Beşinci Nüsha: 'Körebe'
Bir
kırlangıcın havada kalabildiği mesafe kadar. Faust'un ilk cümlesi boyunca. Belki
az. Belki çok. Dinimiz imanımız ve kasnaklı bebek arabalarımız; ipten yapılmış
seçmeli hayatlar, çöpten yapılmış gövdesiz adamlar, asfalt kaplı ruhumuz ve bir
uyanırız ister istemez bir de inanırız. Tek atımlık bir tabanca kabul edilir
soyumuz, göz göre göre ve ıslak bir heyecanla gelecek, bu talihsiz sonumuz.
Buyrulur ki; kurşun gibi ağır bir hava, oğlana Adem derler diğerine Havva, süzgeçten
geçirilir her biri, sindirim sistemleri veya sebze meyve halleri. Amaçsız bir
savaşın içinde zamansız bir sevişme; tek bir adet hücre, sezon sonu
indirimleri, çift biletli vapur seferleri, kar kıyamet içinde bir futbol
müsabakası ve bir ileri bir geri; kayboluruz. Hızlı bir metabolizma. Yer
çekimsiz bir atmosfer ve ağaçtan düşen kuru bir elma. Çekirdeksiz. Altmış sekiz
parça folik asit, bulunmaz be (B) on iki ve sonrası; bunun adı gayet bilindik;
iki nokta üst üste, (bir) gürültü (iki) kirliliği ve kulaklara hayli tanıdık enstrümantal
hileleri. Oysa bir çay kaşığı kadar kadın ve bir tutam erkek, fazla karmaşık
sayılmaz bir formül bu, bulanık bakışlar ve meyilli dudaklar, benzinle çalışan
kalbimizdir bu. Söylemesi ayıp sayılır; lakin kurşunsuz bir masaldır anlatılan.
Penceresiz binalar, çimentodan yapılı ve eğilimli, kulak memesi kıvamında; eser
miktarda demiroksit, inişli çıkışlı bir grafik ve ağaçlar kurur devamında.
Aslında Havva başkasına aşık ve ne yol bilir ne yordam, aşifte (aşüfte) ruhu
beğenmez ve seviyordur herkesi kime sorsan. Aarmis şehrinde doğdu adam, Aarmis
şehrinde yazlar sıcak ve kurak; eğrelti otları içinde, milattan önce (milattan
sonra), henüz icat edilmemişken çekiç, orak ve takvim; toprağa karışmış elleri,
pislik içinde tırnakları, ben düşünüyorum halim sorulmamış ve gayet yerindeyken
vaktim. Sanki bütün kavgalarımız sahne arkasında yapılıyor herkesten
gizliymişçesine, sevişmeler ulu orta, edep yerleri incirden bir yaprak -yeteri
kadar-; halbuki batan güneşi boyuyoruz sarıya sanki kuva-yi milliyeymişçesine.
Üç kere öpüp alnına götürmeden, kaldırmak yasaktır yüksek bir yere; vakit
dolacak ve anlayacaksın, elbet tüküreceksin sen de son bir kere. Perdeler
indiği zaman anlaşılacak, vakit ne kadar da hızlı geçiyor ve karanlık olduğu
bilinmeyecek kimselerce; bir yarım aspirin içilecek iki yudum su ve kasıkları
ağrıyan yosmalarca. “Bedel…” Eylemsizlik de bir eylemdir, madem kutsaldır
kitabımız; ve her eylemsizlik bir bedeldir, eğer okunacaksa yazımız. Konuşmamak.
Yürümemek. Hiçbir satırının altı çizilmemiş bir kitabın kapağını kapatmak ve gidip
uyumamak peşisıra. Üzerinde yürürken duyulan ses, kulaklarda acı bir çığlık ve
yörüngesinden sapmış bir gezegen; toplatacağız balmumundan heykelleri, süpüreceğiz
geceden kalanları ve işte sabah yakın değilken ayrılacak kirpikler birbirinden.
