Sep 11, 2014

Preis: Beşinci Nüsha, 'Körebe'

Beşinci Nüsha: 'Körebe'

Bir kırlangıcın havada kalabildiği mesafe kadar. Faust'un ilk cümlesi boyunca. Belki az. Belki çok. Dinimiz imanımız ve kasnaklı bebek arabalarımız; ipten yapılmış seçmeli hayatlar, çöpten yapılmış gövdesiz adamlar, asfalt kaplı ruhumuz ve bir uyanırız ister istemez bir de inanırız. Tek atımlık bir tabanca kabul edilir soyumuz, göz göre göre ve ıslak bir heyecanla gelecek, bu talihsiz sonumuz. Buyrulur ki; kurşun gibi ağır bir hava, oğlana Adem derler diğerine Havva, süzgeçten geçirilir her biri, sindirim sistemleri veya sebze meyve halleri. Amaçsız bir savaşın içinde zamansız bir sevişme; tek bir adet hücre, sezon sonu indirimleri, çift biletli vapur seferleri, kar kıyamet içinde bir futbol müsabakası ve bir ileri bir geri; kayboluruz. Hızlı bir metabolizma. Yer çekimsiz bir atmosfer ve ağaçtan düşen kuru bir elma. Çekirdeksiz. Altmış sekiz parça folik asit, bulunmaz be (B) on iki ve sonrası; bunun adı gayet bilindik; iki nokta üst üste, (bir) gürültü (iki) kirliliği ve kulaklara hayli tanıdık enstrümantal hileleri. Oysa bir çay kaşığı kadar kadın ve bir tutam erkek, fazla karmaşık sayılmaz bir formül bu, bulanık bakışlar ve meyilli dudaklar, benzinle çalışan kalbimizdir bu. Söylemesi ayıp sayılır; lakin kurşunsuz bir masaldır anlatılan. Penceresiz binalar, çimentodan yapılı ve eğilimli, kulak memesi kıvamında; eser miktarda demiroksit, inişli çıkışlı bir grafik ve ağaçlar kurur devamında. Aslında Havva başkasına aşık ve ne yol bilir ne yordam, aşifte (aşüfte) ruhu beğenmez ve seviyordur herkesi kime sorsan. Aarmis şehrinde doğdu adam, Aarmis şehrinde yazlar sıcak ve kurak; eğrelti otları içinde, milattan önce (milattan sonra), henüz icat edilmemişken çekiç, orak ve takvim; toprağa karışmış elleri, pislik içinde tırnakları, ben düşünüyorum halim sorulmamış ve gayet yerindeyken vaktim. Sanki bütün kavgalarımız sahne arkasında yapılıyor herkesten gizliymişçesine, sevişmeler ulu orta, edep yerleri incirden bir yaprak -yeteri kadar-; halbuki batan güneşi boyuyoruz sarıya sanki kuva-yi milliyeymişçesine. Üç kere öpüp alnına götürmeden, kaldırmak yasaktır yüksek bir yere; vakit dolacak ve anlayacaksın, elbet tüküreceksin sen de son bir kere. Perdeler indiği zaman anlaşılacak, vakit ne kadar da hızlı geçiyor ve karanlık olduğu bilinmeyecek kimselerce; bir yarım aspirin içilecek iki yudum su ve kasıkları ağrıyan yosmalarca. “Bedel…” Eylemsizlik de bir eylemdir, madem kutsaldır kitabımız; ve her eylemsizlik bir bedeldir, eğer okunacaksa yazımız. Konuşmamak. Yürümemek. Hiçbir satırının altı çizilmemiş bir kitabın kapağını kapatmak ve gidip uyumamak peşisıra. Üzerinde yürürken duyulan ses, kulaklarda acı bir çığlık ve yörüngesinden sapmış bir gezegen; toplatacağız balmumundan heykelleri, süpüreceğiz geceden kalanları ve işte sabah yakın değilken ayrılacak kirpikler birbirinden. Ancak o zaman başlayacak çaresizliğimiz. Fark edeceğiz ki aslında