneğin
başka bir Süper Lig takımına gitse, gelecek sezon Beşiktaş taraftarı tarafından
ıslıklanacak.) Bunun aksini başaranlar, yani olayı profesyonel olgularıyla
özümseyebilmiş olanlar, gerçeğin çıplaklığı karşısında sessizliğini koruyacak
ve çaresizliğini elbette yaşayacaktır ama küçük bir burukluk her daim kendine
bir şekilde yer bulacaktır. Bu sezon Mario Götze, Westfalen’de Dortmund’a karşı
Bayern Münih formasıyla gol attığında ihanete uğramış gibi hissetmeyen bir tane
Dortmund’lu sizce var mıydı? Götze istediği kadar ellerini kaldırıp, attığı
gole sevinmesin. Bence yoktu.
No comments:
Post a Comment