Ancak o zaman başlayacak çaresizliğimiz. Fark edeceğiz ki aslında hiç çaresiz
değilmişiz önceleri, büyüyecek göz bebekleri, sonbaharda kurumuş ağaçlar ve
hangi dispanserde kaldı sancıları; sorulmayacak. Gazetelere ilan verilecek, iş
işten geçmiş olabilir ve yerlere seccade serilecek kusursuz bir emirle, boksörlerin
terleri silinecek; aynaların karşısında dikilmek yasak, böyle buyuracak Ulu
Manitu, dilimiz kesilecek kanunlara uymasak, ayaklarımız dövülecek demirle;
yarım dudak olsa bile sen yine de doğruyu söyle, bölük pörçük ve sessizce konuşur
tanrı -anlaması hayli güç-, dinliyorsun değil mi; söylesene tanrı olmak bunun neresinde, hangi
taraftan başlamak gerek tanrı olmaya? Hangi hasattan edinilmiş mahsul,
bilmiyorsun işte aldırma, yenileceğini bile bile, ne duyuyorsun saldırma; şimdi
kaldırma yerinden Havvaymış, dört yapraklı yoncaymış diyerek, O’nu; halini
hatırını boşver, dans edelim nefes nefese ve bade süzerek; çabamız boşa
gitmesin, gelsin artık oyunun sonu. Bu çizgiler boylamasına, tartışılırdı eğer
enlemesine olsa, gezegenimizde aile salonu da bulunmaktadır bizim (alkolsüz
yani); bir din yazacağız kendimize ve kelimelerimiz bolsa, fark etmez bahçedeki
bütün çiçekler solsa, oksijen nasıl olsa bir şekilde solunmaktadır çünkü. Bütün
oyunları oynandı çocukluğumuzun, hava kararmadan tükendik ve yalnızca gündüz;
temizdik, yarımdık ve yarına umutluyduk tamamlanmaya niyetli, bir tane kaldı
geriye belki yalnızca biraz, kollarımız genişledi boyumuz uzadı ve bütün
aşklarımız sobe, sevgili cemaat lütfen pamuk eller cebe, gezegenimize uydu
alamadık henüz. Görmüyor musun, uzaktan sanki senin olduğu yerde gözleri, gizli
gizli ve gayet edepsizce sana bakıyor, yalnızca uzaktan konuşunca sendeymiş
gibi sözleri, böyle olunca insan daha çok özlüyor. Ve yalnızca şarkılarda
geçiyor artık, mesafesi bile ölçülemeyen hatıralar, rengi belirsiz duvarlar
alacalı karmaşık hafif pastel renginden, belki yıkılacaklar; tanımsız sıfatlar
ve kelime hataları, belki bir gün cümle olacaklar; büyük manası çatlamış
yerinden akan tablolar, fırçası kırık, tuvali dökük, belki imzasız; sessiz bir
müzayedede satılacaklar. Neslimiz telaşlı. Kanımız soğuk. Durup dururken akıyor
damarlarımızdan. Ambulansların sirenleri, bir kez de bizim için çalıyor;
durumumuz acil değil, hatta durumumuz hiç acil değil, ancak yaşam destek
ünitesinde çakılı kalıyor, çünkü korkuyoruz muhtemel yarınlarımızdan. Derimiz
çekildi, rengimiz soldu. Nefes alıp verdiğimiz bilinmez oldu, çatlak dudaklarımızdan
bir şarkı duyuluyor, bazı sözleri yuvarlanmış, Zappa'dan söylüyoruz, başka
çaremiz bulunmuyor hat-ta. Oysa fırsat verilsin isterdiniz değil mi? Bütün
zamanlar, bütün kavramsal gerçekler, bütün kadranlar ve zaman göstergeleri ve
simitçi tezgahları ve balıkçı tekneleri sizin emrinizde çalışsın isterdiniz ki
durdurabilme hükmüne sahip olasınız zamanı. Bir bakış attı. Durmadı ama. Çünkü
bütün cümleleri de uzatmak isterdiniz, bütün konçertoları dinlemek istediğiniz
gibi, çünkü siz de Dostoyevski okumuştunuz ve elbet bir akşam; hiç olmazsa
sadece bir akşam rakı masasında kadeh tokuşturmuştunuz. Çünkü 'çirkindi dar vakitlerde
bir sevgiyi söylemek' ve hiç güzel değildi, bir kadını yanında değilken sevmek.