hiç çaresiz değilmişiz önceleri, büyüyecek göz bebekleri, sonbaharda kurumuş ağaçlar ve hangi dispanserde kaldı sancıları; sorulmayacak. Gazetelere ilan verilecek, iş işten geçmiş olabilir ve yerlere seccade serilecek kusursuz bir emirle, boksörlerin terleri silinecek; aynaların karşısında dikilmek yasak, böyle buyuracak Ulu Manitu, dilimiz kesilecek kanunlara uymasak, ayaklarımız dövülecek demirle; yarım dudak olsa bile sen yine de doğruyu söyle, bölük pörçük ve sessizce konuşur tanrı -anlaması hayli güç-, dinliyorsun değil mi; söylesene tanrı olmak bunun neresinde, hangi taraftan başlamak gerek tanrı olmaya? Hangi hasattan edinilmiş mahsul, bilmiyorsun işte aldırma, yenileceğini bile bile, ne duyuyorsun saldırma; şimdi kaldırma yerinden Havvaymış, dört yapraklı yoncaymış diyerek, O’nu; halini hatırını boşver, dans edelim nefes nefese ve bade süzerek; çabamız boşa gitmesin, gelsin artık oyunun sonu. Bu çizgiler boylamasına, tartışılırdı eğer enlemesine olsa, gezegenimizde aile salonu da bulunmaktadır bizim (alkolsüz yani); bir din yazacağız kendimize ve kelimelerimiz bolsa, fark etmez bahçedeki bütün çiçekler solsa, oksijen nasıl olsa bir şekilde solunmaktadır çünkü. Bütün oyunları oynandı çocukluğumuzun, hava kararmadan tükendik ve yalnızca gündüz; temizdik, yarımdık ve yarına umutluyduk tamamlanmaya niyetli, bir tane kaldı geriye belki yalnızca biraz, kollarımız genişledi boyumuz uzadı ve bütün aşklarımız sobe, sevgili cemaat lütfen pamuk eller cebe, gezegenimize uydu alamadık henüz. Görmüyor musun, uzaktan sanki senin olduğu yerde gözleri, gizli gizli ve gayet edepsizce sana bakıyor, yalnızca uzaktan konuşunca sendeymiş gibi sözleri, böyle olunca insan daha çok özlüyor. Ve yalnızca şarkılarda geçiyor artık, mesafesi bile ölçülemeyen hatıralar, rengi belirsiz duvarlar alacalı karmaşık hafif pastel renginden, belki yıkılacaklar; tanımsız sıfatlar ve kelime hataları, belki bir gün cümle olacaklar; büyük manası çatlamış yerinden akan tablolar, fırçası kırık, tuvali dökük, belki imzasız; sessiz bir müzayedede satılacaklar. Neslimiz telaşlı. Kanımız soğuk. Durup dururken akıyor damarlarımızdan. Ambulansların sirenleri, bir kez de bizim için çalıyor; durumumuz acil değil, hatta durumumuz hiç acil değil, ancak yaşam destek ünitesinde çakılı kalıyor, çünkü korkuyoruz muhtemel yarınlarımızdan. Derimiz çekildi, rengimiz soldu. Nefes alıp verdiğimiz bilinmez oldu, çatlak dudaklarımızdan bir şarkı duyuluyor, bazı sözleri yuvarlanmış, Zappa'dan söylüyoruz, başka çaremiz bulunmuyor hat-ta. Oysa fırsat verilsin isterdiniz değil mi? Bütün zamanlar, bütün kavramsal gerçekler, bütün kadranlar ve zaman göstergeleri ve simitçi tezgahları ve balıkçı tekneleri sizin emrinizde çalışsın isterdiniz ki durdurabilme hükmüne sahip olasınız zamanı. Bir bakış attı. Durmadı ama. Çünkü bütün cümleleri de uzatmak isterdiniz, bütün konçertoları dinlemek istediğiniz gibi, çünkü siz de Dostoyevski okumuştunuz ve elbet bir akşam; hiç olmazsa sadece bir akşam rakı masasında kadeh tokuşturmuştunuz. Çünkü 'çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek' ve hiç güzel değildi, bir kadını yanında değilken sevmek. Hep kandınız, inandınız sanki gerçekmişçesine. Ve meyyaliniz nereden geliyor, gece gündüz araştırıldı yüksek profesörlerce, hiçbir açıklama getirilemedi, adı bile konulamadı, tamir bile edilemedi, doğru yanlış marangozlarca. Bazı masallar anlatıldı, güney yarımkürede geçiyordu, o kış Sofya’daki evimize rüzgar hep cepheden esiyordu, süttozundan yapılmış bazı binalar kadar gerçek ve sahici, doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar kadar doğrucu; henüz hiç serbest değildi sevişmek ve sırtından öpmek bir kadını ve o kış dedem kurban kesiyordu, kimseye sormadan adını. En güzel siz ertelerdiniz. İçinize gömerdiniz sevginizi de, atari konsollarınızı da –en büyük günahınızdı oje sürme oyununuz, kırmızıdan başka bir renk bulamazdınız-; en iyisi konuşmamak derdiniz. Söylesene; neydi sizin derdiniz? Bir haftanın yedi gün, bir günün yirmi dört saat olduğunu anlamanız için gazetelere bildiri mi yayınlatılmalıydı, Avustralya’nın başkentinin Sydney olmadığı hakkında briefing mi verilmeliydi, Üsküdar’dan geçen vapurların sıralı tam listesi elinize mi tutuşturulmalıydı? Söylesenize ne oldu gizli bahçenizce açan o güzel kokulu çiçeklere: Doğru ya; ‘vermeye az buldunuz, yahut vaktiniz olmadı.’ Tek bir oyun kaldı çocuk ruhumuzdan arta kalan, bırakmadı bizi bugüne; hala karanlıktayız ve kısmen görmez oldu gözlerimiz, ne itiraz edebildik ne de kabul edildi sobelerimiz. Hala arıyoruz bulmaktan korktuğumuzu. Belki siyah perdenin ardından görebiliriz, masmavi gündüzü. Siz tutamıyorsunuz ağzınızda sahte gülücüklerinizi bile, paldır küldür dökülüyorsunuz pervasızca. Neredesiniz (soru işareti). Ellerim havada, tam şurada işte, boşlukta. Bütün köşelerde yoksunuz. Kapkaranlıklardasınız hiç şüphesiz. Toksunuz belli ki yarım kalan aşklara. Kaçamıyorum. Benim adım yalnızca körebe.

***

“Durget vem a panesta…” Ekip otosuna bindirilirken elleri arkadan kelepçeliydi. Flaşlar patlıyordu peş peşe ve sonuna soru işareti konmayan uygunsuz soru cümleleri çalınıyordu kulağına, cevaplanmaya yeltenişsiz. Suçunun ne olduğunu bir gün muhakkak öğrenecekti. Eğer bir suçu varsa bile, ne olduğunu henüz bilmiyordu.

***

Ulu Manitu, mavi denilen renge hangi ismi koyacağına karar verememişti. Ne yazık ki bunu danışacak kimsesi de yoktu. Çünkü tanrı olmak demek, yalnız olmak demekti ve tanrı olmak demek, sevişmenin tadını bilmemek demekti. Aslında şimdilik Vanilya Gezegeninde sevişmek hayli serbestti. Defteri eline aldı “Luena” yazdı. Sonra üstünü karaladı bu kelimenin, defteri kapatıp fırlattı. Tanrılar kurallarını deftere yazmazdı. Yarına bıraktı her şeyi ve yatıp uyudu. Oysa tanrılar yatıp uyumazdı. Yine de önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu, beşinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.

No comments:

Post a Comment