Hep kandınız, inandınız sanki gerçekmişçesine. Ve meyyaliniz nereden geliyor,
gece gündüz araştırıldı yüksek profesörlerce, hiçbir açıklama getirilemedi, adı
bile konulamadı, tamir bile edilemedi, doğru yanlış marangozlarca. Bazı
masallar anlatıldı, güney yarımkürede geçiyordu, o kış Sofya’daki evimize
rüzgar hep cepheden esiyordu, süttozundan yapılmış bazı binalar kadar gerçek ve
sahici, doğru söyleyeni dokuz köyden kovanlar kadar doğrucu; henüz hiç serbest
değildi sevişmek ve sırtından öpmek bir kadını ve o kış dedem kurban kesiyordu,
kimseye sormadan adını. En güzel siz ertelerdiniz. İçinize gömerdiniz sevginizi
de, atari konsollarınızı da –en büyük günahınızdı oje sürme oyununuz,
kırmızıdan başka bir renk bulamazdınız-; en iyisi konuşmamak derdiniz.
Söylesene; neydi sizin derdiniz? Bir haftanın yedi gün, bir günün yirmi dört
saat olduğunu anlamanız için gazetelere bildiri mi yayınlatılmalıydı,
Avustralya’nın başkentinin Sydney olmadığı hakkında briefing mi verilmeliydi,
Üsküdar’dan geçen vapurların sıralı tam listesi elinize mi tutuşturulmalıydı?
Söylesenize ne oldu gizli bahçenizce açan o güzel kokulu çiçeklere: Doğru ya;
‘vermeye az buldunuz, yahut vaktiniz olmadı.’ Tek bir oyun kaldı çocuk
ruhumuzdan arta kalan, bırakmadı bizi bugüne; hala karanlıktayız ve kısmen
görmez oldu gözlerimiz, ne itiraz edebildik ne de kabul edildi sobelerimiz.
Hala arıyoruz bulmaktan korktuğumuzu. Belki siyah perdenin ardından
görebiliriz, masmavi gündüzü. Siz tutamıyorsunuz ağzınızda sahte gülücüklerinizi
bile, paldır küldür dökülüyorsunuz pervasızca. Neredesiniz (soru işareti). Ellerim
havada, tam şurada işte, boşlukta. Bütün köşelerde yoksunuz. Kapkaranlıklardasınız
hiç şüphesiz. Toksunuz belli ki yarım kalan aşklara. Kaçamıyorum. Benim adım
yalnızca körebe.
***
“Durget
vem a panesta…” Ekip otosuna bindirilirken elleri arkadan kelepçeliydi. Flaşlar
patlıyordu peş peşe ve sonuna soru işareti konmayan uygunsuz soru cümleleri
çalınıyordu kulağına, cevaplanmaya yeltenişsiz. Suçunun ne olduğunu bir gün muhakkak
öğrenecekti. Eğer bir suçu varsa bile, ne olduğunu henüz bilmiyordu.
***
Ulu Manitu, mavi denilen
renge hangi ismi koyacağına karar verememişti. Ne yazık ki bunu danışacak
kimsesi de yoktu. Çünkü tanrı olmak demek, yalnız olmak demekti ve tanrı olmak
demek, sevişmenin tadını bilmemek demekti. Aslında şimdilik Vanilya Gezegeninde
sevişmek hayli serbestti. Defteri eline aldı “Luena” yazdı. Sonra üstünü
karaladı bu kelimenin, defteri kapatıp fırlattı. Tanrılar kurallarını deftere
yazmazdı. Yarına bıraktı her şeyi ve yatıp uyudu. Oysa tanrılar yatıp uyumazdı.
Yine de önemlidir, siz bir kenara not ediniz, yarın birileri duyacaktır. Bu,
beşinci nüshasıdır. Kim bilir, belki son olacaktır.
No comments:
Post a Comment